hey gidi günler, hey...
Babam sabahın köründe kalkar, önce bahçede ekili alanları bir güzel elden geçirir, bahçemizin kuyusundan yukarı çektiği buz gibi suları taşır, yeni olgunlaşmış taze sebzelerden toplar eve getirirdi. Sonra işe gitmek için hazırlanır, ‘arkasından kovalayanlara yakalanmamak’ derdiyle kahvaltısını hızla yapar ve yine sabahın o erken saatlerinde Suadiye tren istasyonuna kadar kalbinle yarışarak yürürdü. Kartal dispanserine (sonraları hastane oldu) vardığında cankurtaran aracının bakımı yapar uzun ve zorlu geçecek mesaisine başlardı. Bütün gün çeşitli yerlerden hasta toplayarak kâh Paşabahçe’ye, kâh Süreyya Paşa’ya veya Kartal’a (çok sonraları da Göztepe’ye) kazasız belasız ulaştırmaya çalışırdı. Bütün gün siren çığlıkları altında canla başla çalışır, didinir akşam olduğunda mesaisini nöbetçi olacak arkadaşlarına devreder ve eve argın yorgun gelirdi. Ama bir fırsatını bulup da uzanıp dinlenmek yerine, o bitmek bilmeyen enerjisiyle bahçede kalan yarım işlerini tamamlamaya gayret ederdi.
Annem ise evimizin temel direğiydi.
Babamız nasıl işinde gücünde yoruluyorsa annemiz de evin ve bahçenin gündelik işlerini toparlıyor, biz üç kardeşin yetişmesinde öncü görevini sürdürüyor, vakit bulduğu zamanlarda da çevresine yardıma koşuşturmayı kendinden esirgemiyordu. Belki de en büyük eğlencesi mahalleli komşuları ağırlamak, onları ziyaret etmek ve engin tecrübesiyle geliştirdiği güzel mutfağını herkesle paylaşmaktı.
Biz çocuklara gelince, okulumuza yollanır, okul bittiğinde maç yapmaya veya arkadaşlarımızla buluşmaya giderdik. Duvar tepelerinde muhabbet eder, bisiklete biner, sokak sokak dolaşırdık. Ev ve bahçe işlerine de kısmen katılırdık. Ama bizim beklentilerimiz ile anne veya babamızın hayattan bekledikleri çok farklıydı. Bir iş, aş, aile birliği onların mesut olması için yeterli etkenlerdi. Ve bunlara sahip olmak o yıllarda hiç kolay olmadığı gibi inanılmaz özverileri de beraberinde gerektiriyordu. Tek kelimeyle çalışmak ve yine çalışmak son derece önemliydi.
Biz elbette bir önceki neslimize göre daha şanslı sayılırdık. Daha fazla olanaklarımız vardı. Ama bunların da ötesinde yükselen bir takım hayallerimiz oluşmaktaydı. Bu hayallerimiz ise şimdikiyle kıyaslanmayacak ölçüde hafifti belki ama o günün koşullarında bizler için farklı birer zenginlikti. Nasıl bizden sonrakiler de bizim o günlerde hayal edemeyeceğimiz teknik gelişmelerden günümüzde yararlanıyorlarsa, biz de o yıllarda dönemin şartları çerçevesinde birtakım gelişmelerden faydalanıyorduk.
Ve gün çattı geldi…
Bizler de annemizin ve babamızın o hayretler içinde kalarak seyrettiğimiz çalışma temposunun sarmalı ile tanıştık. O yoğun-emek temponun girdabında birer işkolik olduk çıktık. Öyle zamanlar oldu ki, hafta sonlarında veya tatil günlerinde bomboş kalmanın rahatsızlığını bile yaşadık.
Söz konusu "ben" olunca, çocuk yaşlarımdan beri aşırı öğrenme hırsı benim çalışma hayatıma da doğru orantıda yansıdı diyebilirim. Edindiğim her yeni tecrübe son derece güzel kazanımlara yol açıyordu. Annemizden ve babamızdan kalan bu değerli manevi mirası omuzlarımda taşımaktan hiç yorulmadım. Çalışmaktan ve üretmekten hiçbir zaman yılmadım, hiç şikâyet etmedim. Çok daha fazla çalışarak başarı kapılarını ardı ardına açtım, yürüdüm. Tabii zaman zaman her insanın yaşayabileceği türden maddi ve manevi bir takım zorluklarla da karşılaştım, envai çeşit engellerle de. Ama bugün geçmişimden pişmanım diyebileceğim hiçbir şeye, “keşke bunu da yapmasaydım, keşke şunu da yapmasaydım” diye adlandırabileceğim hiçbir şeyin altına imza atmadım. Yani geçmişim ile hep gurur duydum, onur duydum. En kötü yaşadıklarımı bile ömür tecrübeme zenginlik kattığı düşüncesiyle dersler çıkartma yolunu seçtim.
Şimdi yaş geçtikçe bir başka tecrübe ile yüzleşmeye başladığımı görüyorum. Yeni olayları maalesef çabuk unutuyorum. Daha doğrusu bunlara karşı zihnimi fazla yormuyorum. Diğer yanda, eski anılarımın daha fazla öne çıkmaya başladığını görüyorum. Kaybettiklerimizden dolayı biraz geçmişe özleyiş bunda fazlasıyla rol oynuyor. Ne var ki, bu hissiyatın bir hastalık ölçüsünde olmadığı kanaatindeyim.
İnsanda oluşan bu nostalji tutkusu yeni bir şey değil. Herkesin kendi değerleriyle yüzleştiği bir hasretlik bahçesinin arayışı var. Benim sıla davam ise birkaç türden oluşuyor. Bir yanda ciltler halinde oluşturmayı hedeflediğim ve birinci cildi yazmaya başladığım anılar demetim, diğer yanda çocukluğumdan okul yıllarına, askerlikten iş hayatı yıllarımın renkli yönlerine değineceğim kısa anlatılar. Hepsi kendi çerçevesinde geçmişten geleceğe yükselen bir özlemin boşalmış çığlığı ve bir aydınlık parıltısı gibi önümde duruyor...
Beğeneceğinizi umuyorum.
Şimdi rahat koltuğunuza bir güzel yerleşin...
Bilgisayarınızı açın. Pencereden “gEZENTİ bİSİKLET”ine
girin; “NOSTALJİ
İNSANI” sayfasına tıklayın. Blog yavaş yavaş açılırken siz
az önce demlediğiniz çayınızdan ya da kahvenizden bir yudum alın. Tamamen
açıldı mı? Öyleyse, <<YAŞAMIMDAN
DANITILMIŞ ANILAR>> ciltlerinin
özgün makalelerine göz atma zamanı geldi demektir. Ekranınızı en iyi takip
edebileceğiniz şekilde ayarlayın. Arkanıza yaslanın...
Artık destansı masalımı anlatmaya başlayabilirim...
Seref Sayman
Antalya, 5 Ocak 2008
[📷 Günlerden bir gün Yaşam Merkezimde, Saros, (Ekim 2007).]
(*) Önceki Makale: Devamı
Hayat “1963 Öncesi Tanıtım Yazısı”
(*) Sonraki Makale: 1963 Öncesi (1876-1899 Yılları) ~ “Prolog”
***…***
>>> [İçerik Dizini]
***…***