ÖYKÜLERİM

ÖYKÜLERİM

BUNCA UYARI ALAN BİZ ÇOCUKLAR İSTEMESEK DE AYDINLANIRDIK ONLARIN ELİNDE...

Öykü yazmaya epey erken yaşta başladım, gidiş o gidiş, bundan da hiç vazgeçmedim. İlk dönem, 1970-1979 yılları yani, her sözün önemi vardı, basit bir kelam edip uzun uzadıya bir lakırdı yapmanın, herkes için... Çevremdeki insanlar, içindekileri dökmekten utanmamışlar, kıyasıya anlatmaktan sıkılmamışlardı. Onlar anlatır, aktarırken farkında olmadan hem kendilerinin hem de benim düş ve söz dağarcıklarımızı zenginleştirirlerdi. Sözün hükmünün olduğu o alçak gönüllü dönemlerde, yanımda mahallemde bahçemde has anlatıcılar da olunca, söz yoluna ağdık...

Gelişme çağındaki çocuklar için en yakın çevreden yansıyan konuşma biçimleri önemli. Ben o dönemi, farklı kültürlerden gelen beşeriyet zenginliğinde, güzel konuşan, gölgeli, görkemli, düzgün konuşan insanlarla geçirdim. 2000’li yıllarda yaşadığımız gibi konuşma kısırı, ya da tutuk değildi insanlar. Zengin bir dil akar giderdi. Şimdi tatsız tuzsuz, dilsiz acayip bir dönem yaşıyoruz. Konuşmanın kıvamını, sözün hükümranlığını umursayan yok. Türkçe dilini seven, sayan azaldı.

Kuşkusuz bir önemli konu da eğitim kadroları. O dönem öğretmenlerini de unutmayalım... Edebiyat derslerinin budanıp atılmadığı, dönemin yazar ve şairlerinin tanıtıldığı, çocukların sanata özendirildiği dönemin öğretmenleri hep ayrıcalıklı mıydılar? Hayır, değildiler. Maaşları gene azdı, kıt kanat geçinirlerdi. Çift iş yapanları bile olurdu. Tek tük elbiseleri vardı, ama edebiyata, sanata, kültür eğitimine saygılı, yaşadıkları coğrafyaya ve ‘ana dili’ gibi kullandıkları dile sevgiliydiler...

Ama geçmişe şöyle kılcal damarlı bir not düşelim dersek…

Türkiye'de genç olmak zaten zorken, toplumsal ivmenin hızla yükseltildiği o karışık 70’li yıllarda, ilk, orta ve lisede okurken, ‘Adiloş Bebe’yi andıran bir hayat öğrencisi adayı genç olarak toplumu anlamakta çok zorlandım. Zorluğu benim kafaca her şeye muhalif olmamdı. Ve ben bunu bilerek, isteyerek yapmıyordum. Kendiliğinden gelişiyordu. Zoru kolaylaştıran çok güzel öğretmenlerim oldu. [Bununla sadece gittiğim okullardaki eğitmenleri kastetmiyorum.] Her biri toplumun yükselen ilerici değerleriydi. Onlar ‘Usta’ ve adeta ben bu ustaların kanatları altında bir ‘Çekirge’ydim.

Yalan değil. Daha bilinçli okuyorduk. Elime geçen her kitabı tamamlıyordum. Sonra sesli sokaklar, siyasi bilinç, sevda, bizim ŞAKACI BAHÇE’nin (*) uygulama dersleri ve toplumu yakından tanımaya başlama. An gelip fikrimizde kalbimizde patlayan şamarlar. Bu insanlar böyle nasıl? Bu çocuklar böyle nasıl? Nasıl bu toplum? Ama bu haksızlık. Ne çok şey çıkmazda... Ölüme de umutsuzluğa da kafa tutulabileceğini, değişimi ve sınırların zorlanmasını yazma sanatıyla, edebiyatla yapabileceğimi düşünmeye başladığım (öyle sandığım) yıllar...

Cümleler, sözcükler, sözler, edebiyat sanat yapıtları eylemdir. Durağan sanılsa da, dünyaya ve hayata önce sözcüklerle biçim verilir. Dünyayı sözcüklerle değiştiririz ilkin... Söz, en büyük eylemcidir. (Gene de asıl eylemcinin yanında bazen yaya kalır. On altı yaşımdayken, eli kanlı faşistler tarafından kalleşçe katledilen arkadaşımın yanında olamadığım, onu koruyamadığım için günlerce yere çakıldığım, yıllar sonra ise internette dolaşan resmini ilk gördüğüm anda verdiğim tepkiyle otuz yıldır sakladığım yerden çıkardığım gazete kupürüyle eşleştirmeye kalktığım o ilk anı halen unutamıyorum. Hâlâ yazamadım...)

Bizim sokağımız her kültürden insanın yoğrulduğu bir sokaktı. ŞAKACI DÜNYA’da anneanneler, babaanneler mâni atar, çok güzel masal anlatırlardı. Bütün bunlar birleşince, söylemenin, yazmanın ne sihirli bir iş olduğunu düşünmeye başladım. Şiirler yazdım, her minik TC yurttaşı gibi. Neyse ki haddimi bilmedim, kısa öykülerle, piyeslerle, sosyal içerikli, sanat içerikli denemeler, kompozisyonlarla bir üst sınıfa geçtim.

Çocukken, benim karma bir okuma düzenim ya da düzensizliğim vardı, şimdi de öyledir. Halk hikâyeleri, piyasa romanları, çizgi romanlar, çocuk dergilerinin yanı sıra, macun satan macuncu ile leblebi tozu satan şekercinin attığı manileri, ŞAKACI DÜNYA’nın assolistini, ‘kafadan kontak’ Mümine’nin bel altı küfürlerini, yukarı mahallenin hikâyecisini keyifle dinler, onlara öykünürdüm. Elbet ilk okunması gereken çocuk klasiklerini erkenden okuyup bitirmiştim. İlkokul kütüphane terbiyesinin, ŞAKACI DÜNYA’mızda egemen olan değiş-tokuş alışkanlığının verildiği o dönemlerde, satın almadan ne çok kitap devirdik. Sait FaikRefik HalitÖmer SeyfettinReşat NuriHalide Edip,  Halit ZiyaHüseyin RahmiPeyami SafaLa Fontaine başlangıçta etkileyen yazarlar. Herkesin Nazım Hikmet’e diklendiği o dönem, “Akın Var, Güneşe Akın.. Güneşi Zaptedeceğiz, Güneşin Zaptı Yakın!” diyen ‘Güneşi İçenlerin Türküsü’ ile beni altüst etmişti. Şimdi bile N.Hikmet’in en etkileyici şiirinin bu şiir olduğunu düşünürüm. Ustalarımın uyarısıyla tanıştığım Orhan Kemal ve Yaşar Kemal... Onların dilindeki tada bayılırdım. Kitabın kokusuna, parmağa sinen mürekkep bulutuna ve tadına, Londra’daki kütüphanelerin atmosferine bayıldığım gibi... Her bulduğumu okuduğum bir dönemdi. Dostoyevski’den, Çehov’dan, Turgenyev’den, S. Ali’den Kafka’ya, Poe’ya, Cumalı’ya has öykücüleri döne döne okurken, sanırım onların çizgisinde bir diyalektiğin de yoluna giriyordum.

Londra yıllarımdaki dünya yazarlarını didik didik ettiğim edebiyat aşkı, İngilizce eğitiminin tamlığı, çevremdeki ustaların siyaset arenası dışında varlık gösterdikleri kültür-sanat bilinci, kentteki sanat etkinlikleri okumanın ve yazmanın tadını öğretti.

Burada okuyacağınız ilk ÖYKÜLERİM çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin ‘ev-okul-sokak’ üçgeninin öyküleridir. Kendi yaşantım için de, hem elimi uzatamadığım engin bir ufuk olan hayatın, sevdaların, hem kıstırılmışlıkların. Hem cehalet, hem cesaret, hem arayış, hem hayata iştah... 14-24 yaş dönemi öyküleridir. İstanbul öyküleridir. Arada kentsiz olan ya da Londra öyküsü diyebileceklerimiz de var. Hedef kimi zaman fantezi ve aşk hikâyeleri olsa da çoğunlukla konulara gerçekçi bir yaklaşımla sokmaya çalıştığım tanıdık insanlar, yaşadıkları bizim toplum, insanla toplumun karşılıklı sorunları, toplum dışına sürüklenen insanların serüveni.

[📷 İşte bu bahçede geçmişti çocukluğum ve gençliğim. (Bugünün Mehmet Sayman Apt.), Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).]

Öykülerimin iklimi özgürce yaşadığım edebiyatın iklimidir. Ama kan bağım doğduğum, yetiştiğim, gençlik peşinde koşturduğum ŞAKACI DÜNYA’dır. Yurtdışına açıldığımda, ÖYKÜLERİM de enternasyonalleşti, yerel motifler güzel ve farklı bir doku, bir renk oldu diyebilirim.

Her öykü cüretkâr bir şekilde doğduğu yeri, kafamdaki akıl toprağında çimlendiği ve hemen ete kemiğe bürünüp benim yanımda yürümeye başladığı coğrafyayı değiştirmek isteyişi, genetik mirası değiştirmek gibi... Her öykümün kahramanı bulunduğu yer ile özdeşleşir. Benim elim bozmaya kalksa bile, fikrim karşı çıkar, izin vermez buna. Öykünün aurasını bozmak, plasentasını çekip almak olmaz.

Bunun için şimdilerde yolunda gitmeyen bir takım şeyler, hatta ve hatta çok şeyler olduğu için yazıyorum. Haksızlıkla, yılgınlıkla, umutsuzlukla, mutsuzlukla kendi çapımda dövüşmek için. İnsanın toplumsal türküsünü söylemek için... Ölümlü, kısacık hayatlarımızdaki kimi kişileri, anları, oluş ve çatışmaları, umudu alıp, sonsuzluğa ekmek için... Bir yığın bağımlılığı içinde insanı bağımsız kılabilmek için... Özgür kılabilmek... Bir anlığına bile olsa...

İnsanın, hayatın uğultusu içinde, bir an durup düşünmesini, kendini ve sonsuzluğu dinlemesini sağlamak için, neden olmasın... Yazılanlardaki umudu, ölümsüzlüğü, kendiyle aynılığı, gündelik olanın sonsuzluğunu, tadını dinlemesi için...

Şimdilerde ise kafamda yeni coğrafyalar. Yurttan uzak. Hiç yaşamadığım yerleri öyküleyemez miyim peki? Pekâlâ, öyküleyebilirim ama benim hikâyelerim adı ‘öykü’ gerçek hikâyelerdir...

Yaşadıklarımı yazmak ise, onlar yazdıklarım arasında en gerçek olanı. Anı-yaşam öyküleri “YAŞAMIMDAN DAMITILMIŞ ANILAR: Devamı Hayat” içinde yaşadıklarımın ipucu oluyor. Hayatın içinde, en içinde olmak, bütün boyutlarıyla ekmeğin kavgacısı, umudun yolcusu, sevdanın kurgucusu olmak zor... Hem hayattan kesilmeyecek, hem rahat olacak, ama, fazla kolaycılığa da alışmayacaksınız demişsem, bu kadar da demedim herhalde... Zira öyküden kaçılmıyor, ben kaçamıyorum...

Keşke yüksek sesle anlatıp yazarak, kendime ait şu odada ve masada 24 saat çalışabilse idim ve edebiyat üretmekle kalabilseydim...

Benimkileri değerlendirmek bana düşmez ama keşke insanlar iyi öyküleri daha çok okuyabilse, buna bağlı olarak kendi öykülerini de güzel yaşayabilselerdi. Keşke hayatın anlamlı değerleri insanları uykudan uyandırıp harekete geçirebilseydi. Keşke gündelik gerçeğimizin ‘zalim’ yükü paylaşılabilseydi. Keşke ders kitaplarında, ev ödevi kâğıtlarda dünya edebiyatı budanıp özet olarak indirilmese de, işlenip geçilseydi. Keşke, okumamanın en büyük özür olduğunu insanlar anlayabilseydi. Keşke, keşke demek zorunda kalmasaydık.

ÖYKÜLERİM’de her zaman göze çarpan yan, toplumun farklı kesimlerine bakışımda, yaşanılanlara tanıklık ön planda. Eksik, aksak yanlar, trajik durumlar... ÖYKÜLERİM için, yaşama bakarken hep bu boyutları yakalamayı önceliyorum dersem abartı olmaz. Evet, bu boyutlar aslında hayatın koordinatları ve kara gülmeceyi de içlerinde taşıyorlar. Biraz o boyuta da yaslanmaya çalışıyorum. Çünkü, hayatın kendi enlem boylamları içinde bir de gırgır ekvatoru var ki, bunu o ağıdın dokuyucuları bile ıskalamıyor.

Yazarken kimi zaman aktarıcı, kimi zaman da arzuhalci, destancı, hikâyeci, artık ne denilirse... Hem tasarlayarak, hem yazarak, söyleyip, söyleterek... Ahrazın ağzı içinde dil gibi, kalpte yanan sevda ateşi, parmak ucunun hüneri, ağıdın mavisi, hayatın hışmı, hayfındaki sabrı, işte öyle bir şeyler...

Bu nedenle olsa gerek öykülerimde yukarıda sözünü ettiğim ‘gerçek’ kişiler, çıkmazda olan, acıları, sevinçleri, aşkları, umutları ve umutsuzlukları sebebiyle savrulan, ayakta kalmaya çabalayan insanlar. ÖYKÜLERİM’in olduğu kadar, gerçek hayatın da ortak kişileri...

Çoğunlukta vardılar ve var olmaya devam edecekler. İnsan olmanın, Dünyalı insan olmanın gerekleri bunlar... Ve insan, insanca yaşamak için, yapıp çattıklarının insana yaraşır olabilmesi için nasıl da çabalıyor... Gelimli gidimli dünya, bir ucu ölümlü dünya diyor, sonunda varılması mukadder olan yok oluşa karşın, çabalıyor, umudun izini sürüyor.

İşte gelin de bu destana vurgun olmayın! Ben dünyadan geçip giderken, ölümü bile kabullenen, adı ne tür konulursa konulsun, bir iz bırakmaya, direnmeye, sevmeye, barışa teşne insanların yaşamak, direnmek aşkına vurgunum... Siz de olabilirsiniz, pekâlâ...

Bir de hiç tanışmadığım kahramanlarım var. 

Öykü kişileri... Onlar yazıldıklarında değil, hayır, aklıma ilk düştüklerinde gerçek oluyorlar. O andan sonra hayatımın değişmez ortağıdırlar... Sahici insandan daha gerçektir öykü kişileri. Onlar, tıpkı öykünün kendisi gibi, kalıcıyla geçicinin, çatışmasından çıkıyor. Bir zıtlık, bir gerilimde, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu her yerde, öykü de oluyor. Haksızlığın olduğu, mutsuzluk ve eşitsizliğin olduğu her yerde, emeğin, kavganın olduğu her yerde öykü var. Öykü, her an, her yerde...

Ayrıntıya, yerele, öğreticiliğe yaslanıyor olabilirler, benim kişilerim. Hayatta da öyle değil mi? Kusurun, ya da yerelin didikleyicisi olmaktansa, şu sorulmalı: İnsan, yaşamak denen o sonsuz uğultunun, karmaşanın içinde, bir sanat yapıtını okuyunca, durup, kendini dinleyebiliyor mu? Yazılandaki umudun nabzını tutabiliyor, kendisiyle tıpkılığını fark edince, yenilenebiliyor mu? Kalbinde açan güneşle, fikrinde tomurcuklanan sorularla “neden” sorusuna yanıt arıyor mu? Öfkesini dizginliyor mu? Maviyi, sarıyı, kuşun kanadını, rüzgârı yerli yerine koyuyor mu? Ufkun ötesini düşlüyor mu, onu okuyunca? Ya da bırakalım bunca büyük sözleri, maviyi görüyor, içine bir tat yerleşiyor mu, sorulara, şarkılara göğeriyor mu? Bunlar oluyorsa, tamamdır. “Hişt, hişt”e yanıt alınmıştır...

Ve illa tüm coğrafyaların kadim sanatçıları: Kadınlar ve çocuklar... Bir toplumda çöküşün de, kurtuluşun da kadınlar ve çocuklarla başladığını hepimiz biliyoruz. Toplumca vardığımız çıkmaz sokaklara önce kadını ve çocuğu iteliyoruz. Kuşkusuz labirentten çıkış da oraya ilk itilenlerle olacaktır. Nitekim, dünya küfesi kadınların sırtında. Üretim, çocuk, sevda, bütün diyetler ve kurtuluş kadınların sırtında... Kutsal kitaplarda dizgi hatası var sanırım, Tanrı önce kadını yarattı. Ondaki güçten korktu, kadının direncini kırsın, bereketinin tadını kaçırsın, köküne kıran girsin diye, kadının tırnağından aldı, ondan da erkeği yarattı... O günden bugüne erkek, kadının kesip attığı kör tırnak kadar olamadı... Bu nedenle de kadınların kurtuluşuna en fazla kadınlar kadar saygı gösteren bir sosyalist gelenekten gelmenin övüncünü de belirteyim.

ÖYKÜLERİM’de toplumsal mizahın gücü kadar anlatıcılara, halk hikâyelerine, masalcılara, destancılara, âşıklara duyduğum meraktan, masal/destan/mitoloji öğelerine de yer veriyorum. Ben ve akranlarım o dönemlere yetiştik, sokaktan destancıların geçtiği, masal ustalarının dizi dibinde muhabbet akademisinin yapıldığı, yazlık sinema kartelcilerinin film öyküsü anlatıp, merak kışkırtıcılığı yaptığı, mahalle aralarında anlatıcıların var olduğu dönemlere... Masalın, destanın, tılsımın, büyünün insanın sorunları ve umarsızlığının karşısında hayat toprağına inadına ekilen umudun daldırma süzgecinin, gülmece tezgâhında dokunduğu bir söyleyişin peşindeyim ve bu unsurları çok önemsiyorum. Olayı, yereli, halk motiflerini, ara renkleri, ayrıntıyı önemsediğim kadar...

Öyle ki, öykü an'ı anlatır. O tek bir anda, tüm bir ömrü... Yoğunlaşmış hayatı... Hayatın uğultusunu, görkemini... Tutumlu sözün destanını... Bir dövüştür o, kör dövüş, dünyayla tutulmuş düello... Haksızlık, mutsuzluk, eşitsizliğin insanoğlunun alnı üstünde nişan alınan elmaya saldığı oktur... Kör geceye sıkılmış kurşundur. Öldürmez, düzeltmez, onarmaz belki, ama, iz bırakır, ses getirir...

İnsanın bazen mırıltısı, bazen çığlığıdır öykü... Ölüme karşı başkaldırıdır... Kör geceye tutulan şavktır... Çölde bulunan vahadır... Bir anlığına bile olsa, bağımsızlıktır... Ölümlü, çaresiz hayatlarımızda, bir kavalcının nefesindeki ezgi, bir ekmekçinin koca hamur teknesine saldığı güzel mayadır... İnsanlığın ilk çektiği çizgi, fırçadaki en parlak renk, ilk notadır... Taştaki ilk keski, kalpteki ilk kıpırtı, fikrin çekirdeğidir... Suyun gözüdür öykü, umuttur, direnmedir, ölümsüzlüktür... İnsanlık ailesindeki benzeşinin fotoğrafıdır, gündeliğin tadıdır, kavganın, barışın ilk adımıdır... Ağız sütüdür, günışığıyla umutlanmak, ay ışığıyla gönenmektir...

Öykü nedir sorusuna vereceğim en yalın cevaptır: Ben nerden bileyim, öykü nedir? Hayatın ve kalbin kıpırtısıdır işte, ölüme rağmen...

Söylenmemiş öykü yoktur, bunu biliriz, ama, her öykü gene de biriciktir, tektir. Tavrı, edası, sesi değişiktir, tıpkı her şarkının, her şiirin, her aşkın, her insanın bambaşka, benzersiz, yepyeni oluşu gibi...

Bir tılsımcıdan duymuştum, “bu bir bardak suda dünya yeniden kurulur, yeniden yıkılır” demişti. İşte öykü yazmak biraz da budur. Bir kalem ucunda, bir bardak suda ya da sözde, açılıp kapanan bir kapı ardında dünyayı yeniden kurmak, ya da yıkmak...

Son birkaç söz de ÖYKÜLERİM’de geçen aşk mevzusu üzerine... Başta aşk olmak üzere, aşk boyutunda, tutku hükmünde bizi kuşatan olguların, şeylerin, düşlerin hikâyesi bunlar. Aşkın felsefesi, tanımı olur mu? Aşk aşktır ve insanoğlu aşkla insandır. Kime neye inanırsa inansın, ben, aşkın tüm teori, saptama ve tanımlar ötesinde çok ciddi bir iş olduğuna inanırım. Ben hayatım boyunca ucundan kenarından resmini çizmeye, yazmaya çalıştım. Epilog; aşkın tarihi, toplumun da tarihidir. Aşkı biçimleyen, tanımlayan, bezeyen toplum, bozanın da o olduğu gibi tıpkı... Toplumdan bağımsız aşk olur mu? Akıldan özgür aşk? Aşka düşüvermekle, aşkın içinde ayakta kalmak aynı şey mi? Toplumsal karmaşanın aşka vurduğu, mecbur vurduğu mühürdür, o genel izlek.

Ve son olarak ÖYKÜLERİM’deki yaşamın çözülen, yozlaşan yanına bakışın, insan ilişkilerindeki izlerin ön planı... İnsanın umarsız, yalnız, her yönden kuşatılmış olduğunu düşünüyorum. 

İnsanlık tarihinin darboğazlarından geçiyoruz. Dünya eski dünya değil. Kendi doğamız ve asıl doğa, zorla elimizden alınmış, bize karşın... Olması gerekenin yerine başka tür yaşamaklar, insana ters işler dayatmışlar. Aile çözülmüş, çağa uygun kurumlar henüz ortaya çıkmamış ilkesizlik, kimliksizlik moda olmuş. İnsanı tıpışlayan, ona “yalnız değilsin” diyen unsurlar yok olmuş. Tepesine kurşun, bomba, kimyasal zehir, sevgisizlik, yalnızlık, umarsızlık yağan insan ne yapacak? Bunun yanıtını önümüzdeki çağlarda politikacısı, bilimcisi, kuramcısı, yasa koyucusu, elbet verecek.

Ve dünya insana yaraşır güzel bir dünya olacak. Adına ütopya deyin, ufuktaki evrenselizm deyin, ne derseniz deyin. Şimdilik sanat aracılığıyla insanı tıpışlamaya devam, ona yalnız değilsin, demek için, ÖYKÜLERİM’le el ele verirseniz her zaman yeniden başlayabilirsiniz!!!

(*İstanbul ili, Kadıköy ilçesi, Kozyatağı Mahallesi, Şakacı Sokak’ta yer alan çocukluk evimin sahip olduğu ve çok çeşitli sakinlerinin yıllarca yaşadığı yer.

***...***

CİLT 4

  • 1977
  • 1978
  • 1979 (Ocak-Eylül)
CİLT 5
  • 1979 (Eylül-Aralık)
  • 1980
  • 1981
  • 1982
  • 1983
  • 1984
  • 1985
  • 1986
  • 1987
  • 1988
CİLT 6
  • 1989
  • 1990
  • 1991
  • 1992
CİLT 7
  • 1993
  • 1994
  • 1995
  • 1996
  • 1997
  • 1998
CİLT 8
  • 1999
  • 2000
  • 2001
  • 2002
  • 2003
  • 2004
  • 2005
  • 2006
  • 2007
  • 2008
  • 2009
CİLT 9
  • 2010
  • 2011
  • 2012
  • 2013
  • 2014
  • 2015
  • 2016
  • 2017
CİLT 10
  • 2018
  • 2019 
  • 2020 ve sonrası

***...***