|
Yol Haritası |
“GAYESİZ BİR ROMAN YAZMAK KÜREKSİZ KAYIK SÜRMEYE BENZER”
“Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr fayda etmezmiş. O yüzden her mükemmel romanın yazarı bir gaye takip eder, herhangi bir maksatla yazar her satırını. Yazılan kitap ister yüzelli sayfa olsun, isterse bin sayfa, içerik olarak kitap bir temel cümleye hizmet eder. Romanın gerçek değeri hayata görülebilir bir şekil ve anlam verebilmesidir. Bunu yaparken de bir organik bütünlük, yani ‘Giriş-Gelişme-Sonuç’ şeklinde bir formu içermesidir... Maksat, gaye, ana konu, temel fikir, iletici güç, romandaki temel duygu demektir. Kısaca, yazar ‘niçin’ yazıyor, neyi ispat etmek istiyor, esas söylemek istediği şey bir tek cümleyle nedir?”
“Yaşamımdan Damıtılmış Anılar: Devamı Hayat” kendi hayatım ile birlikte kendimden önceki hayatları da konu eden ve bu geçmiş çerçevesinde oluşmuş dirimsel hatıralardan hareketle yazılması tasarlanmış yerine göre biyografik, yerine göre otobiyografik, yerine göre de tarihi belgesel bir roman serisi…
Madem mükemmel romanlar bir maksat taşıyor; ben de Y.D.A. roman serisinin tümüne hükmedecek amacımı, emelimi, ereğimi, iletici gücümü, temel fikrimi tek bir cümle ile arz edeyim: “Biyografik/otobiyografik çerçevede tarihin imbiğinden geçen bireysel/ailesel ve toplumsal yaşamlara özeleştiriler ve hoşgörülerle mutluluklar katabilmek...”
En az on cilt olarak tasarladığım serinin ilk durağı: “Köklerimden Bana Sıralananlar” derin köklerimin var olmasıyla başlayan bir süreçte yavru kökçüklere doğum vermesi, yavru kökçüklerin çocukluk ve ilk gençlik yılları, aşkları ve saçakkökler vasıtasıyla topluma yayılmalarını konu ediyor. Tabi bu dizinin makarası çok geriden, 1870’li yılların belirli bir bölümünden itibaren başlangıç yapıyor, Osmanlının yıkılışından Cumhuriyet’e giden süreçte köklerimin yer değiştirmesini ve yeni topraklarında işleyerek kök salmasını işliyor. Yeni doğumlar ve yeni kuşaklar filiz verirken, sahneye de yeni toplumsal çalkantılar, sosyal patlamalar ve dönüşümler karışıyor.
Bu emek, bu uğraş;
yaşamların içinden başka
yaşamları türetme hususiyeti
Kaleme alacağım bu ‘yüce’
emek
en başta kök sülalemi
Ve onların saf geninden, ve
teselsül
kök hücresinden doğan: esas
kök ailemi
Geçmeden akraba tufanını ve
çevresini saran konu komşu
hallini
Yapacağım bu yoğun emek
anlatacak
tüm ilginç biyografik yaşam
öykülerini
Ve sıralarını bana
devretmeden henüz,
vereceğim sırlı
münasebetlerini
Bu cildin teknik dokusuna girişmeden önce birkaç satır karşılaştığım engelleri kısaca kayda geçirmek istiyorum.
[📷 Kuzenler bir arada: Emel Sayman; (kucaktaki emzikli bebe) Emre Sayman; (yerde iki seksen uzanmış hayta) Erkan Sayman; (önde en abi karakter) Deniz Özgen; (diğer üç kuzen ise yukarı katta ortalığı birbirine katıyorlar), Tamworth,
(Aralık 1999).]
1999’u geride bırakıp 2000’li yıllara adım atacağımız o yılbaşı kutlaması için Hayrettin ağabeyimin Tamworth’daki yerleşim mekânını seçtiğimizde, ablam, eniştem, yeğenlerim, eşim ve evlatlarımla maaile okyanus ötesi yollara dökülmüştük. Görsel olarak her şey çok zengin ve kutlamalar olağanüstüydü. Derken milenyumu İngiltere’de karşıladığımız o ertesi sabah hayret verici bir düşle uyanmıştım. O kısacık ama manalı rüyamı süsleyen ve hatta zaman zaman çatışan karakterler dedelerim ve ninelerimdi… Oysa içlerinden sadece Mehmet dedem ile Saliha ananemi hayattayken görebilmiştim. Diğerlerini salt resimlerden tanıyordum. Ama işte o sabaha karşı gördüğüm düş beni buralara kadar getirdi. İkibinli yıllar içinde onlarla yattım, onlarla kalktım. Merak ettiğim yaşantılarını araştırmaya, bulduklarımı bir yerlere not etmeye başladım.
Aslında ne kendi ailemize ait ne de onlardan önceki bireylerin özel hayatlarına ilişkin belgeler vardı ortalıkta. Böyle bir koleksiyonun olmaması işimi güçleştiren en temel konuydu. Ben de hemen o saate hayatta olanlarla yetinmem gerektiğine karar verdim. Onları bulup dinlemek, onlarla söyleşiler yapmak, anlattıklarını kâh ses kaydıyla, kâh yazılı ortamda arşivlemek üzere zorlu anı yolculuğuma start verdim. Bununla beraber ilerleyen zamanda alabildiğim katkının ancak bir elin parmak sayısını geçemediğine tanık oldum. İnsanların çoğu özel hayatlarını açma teşebbüsünden kaçınıyorlardı. Projemin derinliğini tam olarak kavrayamamışlardı. Bu durum karşısında elbette ben de onları zorlayamazdım. Ayrıca yaşamsal merkezlerimizin farklı yerlerde olması, sözgelimi aynı kentte bulunmayışımız güçlüğe güç katan bir başka etkendi. Hatta kimileriyle geçmişten gelen ilişki sıkıntıları yaşanmaktaydı. Onca yıl sonra karşılarına dikilip geçmişle ilgili pat diye sorular sormak şık olmayacaktı. Zamana bıraktım. Hatta farklı kanallar vasıtasıyla bu insanlara ulaşmaya çabaladım. Ne var ki kısa bir süre bu kanalların da tıkalı veya ‘hastalıklı’ olduklarını görünce umutlarım iyiden iyiye azalmaya başladı.
Elde edebildiğim veriler beklediğim hacimselliği taşımıyordu. Sabırlı davranabilir ve zamana oynayabilirdim. Yalnız bir handikap doğuyordu. İlerleyen salt benim yaşım değildi. Eski kuşaklar bir yıldız gibi kayıp gitmeye başlamıştı. Bu çaresizliğin önüne geçemiyordum. Kendilerine güvenip de destek almak istediğim kişiler de beni yolda bırakmaya devam ediyordu. Ne yazık!! Herhangi bir yerlerde, herhangi bir pınarın dağıldığı damarlardan akıp gelen köklerin aileleri oluşturduğu ve bu aileleri aile yapan bireylerin özel yaşamlarına ilişkin yazılı belgeler bizim toplumumuzda pek geleneksel olmadığından aynı sorunu ben de kendi köklerimle yaşıyordum. Laflar kulaktan kulağa aktarılan hikâyelerle doluydu. İşte düşümü gerçeğe dönüştürme arzumu tetikleyen de bu eksikliği giderme gerekliliği oldu. Ben her türlü zorluklarına rağmen bu işe soyunacak ve düşümde gördüklerimi hayata geçirecektim.
[📷 Güzeloba, Antalya, (Ocak 2008).]
Kararımı verdim. Köklerimin bir simyacı sırrı gibi sakladıkları anıları bir dedektif gibi ortaya çıkarmaya sıvandım.
Doğruydu. Birçoğunun mezarları bile kayıptı. Ama aradığım taş abideler değil onların hayat ruhlarıydı. Bu nüfuzlu projeme gönülden destek verenleri yanıma toplayıp taravetli ve baştan sona ilkeli başlangıçlar yaptım. İlişkili dönemlere mahsus hem tarihsel hem yaşamsal verileri topladım. Özlü belgeleri titiz bir biçimde arşivledim. Bir klâsik koleksiyoncu gibi elime geçen resimleri, fotoğrafları albümleştirdim. Kısacası “Yaşamımdan Damıtılmış Anılar: Devamı Hayat” için kolektif bir belge arşivi oluşturmaya başladım.
İşte birkaç saniyelik ama orta-uzun metrajlı bir film babında uyandığım bir düşle başlayan bu serüven aklıma taktığım birbirinden çok farklı karakterlerle, tarihi olaylarla, bergüzar olgularla fikir yolculuğuna dönüştü.
Bundan birkaç yıl önce ilk orijinal YDA eserini oluşturduğumda birinci cildi yine köklerime ayırmıştım. Ancak bu yazı tekniği daha çok tarihi belgeselin ağırlığı altında kalan anılar tarzındaydı ve MS Word/pdf formatında toplam 535 “A4” sayfadan oluşan bu cildi 2007 yılının Haziran ayında tamamladığımda büyük bir iş başarmış, hatta yüklü bir zafer kazanmış gibi hissediyordum. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş… Düş kırıklığı peşinden geldi. Eseri okumasını istediğim bir grup insan yazılanları okuyup bana eleştirilerini sununca, cildin anılardan çok tarihi bir araştırma kitabına benzetmiş olduğumu anladım. Kısacası cildi çok ağır bulmuşlardı.
Gerçekten çok haklıydılar. Ben belirli bir kronolojiyi takip edeyim derken yaşanmış periyodik tarihsel olguları benim penceremden göründüğü gibi değişik bir tarzda yazmaya kalkışmış, köklerime ait hayatlar istemediğim halde ikinci plana düşmüşlerdi. Cilt daha çok belgesel bir araştırma kitabı konumuna dönüşmüştü.
Uzun bir ara verdim. Haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı. Bu arada bir de tutup dertsiz başıma “iş” açtım. 2008 yılında doğum günüme rastlayan tarihi başlangıç alıp internetin sanal dünyasına adım attım. Şahsıma özel bir web sitesi tasarladım ve bunu da bir programatik biçimde uyguladım. Bu web sitesi de ayrı bir düş hikâyesinin sonucudur; konuyu dağıtmamak için onu da bir başka yerde anlatırım. İşte o gündür bu gündür bu uğraşılar Cilt-1’in prestijini rafa kaldırmıştı.. ta ki 2007 yılının bir sıcak, güneşli sonbahar sabahı, Saroz’daki yazlığımızın terasında oturmuş gökyüzüyle denizin birleştiği o masmavi ufku seyrederken, beynime bir ışıltı çaktı: ROMAN(!)
Saros ki benim her daim düşlerimin çekim merkezi olmuştur. Bir lâcivert denize, bir de semavî gökyüzüne baktığımda havadan başıma YDA’nın camgöbeği sayfaları düşüyordu birer birer… Bu bir mucizeydi!!! Hemen o vakit elime aldığım kalem kâğıtla kafamdan geçenleri çiziktirmeye başladım. Meseleyi fikirsel olarak halletmiştim. Sıra yıllar önce gördüğüm düşü taptaze olaylar içinde çok çeşitli karakterlerle besleyip ve onların etrafında oluşan çatışmaları teker teker kurgulamaya gelmişti. Bunun için de çok detaylı bir program taslağı hazırladım.
Elbette hafızamdan geçenlerle yeni düşünceleri entegre ettiğim yeni bir buluşma payitahtındaki bu imalâtçı fikirleri arzuladığım romana dönüştürmek için bir tür belirlemem gerekiyordu. Biliyordum ki ben yine geleneklerin dışına çıkacak, o içimdeki muhalif tavrımı ortaya koyacak, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez deyip kendi tarzımı öne sürecektim. Bundan hiçbir zaman kaçamayacağımı bildiğim için YDA’ların türünü yerine göre: a) biyografik b) otobiyografik ve c) tarihi belgesel olarak tasarladım. Ve tabi bu arada bir geleneğin daha dışına çıktığımı da belirteyim: Karakter seçimi. Bilindiği üzere her geleneksel romanda sadece bir kahraman belirlenir ve tüm diğer karakterler bu kişinin etrafında hareket ederler...
Ben sadece bu Birinci Cilt içinde değil, serinin tüm yapıtlarında çok fonksiyonlu bir karakter çeşnisi kullanıp öyle yazacağım.
Ha, illa da bir ana karakter, belirli bir roman kahramanı olmalı diye ısrar edilirse; yaşamımdan damıtılmış anılar kendi imalathanemden çıktığı için, ikinci cildin sonlarından itibaren kuşkusuz bu benim şahsımdır.
Bu birinci cildin perde arkası karakterlerine özel olarak bir başka makale de değineceğim...
Şimdi izninizle YDA’ları roman türünde yazma kararımın ertesinde gelişen süreci kısaca ele almak istiyorum.
[📷 Davraz, Isparta, (Aralık 2007).]
Arada çok sık ve çok kesintili dönemler olsa da yaklaşık sekiz yıllık bir süreçte sağlam verilere dayalı, disiplinli, yöntemli, titiz bir belge araştırmayı, sabırla yorucu bir çalışmayı azmederek sonuçlandırdığım bir paket zaten elimde hazır bulunuyordu. Ve bu yıllarda boş durmadığım ve epey faydasını gördüğüm başka bir şey daha vardı. O da biyografik/otobiyografik türde yazılmış birçok anı kitabını, romanı okuyup notlar almamdı. Sadece bunlar değil tabii, o dönemlere ilişkin bir yığın araştırma ve inceleme kitaplarını da süzgecimden geçirdim. Dergiler, makaleler, gazete kupürleri arasında itinalı gezintiler yaptım. Kendime göre çok değerli bir arşiv oluşturdum. [Bunların büyük bir bölümünü
ZAMANDİZİN adlı bir dosyada topladım.] Ve nihayet bu yılın (2008) Şubat ayı sonuna gelindiğinde artık her şey hazırdı:
*Konular bulunmuş ve bölümlere ayrılarak sıraya konulmuştu...
*Konulara uygun karakterler belirlenmiş ve karakteristik özellikleriyle geliştirilmişti...
*Projenin planı tasarlanmış ve yol haritası çıkarılmıştı...
Bu ciltle birlikte tasarladığım YDA romanları niye var sorusuna yanıtım çok sade ve kısaca şöyle: Unutmamanın göstergesi ve birçoğu hayatta olmasalar bile, hatırlanmaya değer kimselere belki de verilebilecek en güzel hediyelerden biri…
Roman yazımındaki gelişmeleri sürdüreceğim bir sonraki perde arkası makalede yöntemim konusuna değineceğim.
***...***
3 Ocak 2008’de yazdığım bu
yazıyı zamanı geldiğinde yine aynen Şakacı Sokak dizime de uyarlayabilirim. Nihayetinde bu sokak ve çevresi ile ilgili yazacağım
öykülerin teknik dokusu da, karakterleri de aynı yaşam anılarının içinden çıkıyor.
Yaşam semtleri kimi zaman farklılık gösterse de çoğunlukla hep aynı merkeze (Kazasker) ulaşıyor, orada toplanıyor ve sanki hep oradan dağılıyor.
Seref Sayman
Antalya, 3 Ocak 2008
[📷 Kurulan yaratıcı çalışma
masasında, İngiltere, (Eylül 2007).]
(*) Önceki Makale: Can Evimdeki Konuk ~
Yaratıcılık
(*) Sonraki Makale: Kayıp Biyografilerde
Köklerin Romanı
***…***
[ÖNCEKİ] << [ANILARIM] >> [SONRAKİ]
>>> [İçerikDizini]
***…***