YAPIT SEPETİ

 
YAPIT SEPETİ 


Mürekkep damlayan coğrafyada İnci gibi uzaklarda parıldar Yapıtlara döndüğüm yazın hayatım..

YAPIT SEPETİ'mde, iç zenginliğinin yanında ifade şeklinin de önemli bir rolü vardır... Nasıl ki resimler renklerle, heykel hacimlerle, beste ses tonlar ile yapıldığı gibi, edebiyat ESERLERİM de sözcüklerle ifade edilmiştir...

SEVİNÇ YÜKLÜ BULUTLARIN ISSIZ BİR LİMANDA ANİDEN BULUŞMASI

Yeniden, hep yeniden giriyorum yazın dünyasının kalbine, yazı işlerine; mevsimlerin peşine düşer gibi... Bana kucak açan düşlerimdeki bilinmeyen ülkelerden çocukluğumun yerleşkelerine döner gibi bir hissi paylaşıyorum kalbimin derinliklerinde. Aynen kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, matbaa kokan ciltlerin kalabalık sokaklarına… Bir koruda envaiçeşit kokulu çiçeklerin renklenmeye ya da ağaçların yalancı bahara aldanmışlığından çiçek açmaya başladığı yerde söz açarak giriş yapmak bu tanıtım yazısına. Sözü biraz dolaştırmaktır açıkçası. Bu arada hiç “yalancı bahar” da olur mu demeyin. Olur. Eğer bir deyim, halkların binlerce yıldır kullandığı dilleri içine yerleşmişse bilgece ve incelikli dokunuşlar vardır mutlaka içerdiği.

Minik kaygılardan uzak, doyulmaz bir rahatlık ve güven içerisindeyim. Bir bakıma kendi dilimi kullanıyorum; ondan olabilir. Aslında İngilizceyi çok iyi kullanan biriyim; epey eserlerim var İngilizce dilinde yazılı… Ama yazıların pir’i insanın kendi öz diline karşı başka bir tavır sergiliyor. Bilenmiş bilinci görmek istiyor her seferinde. Şimdi geriye bakınca daha iyi anlıyorum. Çocukluk ve delikanlılık yıllarımın mahalleleri, sokakları, evleri bahçeleri yok. Ancak hep oradaymışlar gibi aynı duruyorlar. Olan sadece boyutsal bir değişim. Tarla aynı tarla, bahçe aynı bahçe… Ama içini dolduran yapılar uzamış, sakinleri çoğalmış. O küçücük bahçelere bana ne kadar da uçsuz bucaksız gelirdi. Şu birkaç adımlık kaldırım ne kadar da yükselmiş, ne kadar da uzamış… Nasıl da güzeldi şu dairede oturan kız. Ne kadar da gaddardı şu sokağın köşesinde oturan adam. Şu kuyular ne kadar derindi. Geleceğe dair kurduğum onlarca düşler bile sığardı içine…

Şimdi biliyorum mekânlar ve çevresini dolduran insanlar iyice değişiyor. Kan, duman ve alınteriyle. Nicedir kapıları zorlayan lodosun yalayıcı dili eski yerleşkelerin üstündeki sis bulutunu sıyırınca, ortaya çırılçıplak çıkıyor: orada da görüyorum, her şey bildiğim gibi değilmiş maalesef… Başka başak tohumlar da varmış meğer… O zamanlar ne ekip biçtiklerini iyi bilemediğim gönül avcıları, siyaset kurmayları. Yoksa nasıl açıklayabilirim sokaklara dimdik uzanan kalemsi taş duvarlara dişlerini geçirmiş ağaçları?

Görkemli çiçekler açtıktan sonra meyve tutmayan bir ağaca yalancı derlerdi. Tıpkı: “yalancı dolma, yalancı mücevher, yalancı aşk… yalancı dostluklar, yalancı kavgalar, mücadeleler” gibi… Ama ağaç için ne duygusu egemendi? Mesela, yalancı bile olsa, ondan hiçbir beklentimiz olmadan yalnızca kendisi için sevip önemseyeceğimizi, doğaya saygılı bir kabullenişle, bir çırpıda bakar geçerdik önünden. Bu yaklaşım gerçeklerin ne yorumudur, ne de sorunlarının çözümüdür. Oysa biliyoruz ki kültürler her zaman aldatma değil, açıklık, içtenlik ve kendiliğindenlik üzerine boy salarlar.

Benim her fırsatını bulduğumda gittiğim geçmiş sokaklarımda çiçeğe durmasını beklediğim ağaçları arıyorum. Hayali bir düşünceyle çevrelerinde dakikalarca tur atıyorum. Yalancı ayva, yalancı çağla, yalancı kızılcık, yalancı vişne… Bilmem ki nasıl bir nedenle uçup gitmişlerdi? Şimdi bakıyorum bir yandan, özenli apartman bahçelerine de küçük fidanlar dikilir olmuş. Gene de onları kimsenin tanıdığını ve ne ağacı olduğu ile ilgilendiğini sanmıyorum, birkaç meraklısı dışında.

Baktım ki üzerime zamanın çamur yağmurları yağmışçasına ağırlaşmışım. Ve bir kez daha anladım ki, yazın işlerine –şiirlere, roman denemelerine, düzyazılara vesaire– yakışan, kuşattığı bütün anlamlarla birlikte, gençliktir. Acemilik, çekingenlik ve kör cesarettir. Ve hafifliktir. Bütün kanatlarını kıran rüzgârın önünde duyumsanan hafiflik, yaratıcılığın umutlu bir işareti sayılmaktadır… Burada yer alan eserlerim terzinin ölçüsünü alarak başladığı bir pantolonun ütülenip askıya asılmasıyla son bulan sürecine benzer bir şekilde yaratıldılar. Her biri nice aşklar, dostluklar, yiğitlikler, kavgalar tanıdı.

Korkaklığı, yalanı, ihanetin ikiyüzlü bıçağını, bencilliği de… Ne tuhaf! Sanki yeniden doğumun ve baharın bütün kodlarını barındırıyorum içimde, ömrümse diğer mevsimlerden de küçük şeyler umuyor. Direnişimi, isyanımı ve inadımı geride kalan günlere yayıyorum. Bunu anladım. Ve gene anladım ki, eserlerim de, “yalancı bahar” veya “yalancı ağaçlar”ınkine benzer özellikler taşıyor. Mesajı her biri yalnızca güzellikle bağını koparmamış yürekleredir. Köreltici hayatın hızından ve görece karanlığından başını kaldırıp, başka yazılı kıpırtılara da bakabilenleredir.

O mesaj ki, olmayan dostun, olmayan kapının çalmasını beklerkenki titreşimleri hızlandırıyor. Eserlerimin bir getirisi, yemişi yoktur. Tartılmaz. Sızlanmaz. Alkışa sığmaz. Dinmeyen bir esintisi vardır yalnızca, içe kapanık renkleri, değişken bir düşünce iklimi… Kokusu ve mucizeleri de vardır belki. Belki de hayatla ölümün sevdasından doğan kırık dökük bir yalnızlık ilahisidir eserlerim. Kim bilir, belki de onların dönüştürme gücünü, gizil değerlerini bilse bilse, artık dünyamızı toplu olarak terk edecek kadar yılgınlığa kapılan arılar bilir, sinekler değil… Tüyleri yağmurdan külçeleşmiş minimini serçelerin, bir saçak altında toplaştığı o umarsız anlarda yaptıkları gibi…



2008 ve sonrasında yazılan makaleleri belirli bir kronolojiyi takip etmek, özellikle büyük bir hazine bulmuşçasına 1977’den itibaren yazdıklarımı da büyük bir özenle sıralayıp, yaşamımdan damıtılmış anılarımla da örtüşen o geçmiş yılların makalelerini derlemek nedeniyle, YAPIT SEPETİ yayınlarına ANILARIM: YDA (1970-1979) dönemiyle birlikte start veriyorum. 


***...***

 





>> ÖYKÜLERİM




>> DÜZYAZILARIM




>> MEKTUPLARIM





>> SEÇME YAZILAR





>> ROMANLARIM




>> HAYALİ EDEBİYAT





>> HUYSUZ EDEBİYAT 








***...***