EDEBİYATÇI
Mavi Okyanus lokantasının üzerindeki keskin tütün kokulu bir büronun karanlık
odasında telefon acı acı bağırıyor. Ahizeyi kaptığı gibi kulağına götüren
bedeni oldukça sıska ve dışarıya doğru sarkmış kirli sakallı adamın yüzü hayvan
başlarının süslediği yontulmuş ahşaba benziyor. Saçları geriye doğru taralı,
sanki yağ kavanozuna daldırılıp, daldırılıp çıkarılmış kafasının üzerinde küçük
bir balta gibi duruyor.
Kimse onun gerçek adını bilemediğinden ona yakıştırdıkları Arap adıyla çağırıyor. Kendisinin
gerçekten Arap ırkından geldiği ya da teninin oldukça esmer oluşundan değil.
Bütün gününü gün ışığına kapalı perdelerin arkasında sadece loş bir ışıkla,
karartılı bir odada geçirdiği için. Onu sokakta gören ilk önce ağzını bir karış
açmaktan ve Barış Manço’nun “Lonely Man” şarkısındaki yalnız adamı
anımsattığından ona acıyarak bakmaktan kendisini alamıyor.
Hâlbuki o kendisine inanmayacakları kadar yaşadığı büyük ve kederli, yalnız
dünyasında şiirsel düzyazılarıyla romantizm, ıstırap ve insan hayatlarına dair
harikalar üretmektedir. Eserlerinde esin kaynağı olan insanların diyalogları
bulutlar halinde duygusal balonlarla havada süzülürler, yukarı doğru
kaldırıldıklarında, bir romanın ötesine giderler... belki kısa bir öyküye...
belki de destansı bir şiire...
Bunlar bazen bir kompozisyon olur, bazen bir masal, hikâye, deneme,
fıkra, bazen de bir sohbet, eleştiri, bir günlük, hatıra, bir mektup, kimi
zaman bir biyografi, otobiyografi, kimi zaman da bir gezi yazısı, bir piyes.
Çekingen kırk beşliğinde Bostancı’nın
hem en çok tanınan hem en az bilinen edebiyatçısıdır Arap. O piyasada gezen
kıçı kırık kırkbeşliklere benzemez. Ne bir ucuz pikaba ne de kara kuru hayalden
başka eseri kalmamış antika bir gramofona sığmayacak kadar ciddi mahsuller
vermektedir.
Onunla tanıştığımda daha doğrusu yan yana oturduğumda bir çay bahçesinde
çay içiyorduk. Hayır, o kahve içiyor, ben çay içiyordum. O elindeki kitabın
yapraklarını usulcacık çeviriyor, sayfalar parmaklarının ucunda uçuşurken kalın
çerçeveli renkli gözlüğünün üzerinden etrafı kolaçan ediyordu. Gözleri benim
üzerime kaydığı yerde ben de onu seyrediyordum. Göz göze geldik. Gözlüğünü
düzeltip daha yakından görebileceği hesabıyla elimdeki siyasal gazeteye baktı.
Yüzüne ciddi bir gülümseme barındı. El işaretiyle yanına çağırdı, eli
havadayken ‘gelsene’ anlamındaydı; inerken önündeki sandalyeyi işaret ediyor beni masasına
davet ediyordu. Bütün gün sohbet etti benimle. Genellikle o anlattı ben
dinledim. O sordu ben yanıt verdim. Elimdeki gazetenin bir günlüğüne onda kalıp
kalamayacağını merak etti. Bana kendisinin okuduğu kitabı verdi, “bu sende kalabilir” dedi; sınırlayıcı bir tarih belirtmeden.
Cicero’nun “Dostluk Üzerine” adlı kitabı hâlâ bende. Geri almadı. Bununla kalmadı eğer arzu edersem Arap’ı
evinde ziyaret edebilir, bol raflı, bol kitaplı kütüphanesinden istediği kadar
kitap alabilirmişim, öyle söyledi. Ancak geri getirmek kaydıyla tabii.
Mahallesinde oturanların onun hakkında vardıkları yargının tam tersi oldukça
cana yakın bir adamdı Arap. Arkadaşça ama yalnız bir adam.
Telefonda kendi sesim. Titrek, çekingen ve sıcakkanlı, bununla beraber epeyce
dikkatli. Kendisine son yazdığı roman ile ilgili nasıl gittiğini soruyorum. Uzaktan
bizim oraların Bostancılı şivesiyle “Berbat,” diye kısa bir cevap
veriyor. Sesinde bir güceniklik hissediyorum. Ne zamandır niçin kendisini
arayıp sormamışım diye bir kinayede bulunuyor. Sonra “Şaka, şaka!” deyip kocaman bir kahkaha atıyordu.
“Bu roman kusmamı istiyor benden.” Öfkeliydi. İlk
yazdığı paragrafa takılmış. Kaç kâğıt yırtıp çöpe salladığını hatırlamıyor. Her
seferinde yeniden, yeniden yazmaya başlamış. Bu yüzden bir ilerleme
kaydedememiş. Bunları bana telefonda anlatırken, sanki o değil de başka biriyle
konuşuyormuşum gibi geldi bana. Onun gibi usta bir edebiyatçı, onca öykü,
roman, şiir, makale, oyun vesaire yazmış biri nasıl olur da ilerleme
kaydedemez! Mutlaka canı bir şeylere sıkılmış olmalı.
Yakın zamanda verdiği kısa öyküler kitabını bitirmiş kendisini tebrik
etmek için aramıştım aslında. Bunu duyunca kendine gelir gibi oldu. Sesindeki esrarengiz
mutluluk sedası ahizenin ucundan duyuluyordu. Özellikle bir öyküsünün beni
nasıl etkilediğini anlattım kendisine. Telefonun diğer ucundaki hırıltı kesildi
bir anda. Dokunaklıydı. Siyaha dönüşmek isteyen beyaz bir adamın hikâyesiydi.
Daha doğrusu toplumun dışladığı Roman’ları
ve koyu tenli Çingene karısını memnun
etmek için siyahmış gibi davranmak isteyen, onların var olma mücadelesinde
yalnız olmadıklarını, her koşulda onların yanında olduğunu gösteren bir adamın
acıklı hikâyesiydi. Benden beyaz tepkili bir protesto beklerken övgü dolu
sözlerimi duyunca çok hoşuna gitmişti. Kendisine bu kadar haksızlık
yapmamalıydı. Tek kelimeyle, “Müthiş,” dedim.
Ne kadar uzun konuştuk, yeni yapıtı hakkında söyleştik, şimdi hatırımda
değil. Ama birden heyecan dolu hırıltılı sesinin aramıza girdiğini fark ettim.
“Çok
teşekkür ederim. Bana ilham verdin. Romanda yazacağım giriş paragrafımı galiba
buldum. Çok teşekkürler. Hoşça kal.” Şaşırmıştım. Ne
söylediğimi bile hatırlamıyorum. Hangi söylediğim şey onu durup dururken bu
kadar heyecanlandırmış, ayağa kaldırmıştı, bütün diyaloğu kafamda yeniden
kurmaya, canlandırmaya çalıştım. Düşün babam düşün, yok gelmedi bir türlü
aklıma.
Çok küçük yaşlarından beri yazıyordu. Okuduğu yüksekokuldan mezun
olduktan sonra kompetan hayata atılmış, yazarlık mesleğini seçmiş. Bilmem kaç
kitabı yayınlanmış. Ama o yine de mutlu değil. Mutlu gibi görünen o yüzün
arkasında hep bir endişe var. Ah bir de yalnızlık yok mu, onu en çok kahreden
de o. Karısı onun bu sabah akşam yazıya düşkün hallerini çekemeyince çekip
gitmiş, onu yüzüstü eski püskü daktilosuyla baş başa bırakarak. Hâlbuki o
karısı için ne şiirler yazmış, ne mektuplar göndermiş bir seferinde dokuz ay
ayrı yaşamak zorunda kaldıkları yerden. Hiç çocukları olmamış. Olsaymış belki
karısı onu terk etmezmiş. Yayınevlerinden kendisine teklif edilen hiçbir işi
kabul etmemiş. Kendi bildiği gibi yazmak istiyormuş. Hayatı boyunca da böyle
yapmış. Yazmış, yazdıklarını götürmüş, beğendirdiklerine yayınlatmış. Kiminden
parasını almış, kiminden alacaklı olmuş. Ama umurunda değil. Onun derdi çok
para kazanmak değil. Geçimini sağlayacak kadar para kazanmanın ona yettiğini
söylemişti bir dertleşmesinde. “Para harcayacak olanların ihtiyacıdır. Benim
harcayacak çok az şeyim var. Onun için az olsun çekirdek kadar olsun.” Tek derdi okumak ve yazmaktı.
Şimdi Bostancı’nın bu eskimiş dairesinde tek başına, perdeleri kapalı
pencerelerin arkasında daktilosunun tuşlarını okşayarak yaşamını sürdürüyor.
Hayır, yanlış söyledim. Di-li geçmiş zaman kullanmalıydım. Artık pencereleri
perdelerle kapalı değil. Onları ardına kadar ben açtım. Sırf onun iyiliği için.
“Aydınlığı
yeniden yaşamayı senin sayende başardım,” demişti en sonunda.
Oysaki ne kavgalar etmiştik başta. Açarsın, açamazsın, açarım, açtım işte,
kapat onları, kapatmayacağım işte, aç ne bok yersen ye, açtım bak ne güzel
güneş doldu odana, açtım da ruhum mu iyileşti sanki, evet açılınca bak yüzüne gözüne
kan geldi... Evi babasından kalmıştı ona. Eskiydi ama içi çok temizdi. Titizdi.
Dağınıklığı sevmiyordu. Bir tek Mavi
Okyanus’un balık kokusuna dayanamıyordu. O da tiksindiğinden değil.
Dışarıdan içeriye koku sızdığında hemen gidiyor buzdolabındaki rakısını açıyor
ve bir kadehi doldurarak balkona çıkıp çilingir sofrasını kuruyor, mavi sulara
karşı demleniyordu. Bir gün birlikte kurduk küçük sofrayı. Rakı içtik beraber,
duygusal şarkılar söyledik, romantik isyankâr şiirler okuduk. Köpüklü suları
dalgalandırdık küreklerimizle, tarihi iskeleye çarpmasına izin verdik ahşap
kayığımızın. Sokakta yürüyen yamalı yelekler, yünlü kazaklar, kadife
pantolonlar, süet gocuklar, kalın kabanlar, atkılı paltolar ve cilalı
mokasenler, delik ayakkabılar, deri botlar.
Bir gün de Kartal İskelesi’nin
demlikle çay getirilen uzun, derin, kalabalık çay bahçesinde buluşmuş bütün
devrimcilerin yeri burasıdır demişti. Elindeki kitabı açmış sanki halka hitap
eder gibi yüksek sesle şiirler okumuş, herkesin kendisine kulak kabartmasını
sağlamıştı. Sadece dönen kukuletalı kulaklar değil sakala ve bıyığa, belli
belirsiz dudak boyasına ve dalgalı saçlara karışmış temiz pak yüzler de dönmüş,
eller kâh çenelere dayanmış, kâh pipolara, tütünü iki taraftan sarkan birinci
sigaralara sarılmış dinliyorduk onu. Ne de içli okuyordu. “Nazım,” demişti, “gelmiş geçmiş en büyük şairimizdir.” Ardından masamızda
biriken topluluğa hem kendi eserlerinden, hem de diğerlerinden parçalar okudu.
Keşke dedim içimden, karısı da burada olsaydı, onu burada bizimle birlikte
dinleseydi.
Neden Bostancı’da kaldığını sorduğumda buraya yalnız ait olmadığını aynı
zamanda çok âşık olduğunu, başka hiçbir yerde yaşayamayacağını söylemişti. Oysa
benim bildiğim ne güzel yaylalar, adalar, göl kenarında evler vardı. Tam ona
göre. Uzun, ulu çınarların estiği. Midye ve istiridye kabuklarının renkli çakıl
taşları arasında gizlendiği. Durgun suların bahar da başka aktığı, üstüne kar
taneleri düştüğü kışları başka aktığı. Bu tıkış tıkışlık, bu insan gürültüsü,
bu saçma şehir hayatı bir edebiyatçı için en son hayat merkezi olabilir ancak.
Oysa onun seçkin sessizliğe ve dinginliğe ihtiyacı vardı. “Belki bir gün giderim,” demişti. Peşinden “Sanmıyorum ya, belki,” diye ilave etmişti. “Hem belki sen de gelirsin
benimle.” İkimiz de gülmüştük bu
lafına. Oysa O, o kadar içten söylemişti ki bunu.
Şahsen ben onun yerinde olsaydım bu eski daireye tıkılamazdım. O bordo
kadife perdelerin süslediği oymalı pencereler, açık kırmızı uyduruk deriden
imal edilmiş kanepe, yeşil ile krem karışmış boyalı duvarlarda ressamların
çerçeveler içinde sakladıkları gizemli hatıralar, meşe çalışma masası,
berisinde oturup saatlerce yazı yazdığı siyah deri koltuğu, tavana kadar uzayan
ve odanın yarım çevresini dönen vişneçürüğü rengindeki kütüphane, masasının
üstünde antika bir lamba, onun hemen yanı başında kristal bir kül tablası ve
içtiği tütünün kutusu, notlarını astığı eğri bir tahta, elde kolay taşınabilir
evladiyelik bir daktilo ve geçmişte yazarken en çok kullandığı kurşun
kalemlerle ve dolma kalemlerle dolu fildişinden bir kalemlik ve renkli renksiz
kâğıtların yer aldığı paketler, bir abajur altında yine kırmızı renkli bir
okuma koltuğu ve okurken ayakları uzatmak için kullanılan bir sehpa, bunların
hiç biri bana cazip gelmiyordu. Ki bunları bir başka yerde olduğunu düşünmek
beni daha çok heyecanlandırıyordu. Mesela kendi başına gübre kokulu doğaya
meydan okuyan bir çiftlik evinde. Rüzgârlı yaylada sırtını ormana dayamış şirin
bir kulübede. Veyahut gözlerini önündeki dereye, çaya, göle çalmış bir baraka
evde.
Bostancılı Arap, arap gibi adamdı. Demem o ki hayalet gibi yani. Bir
duvarda kurşun kalem çalışması yapan bir kurşun ressam olurken bir de
bakıyordunuz adam içeride tuşları eksilmiş piyanosunun başına geçmiş yeni
bestesini yapmaya çalışan takma dişli bir müzisyen oluvermiş. Siz onu pek
sevdiği kırmızı koltuğuna gömülmüş kitap okurken gördüğünüzde o aslında
kitabının bir köşesine ataşla çengellediği not kâğıdına yüzüne yağmur vuran
pencereye dair şu kısacık cümleyi yazmaktadır: “Pencere
camı birden ortaya çıkan ve sarsıla sarsıla aşağılara kayan küçük yaratıkların kendi
kararıymış gibi damlalarla dağılmış ve cama yapışan buğu lekesi sanki ortadan
gelişigüzel dikilmiş bir pantolon ya da bir gazete bulmacasındaki kapalı
kutucuklar gibi yağmura yapışmıştı.”
Telefon elimde kalakalmıştım. Merakım iyice artmış acaba romanında ne
yazacaktı diye düşünmeye başlamıştım. Her sözcükten birçok şey türeten bir
yapısı vardı. Kim bilir ne demiştim de bana çok yakın gelebilecek bir
paragrafla girişini yapacak, yine dünyayı istediği gibi sarsacak, büyük
taşlarla küçük noktaları işaretleyecek, nasır tutmuş sözcükleri salacak, nemli
ve kuru yamaları birleştirecek, en eski ve en kötü kokulu eşyaları cennetine
taşıyacaktı. Belki yazdığı kendi romanıydı. Kendi hayat hikâyesi. Belki o zaman
öğrenebilecektim karısıyla nasıl tanıştığını, ona nasıl âşık olduğunu, nasıl
seviştiklerini, nasıl kavga ettiklerini... ve nasıl ayrıldıklarını...
Dili sertti. Yumuşaması için rakı içerdi. Rakı içmesi için ufacık bir
balık kokusu kararıncaydı. Kesinlikle Bostancılıydı. Bir bakmışım karşımda efelenen
yürekli bir kabadayı var. Eski külhanbeyi ağzı ile yaygara yapıyor. Bir
bakmışım en romantik devrimci ağzıyla Che
Guevara oluvermiş, insanlar ve devrim üzerine edebiyat yapıyor. Aşk onun
elinde en sevimli oyuncak. Tahta oyuncaklar gibi. Dilsiz. Önce yaralayan, peşinden
gönül alan merhametli bir yürek.
Haftalar sonra buluşmak için evine çağırdığında bütün işlerimi bir tarafa
atmıştım. Yel değirmeni gibi gittim yanına. Evde oturmuş beni bekliyordu.
Daireye girdiğimde ilk gözüme çarpan derme çatma eşyasının toparlanmış
olmasıydı. Her şeyi masasının etrafına toplamıştı. Derme çatma halısı,
koltuklar, kanepe, sehpa kitaplığı, resim çerçeveleri ve perdeler. Aklım
oynadı. Sessizce bakıştık. Odanın içinde biz vardık, çıt yoktu. Bana romanını
göstereceğini bekliyordum oysa.
“İşte dediğin oldu nihayet. Gidiyorum buralardan. Hepsini sana
bırakıyorum. İster at, ister sat.”
Son sözleri bu olmuştu. Afallamıştım. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı
bilemiyordum. O ise sakin, ağzına götürdüğü meşeden piposunu yaktı dumanını
içine çekip dışarı üfledi. Çıkarken elimi sıktı, koltuğumun altına bir paket
iliştirdi.
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilemiyorum. Saatlerdir kapının dibinde
ayakta kala kalmış odanın içine boş gözlerle bakıyordum. Paket hâlâ koltuğumun
altındaydı. Yavaşça aldım, bağını çözdüm, kâğıdını özenle katlandığı yerden
ayırdım. İçinden ciltli bir kitap çıktı. Bu bir romandı. Arap’ın son yazdığı
romanın ta kendisi. Sayfaları hızlıca çevirip, içinde göz gezdirdim.
Gözlerim sevinçten ve hüzünden buğulandı.
Romanında beni yazmıştı...
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 08.03.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Hangi Sözcükle Yarışmak İsterdiniz?
(*) Sonraki Makale: Bırak Dağınık Kalsın
>>> [iÇERİKdİZİNİ]