Kayıp Biyografilerde Köklerin Romanı

Teselli ikramiyesi: Yazma Sanatı

“YAZMAK HAKİKATEN BELALI BİR İŞTİR”

Eğer işinizi yarım yamalak yapıyorsanız, hemen iflas bayrağını çekebilirsiniz! Bir bölümü bakire bir kâğıda geçirmeden önce ev ödevlerini yapmalısınız. Birinci bölümü yazıp da sonra bir hafta önünde oturup, ikinci adımın ne olabileceğini düşüneceğinize, her figür üzerinde ayrı ayrı çalışmalısınız...[1]

Kimi okur kitaplarda kendinden bir şeyler arar, bulduğunda da hem konuya hem de yazara yakınlaşır. Buldukları ya kendi sözcükleridir ya da kendisinin de yapmak istediği eylemler... Belki geçmişte yaşadıkları ile bir örtüşme de söz konusu olabilir... Böyle anlarda kitap okumanın keyfi katlanır, yazar artık bir arkadaş kadar yakınlaşır. Otobiyografiler, biyografiler, anı kitapları ve hatta yazarın kişisel izlenimlerinden süzülen gezi kitapları da işte bu nedenle çok okunur, çok paylaşılır. Öte yandan insanoğlu ötekinin yaşamını merak eder, hele “öteki” bir zamanlar ortak yaşamı paylaşmış biri ise bu merakını ikiye katlar; bir anlamda kendisininkiyle kıyaslar... ya ahlanır ya da kendini şanslı sayıp “öteki”ne vahlanır... 

Ciltlere esin kaynağı olan roman serisinin adının önerdiği üzere “Yaşamımdan Damıtılmış Anılar: Devamı Hayat” geçmişten bugüne yaşamsal bir anı koleksiyonu... Bir hatıra günlüğünün samimi diline sahip olan bu müdevvenat (repertuar) belki de edebiyatın her türüne yakın. Ama en yakını roman dilinde olması. İçinde şiirlere de, mizaha da, denemelere de, monografiye de, özyaşamöyküsüne de büyük ve detaylı tarihsel bir panorama belleğiyle yer veren romanesk bir külliyat... Hatta ömür yeterse on ikinci cilt de destansı bir “oratoryo” olarak tasarımdaki yerini almış durumda...     

On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru imparatorluğun değişik topraklarında yaşam süren köklerimin kurgusuyla başlayan Y.D.A. roman serisinin ilk cildi, zamansal bir ardıllık içinde ilerliyor. Ancak zaman etkeninin dayattığı bu doğrusal okuma, köklerimin yaşamındaki önemli olaylarla, önce imparatorluk sonra da cumhuriyet Türkiye’si için dönüm noktasını oluşturan olayların birbirine sarmalanmasıyla bozuluyor. Buradan varmak istediğim noktayı ise şöyle açıklayabilirim: “Okur, kimi yerde kendini, Şeref Sayman ile birlikte, onun açtığı bir pencereden kitleye gösterdiği bir an’a ve o anda yaşananlara bakar buluyor.

Kitabı açan, “Öndeyiş”, “Öndeyiş İçin Ek: Ayna, Ayna Söyle Bana Ben kimim?” ve kapatan “Birinci Cilt İçin Sondeyiş”, “Ekler” ve “Kaynaklar” bölümleri dışında farklı olaylara ve olgulara odaklanan, farklı zamanları anlatan 25 ana bölüm, 75 yazı bekliyor okuru. Hiç kuşku yok, bu farklılıklar cildi hem içerik anlamında zenginleştirecek ve çok daha fazla okur için ilgi çekici olmasını sağlayacaktır hem de farklı kuşaklardan, ilgi alanlarından ve mesleklerden okurun kendiyle özdeşleştireceği yaşanmış öyküleri sunabilecektir.

[📷 Tarihi Yarımada, yağlıboya resim, (Nostalji Arşivi).]

Öyle ki, bu birinci cildi okurken kimi okur kendisini on dokuzuncu yüzyıl karmaşasında bulacakken, kimi eski Kadıköy, Kozyatağı, Erenköy, Merdivenköy, Kazasker, Bostancı, Suadiye, Çilingir, Çerkezköy, Çatalca semtlerinde/köylerinde benimle birlikte gezintiler yapacak, kimi farklı kuşaklardan İstanbul zamanlarına geri dönüp kendini cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yeniden inşa sürecine giren bir ülkenin etrafına çekilen yüksek duvarlardan atlarken bulacak…

Çünkü düşkün bir anı da olsa

ışığın dağarı külden bir kaya gibi

büyüdüğünde

belleğin kırçıl bir yasa giydirilmiş

o şeffaf robanın ağırlığıyla

bir safra gibi boşalacak gözlerinden

Sonra bir kamçı kesiğiyle donattığı

arınmış neşesi

sırça bir duvarın öte yanından bakan

kör yansının irisiyle değecek tenine

“yazı” diyecek sana, sesi bolararak,

“çıplak bir selvada kaybolmayı öğrettiğinde,

hani düşünde canlanan vizon

taş bir budun gibi donunca

inşa edici bir usun salpa dikkatiyle,

sen bir cümle kurduğunda eksilen,

dilinde biten he kuşkunun asarıyla donanıp

tarh döken bir acının ılık sessizliği

tüm söyleyebildiğin,

işte o taşınmaz usanç değil mi,

zamanın kayıp çatkısıyla yüklü,

bu değil mi yazı?” [2]


Ben kendimi bildiğimden beri her an birden çok işim, uğraşım oldu... Daldan dala uğraşılarım birtakım eklenmelerle hâlâ artarak sürmekte. Bütün bu çabaları birileri “aferin desinler” beklentisi içinde yapmıyorum. Bu ciltler tamamlandığında hedef kitlem arasında özel bir yer edinmesini böyle bir övgüye ihtiyaçtan daha fazla yeğliyorum. Çünkü bu ve bu tür kitaplar arşivciliği gelişmemiş, kayıt tutmayan, toplumsal belleğini bile kısa aralıklarla temizleyebilen bir ülkede, Saymanlar, Şalvarlıoğulları, Mumcular, Akbiller özelinde, ama tarihe merak duyup da farklı bir kalemin ucundan çıkan mürekkep damlasından geçmişte neler olduğunu inceleyenler ve en ufak bir bilgi kırıntısı için sayfalarca yazıdan bilgi kazıyanlar için belgeli bir kaynak. Roman kurgusunda güvenilecek birkaç sözcük arayanlar için tutunacak bir dal. Daha ne olsun? Söz uçmasın, yazı kalsın... Ancak beni biraz yakından tanıyanlar benim “teselli ikramiyesi” bekleyerek giriştiğim her işi –ister düşlerim beni sürüklesin, ister ben başkalarının yazgılarını çizeyim– inandığım için giriştiğimi ve kendimin tatmin olmayacağı bir sonuçtan sırf çevremdekiler aferin desinler diye pay çıkarmayacağımı bilirler.

[📷 Lara, Antalya, (Mayıs 2007).]

Çocukken çok severek okuduğum çocuk romanları vardı. En beğendiklerim Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarıydı. Andersen’den Masallar, Alexandre Dumas, Charles Dickens, Jules Verne, La Fontaine, Victor Hugo, diğer klâsik çocuk romanları gönül raflarımı süsleyen romanlardı. Ortaokul ve lise yıllarında ise roman sevgisi Türk romancılarına yoğunlaşmıştı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Mithat Efendi, Burhan Cahit Morkaya, Esat Mahmut Karakurt, Halikarnas Balıkçısı, Halide Edip Adıvar, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Kemal Tahir, Mahmut Yesari, Muazzez Tahsin Berkant, Orhan Kemal, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaşar Kemal başlıcalarıydı...

İngiltere’de geçen yetişme yıllarımda ise kâh kütüphanelerden, kâh kitapçılardan edindiğim Rus, İngiliz ve Fransız yazarlarının kitaplarını İngilizce dilinde okudum ve çok haz aldım. Balzac, Baudelaire, Diderot, Dostoyevski, Dylan Thomas, Eliot, Gogol, Gorky, Greene, Hardy, Hemingway, Joyece, Maupassant, Moliere, Montesquieu, Rousseau, Sand, Sartre, Shakespeare, Stendhal, Tolstoy, Turgenev, Voltaire, Zola sabah akşam hep birlikte olduğum seçkin yazarlardı.

Türkiye’ye döndükten sonra, özellikle askerliğimi bitirip yerleşik düzene geçtiğim zamandan itibaren kendimce “büyük” bir kütüphane yaratmaya soyundum. Bu süreç içinde çocukluğumda okuduğum o romanların önemli bir çoğunluğuna tekrar sahip oldum. Bir kısmını yaşlılık günlerimde tekrar okumak için ayırdım. Bir kısmı ise bu ciltleri yazmaya soyunduğumda önemli bir hazine sandığı gibi başucumda yer aldılar ve o gündür bu gündür inanılmaz kaynak vazifesi görüyorlar.

Her birinde çok farklı yaklaşımlar mevcut. Anlatımdan üsluba, içerikten çözümlemeye, dünya görüşünden siyasal tercihe, çok renkli tartışmacı tutumlar sergileyici, emeller, maksatlar, ütopyalar dile getirici bir edebiyat kuyusu... Ve bugün hiçbirinin yazarı maalesef hayatta değil...

YDA’nın bu cildinde yaşamöykülerini, emeklerini, kişisel ilişkilerini, alışkanlıklarını, amaç ve hedeflerini, dünya görüşlerini, inanç ve batıl inançlarını, ahlaki anlayışını, politik duruşlarını, arkadaşlık anlayışını, aile durumlarını, umutlarını, rüyalarını, uğraşılarını, ilgi alanlarını, eğitim durumlarını, ön yargılarını, kendilerinden sakladıklarını, başkalarından sakladıkları sırlarını, kısacası tüm vasıflarını tasvir ederek yazmaya çabaladığım ana karakterlerin hiçbiri de aramızda değil artık.

Her romancının ereği ille beğenilmek değildir ama, özellikle yukarıdaki paragraflarda adlarını yâd ettiğim yazarlar eserlerini, bizler için, okuyalım diye kaleme almışlardır. Benimse YDA’nın bu birinci cildinde “tanıtmak” ve “yaşatmak” istediğim köklerimin ana karakterleri, kurdukları yeni düzenleriyle birlikte, yalnız beni ve sülale erkânımı, soy ağacımdan gelen akrabalarımı değil, tarihe ilgi duyan, anı kitaplarına ilgi duyan, ya da biraz olsun benim şahsıma ilgi duyan herkes için de müteferrik önemde itibarlı bir hazinedir. Neredeyse yarım asır veya daha öncesinde yaşamış bu romanın kişileri, “gönlünüzü dinleyin, kimileyin çevremizdekilerden çok daha yakındır” bize...

İlerideki perde arkası makaleler içinde şöyle bir görünüp, ama izler bırakarak kaybolacak Mehmet Efendi’ler, Fatma Hanım’lar, Ali Efendi’ler, Şefika Hanım’lar, Gazi Mustafa’lar, Münevver’ler, İsmail Efendi’ler, Hüsniye Hanım’lar, Rasim Efendi’ler, Zehra Hanım’lar, Ahmet’ler, Saliha’lar... bende hâlâ yaşıyor... Günler var ki, onlarla buluşuyor, onlarla görüşüyor, onlarla söyleşiyorum. Düşlerim onlara ne çok şey borçlu. Ya, kalbim?

[📷 Konyaaltı, Antalya, (Ocak 2008).]

Evet, özellikle bu birinci cilt benden önceki hayatları kaleme aldığı için yazımı çok zor olan bir eser. Bir başka zorluk da, bu romanın kahramanlarını yazarken onların hayatlarına girdiğimden beri duygu yoğunluğu yaşıyor olmam. Gerçekten de belalı bir iş bu yazmak meselesi. Ama tatlı bir bela!!! Çünkü yazmak korkusu. Yazamamak korkusu... Yani an geliyor yazmak istediklerinizi pat pat yazıyorsunuz. Sonra bir başka an geliyor, yazmamanız gerekenleri yazdığınızı fark ediyor, çark ediyorsunuz... Ancak ben bu kaygılardan kendimi kurtardım kurtaralı çok rahatım. Artık bu tür korkularım yok. Mümkün olduğunca hemen her şeyi yazmam gerektiğine inanıyorum ve öyle yapıyorum. Ancak biliyorum ki ben ne ünlü bir yazarım ne de büyük bir yazarım... Şiir yazmama rağmen kendimi şair olarak görmediğim gibi... Sadece yazmayı deniyorum diyebilirim. Ya da erkin bir çaba gösteriyorum. Tarihin insanları değiştirdiği, düşlerin gerçeklere vurup kaçtığı, kimi zaman da tersi vaatte bulunduğu bir doğu/batı coğrafyası... YDA hiç bitmeyen bir yolculuk!

Evet amansız.. belki bir o kadar da tanıdık bu yüzden.. sonra doğu ile batının birbirine kavuşması, ezgi kardeşliği, sevda sentezi, doğurganlığın bireşimi, can kardeşliği, kan kardeşliği.. eserin bütününe yayılan muhteşem bir toplumsal fotoğraf..

Şimdi zamanın ibresini bugüne çevirip bu birinci cildin yazım aşamalarını teker teker inceleyebiliriz... 

***...*** 

4 Ocak 2008’de yazdığım bu yazıyı bir önceki perde arkası makaleleri gibi aynı şekilde Şakacı Sokak dizime de uyarlayabilirim. Nihayetinde bu sokak ve çevresi ile ilgili yazacağım öykülerin kaleme alınma yöntemi de birebir benzerlik taşıyor. Sadece roman havasında değil birer düzyazı (essay) olarak çıkıyor karşımıza. 

Seref Sayman

Antalya, 4 Ocak 2008 

[📷 Günlerden bir gün Yaşam Merkezimde, Saros, (Ekim 2007).] 

(*) Önceki Makale: Tekniğin Örgüsü ile Dilin Kemiği

(*) Sonraki Makale: Devamı Hayat "1963 Öncesi Tanıtım Yazısı" 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ANILARIM] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…*** 

KAYNAKLAR

[1]  Nuray Lale: “Mükemmel Bir Roman Nasıl Yazılır?”

[2]  Ali Karabayram: “Kantat”