Yoruluyor Yollar Enginleşiyor Daracık Dünyam

 

ÜTOPYA... Çok yürüdü, çok pedal çevirdi ayaklarım; ayaklarım iki güvercin... her gece yıldızların bir sır gibi gizlediği yuvasını arıyor... çocuk ayaklarım... Kardır yağan üstüme geceden... yağmurlu, karanlık bir düşünceden... ormanın uğultusuyla birlikte... ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte... kar yağıyor üstüme, yıldızlar yağıyor üstüme inceden... 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/069

Esinti Tarihi: Pazartesi, 31/07/2017 

Bir kalem ve bir kâğıt parçası alıyorum elime. Tam orta kısmında yukarıdan aşağıya kalın bir çizgi çekiyorum. Sol Kolon’a ‘zalim’ amacımın peşinden süzülmek için almam gereken önlemlerin nedenlerinin geniş bir listesini çıkarıyorum. Sağ Kolon’a ise sallamayacağım, iplemeyeceğim ve olduğu gibi bırakmaya niyetli olduğum şeylerin sebeplerini listeliyorum. 

Ve rahatlatıcı tümcelerle şöyle yardımcı oluyorum kendime: 

Uuu, bu çok pahalı.” ... “Şimdi şu işimi bırakamam.” ... “Vay benim kredi borçlarım.” ... “Acayip anlamsız bir işe kalkışmak bu.” ... “İyi ki şu anda evde beslediğim bir hayvanım yok.” ... “Ama yaa, bu evlatları tamamen kendi hallerine bırakmak hangi babalığa sığar.” ... “Zaten ‘darling’ de gelmem diyor; ben onsuz neylerim!” ... “Kariyer hayatım bitti mi yani, bu mu?” ... “Uf, şimdi ‘Game of Thrones’, ‘Walking Dead’, ‘Homeland’, ‘Mr Robot’, ‘Fortitude’ dizilerinin bölümlerini kaçıracağım. Neylerim ben?” ... “Aman ya, o kadar da güzel filmler vizyona girmiş, hepsinden mahrum olacağım. 

İyi canım kardeşim güzel de bu listenin sonu gelmez ki; hep bir negatiflik hep bir bahane... Hiç mi olumlu tarafı yok bu işin? 

Vaaar... Kendimi 90 yaşı üstünde kabul edebilirim mesela. Yani elden ayaktan düşmüşüm. Tam enfiye gibi çekecekken hayatımın en heyecanlı, en büyük sayfasını, niye ondan sıyrılayım ki, ya da niye sürüncemede bırakayım ki, her türlü bahanenin arkasına sığınarak. Aklıma gelmişken, kim demişti hiçbir fikrim yok, şöyle bir söz vardı: “Kim ki en fazla oyuncaklarıyla ölür, yine de ölür.” Yani insan öldüğünde elde var hayat = sıfır. Ne oyuncağı? Onlar artık geride kalanların oyun araçlarıdır... 

Yaşadığımız hayattan yaşam sonrasına doğru dürüst bir halt nakledemeyeceğimize göre, tüm mesele yaşarken bütün hayal ettiklerimizi örgensel bünyemize nakletmek. Sonrası gerçekten bulanık, bir gizlilik. 

Eğer bir deneme atışı yapacak kadar zamanım varsa, bir fırsat ise önüme çıkan, hayalimi yakalamak ve onu uygulamak isterim, avuçlarımın arasından kaymasını, kaybolup gitmesini değil. 

Çantalarım paketlendiği andan itibaren yola hazırım demektir. Geriye dönmek için bir sebebim olamaz. Hiçbir karşıt düşünce beni ikna edemez o saatten sonra. Sanki bir trende kaçak yolcu gibi kendimi köşeye sıkışmış gibi hissedebilirim. Richard Kimble acaba hep böyle mi hissetmiştir ‘kaçak’ olduğu sürece? Ancak benimki farklı bir durum. Ben kendi kendimin kaçağıyım. Söz gelişi kaçan da ben, kovalayan da. Diğer bir deyişle, makinist de ben, makasçı da, biletçi de, yolcu da, lokomotif de, vagon da ben... Ama heyecana karışmış ürkeklik fiziksel olarak en yorucu ruh halidir; kabul ediyorum. Her şey o ilk günü devirene kadar. Sonrası, biliyorum ki, nispeten kolaylaşacaktır. Hayır, yolculuklar kolay geçecek demiyorum; ruh halim bu yeni motivasyona uyum sağlayacak ve hedefin alışkanlığı içerisine mahkûm olacaktır. Yoksa tedirgin beyinle nereye kadar? Hep bir bahane, hep bir bahane... 

Bir düşünün, o sabah yatağınızdan son defa kalkıyorsunuz, janti perdeleri son defa açıyorsunuz ve dışarıdaki şahane manzarayı (artık ne tür manzara ise!) son kez sol ve sağ akciğerlerinize dolduruyorsunuz. Şayet bu ‘son defa’ları döküm çantanıza tek tek basaraktan, bade süzerekten, inci dizerekten stoklamaya başlarsanız, daha kapının eşiğine varmadan akıttığınız gözyaşları selinde boğulmaya başlarsınız. Hani şu son defa çevireceğiniz tokmağın olduğu kapıya. 

Her şeyi gerçeküstü algılamaya başlarsınız. “Bu gerçekten oluyor mu?” diye kafanızın içinde soru yağmuruna tutarsınız kendinizi. 

E, o zaman, yapmayın canım, değil mi ama? 

Valla ben de vedalaşmaları hiç sevmem. Acayip bir hüzün çöker içime. Keşke imkân olsa da kimseye görünmeden sıvışabilsem derim her seferinde. Düşünüyorum da; bisikletimi garajından dışarı çıkarıyorum, bütün millet sıralanmış beni bekliyor, iyi kötü birkaç anılık fotoğraf çekiliyoruz, sonra kucaklaşıyoruz sırayla, her biri ağır bir yük, ağır bir melodram, derken o son çıkış, pedallara basıyorum, bir teneke suyun sesi duyuluyor, arkama bakmalı mıyım, bakıyorum, tüm eller havada, sallıyorlar, bütün kızlar toplaaandık, toplandık, okey ben de sallamalıyım, yoksa sırtımdan ‘amma da duygusuz adam’ hançerini saplayabilirler, ben de son defa elimi sallıyorum, yüzler düşük, omuzlar çökük, gözyaşları tutulamıyor, önüme doğruluyorum ve gidiş o gidiş... 

Zoru atlatmak gibidir o ilk anlar... İlk kavşaktaki geçitten kazasız belasız geçmeye benzer. Devasa «Dünya Turu» hayalini kurmuş bir karakterden gerçekten dünya yolculuğuna çıkmış bir karakter bozuntusuna... (Neyse ki «Türkiye Turu» ütopyam var, en azından bununla avunabilirim uzun bir süre.) 

Köşeyi dönünce her şey kaybolur, silikleşir bir anda: Sokak, ev, eş, çocuklar, mahalleli, dostlar, dükkânlar, binalar ve hava. Yok olurlar. Çevrede yalnızca yeni ağaçlar, toprak ve çimen, havada yeni güneş, bulutlar ve çiğdem kokusu. İşte tam o anda o çiğdem kokusu berbat bir kokar-ağaç gibi devrilir üstüne insanın. Beyninizden vurulmuşa dönersiniz. Dünya dönmeye başlar hızla. Sevdiklerinizi arkada bırakmanın ağırlığı çöker omuzlarınıza ve elbette bisikletinize. Yalnızsınızdır. Yalnız. Dönmek istersiniz, dönemezsiniz. Korktuğunuzu mu ima edeceksiniz? Hadi canım, sizde... Bunun yerine pedal çevirmeye devam edersiniz... 

Ucuz bir bahaneye sığınarak geri dönüş yapılır mı? 

Bahanenin pahası olmaz gerçi... 

Vazgeçmek yüzde yüz kolay bir hamledir. Ancak unutmayın, her geri dönüş uzun zamandır kurduğunuz hayali boğazlamak demek olacaktır. Böyle bir hayali ömrünüzde bir daha ne kurabilirsiniz, ne de yeniden denemeyi göze alabilirsiniz. 

Siz iyisi mi başladığınız turu devam ettirin... 

Ben böyle yapardım. Hatırlarsanız, geçen yazımı şu dipnotla bitirmiştim: “Ha, evet, bir de, «Dünya Turu» projemin kapsamında neden geri dönüşler yapmak istemiyorum, bunu bir kez daha edebiyata sığınarak anlatmak isterim. 

Evet, ben bir kere çıktım mı, asla geri dönmek istemem; sadece rota gereği, güzergâhlar nedeniyle ‘U’ dönüşler yaparım, ama bu hiçbir şekilde mutlak ‘geri gelme’ anlamını vermez. Zaten ‘dönüş’ten kastım da projeden vaz cayıp herhangi büyüleyici bir yerde yerleşik düzene geçiş manasındadır. Yolculuğum esnasında böyle bir şeyi aklımın uç bucağına dahi getirmem. Tamam, insanlık halidir, neyle karşılaşacağını bilemez insan, şartlar öyle zorlar ki bundan kaçınılmaz olur, o zaman durur, “eyvallah” dersiniz; bu başka bir şey... 

Dönmek mi? Haşa... Neden mi? İşte nedenleri... 

Benim gibi uzaktan dönüp bakınca, insan arsasını kaptırmış Pal Sokağı veledine dönüveriyor. Oyunu çok ciddiye alan ve hayatını adayan Nemeçsek. Bakın, düşüp dizimi kanattığım günleri dahi özlediğim o eski oyun bahçemizde şimdi ne acayip şeyler olup bitiyor. Sadece bahçemizde mi? Sokağımızda, mahallemizde, komşu semtlerimizde, her yerde. Giderken ardımda bıraktığım bu sokaklar, mahalleler, kasabalar, şehirler, ülkenin kendisi baş döndürüp mide bulandıracak bir hızla değişiyor. Nane şekeri bile kifayetsiz kalıyor, kusacak gibi oluyorum. Eski köylere yeni adetler geliyor; aşina olduğum her şeyin köküne kıran giriyor; bu kadarı da olmaz artık dediğim ne kadar saçmalık varsa, kurulmuş gibi, kudurmuş gibi, tövbe estağfurullah gibi, bir bir vuku buluyor. Ben memleketime geldiğimi sanadurayım, o bildiğim dünyanın yerinde yeller esiyor. Ne yazık. Nemeçsek, Nemeçsek... Hayat ciddi bir şeydir çocuğum. Bunu bildiğini, kendini umursayarak göstersene, ayağını yere basıp kendini sakınsana... Aklını Nemeçsek, aklını kullansana... Bak nah burası başka bir diyar şimdi. Olsa olsa “Yok daha neleeer Cumhuriyeti! 

Yıllar evvel ardımda bıraktığım o yerlere zinhar benzemiyor... 

«Dünya Turu» harekâtı, doğrusu çok acı bir gerçeğe tanık olmamın sonucunu verecektir. İlk gidişimden bu yana neler neler değişti... Adı konmamış bir savaşta parça parça kaybedilmiş topraklar gibi verdim çocukluğumu ve gençliğimi işaretlediğim en güzel gölgelikleri. Bir gün baktım ki bizim Pal Sokağı’ndan çalınan bayrak, koyduğumuz yerde yok. Kimin aldığı önemli mi? Mesela lisede henüz bir tıfılken, tıpkı eski Yeşilçam karakterleri gibi taze bir hikâyeye başlamak için pıtır pıtır indiğim bizim evin merdivenleri. Tam 16 basamak. Bir koşuda soluksuz çıktığım ve bir hızda kendimi yan demirinin üstünde kaydırarak indiğim. Bir çatıyı kaldırdılar ve beni çocukluktan buluğ çağıma geçerken hayata bağlayan merdivenler de sessiz sedasız oracıkta yıkıldı. Bunlar olurken babam mı daha üzgündü, ben mi? Yoksa en fazla Mehmet dedem mi eseflenir somurturdu bu duruma? Bir hayal gibiydi o Pal bahçesinde yaşamak. Bir hayaldi o Pal sokakta yaşamak. Ve o hayaller birer birer yıkılıyordu nedense. Artık hiçbir bisiklet yanaşmıyor o bahçeye. Oysa orada yeni bir kapı ve o kapıya ait yeni basamaklar var. Olsa da hiçbir eski tanıdık yüz girmiyor o kapıdan içeri ve hiçbir tanış semtli ruhu can vermiyor, can almıyor o bahçeden. Kimsecikler inmiyor bahçeye nazır merdivenlerden yeni umutlara... Artık hiçbir Chevrolet, Plymouth dolmuş geçmiyor o sokaktan; tıpkı sütçülerin, yoğurtçuların, balıkçıların, kalaycıların, helvacıların, şekercilerin, nayloncuların, yorgancıların, bahçıvanların, zerzevatçıların geçmediği gibi. 

Bu yüzden eski filmlerin ve hatta eski şarkıların bile anlamı çapaklandı. Bir yangının külünü yakıp gittikten sonra, kalıverdim şimdi el elde baş başta. Ha Nemeçsek, ha Şeref... Kim farkına varacak, bu hayat romanındaki bir sürü isimden birinin. Bana, yazılacak bir başka romanda rol bile vermezler, öyle siliğim ki. Sıradan adamın adı olmaz. Adımın altını çizsem, yaptıklarımı da, bana yapılanları da sahiplensem, piyasamı yaratsam, kendimi önemsesem, öne çıksam... Aklımı, aklımı kullansam ya... 

Ha Nemeçsek, ha Şeref...

Ha Nemeçsek’in cesareti, ha Şeref’in gEZENTİ bİSİKLET”i... 

Ama Nemeçsek arkada kalandır. O sokağını, oyun bahçesini, kanının son damlasına kadar savunandır. Tımarhanelik, sapkın müteahhitlerin, beş kuruşluk aklı evvel yatırımcı dangalakların üs olarak kullandığı kubbelerine gizlice sızıp bir ağacın çatısına bildiri asmak gibi çılgınca bir planın en başat gönüllülerindendir Nemeçsek. Ben? Oh-ooo ben ‘alıp başımı giden’imdir; savunmayı geride kalanlara bırakarak. 

Ne diyordu Yahya Kemal: “bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.” Galiba tam da böyle bir şeydi işte. Ev ve merdivenler kaybolunca bağlantı da kopuverdi. Ve öbür uğursuz haberler de ardı arkasına geldi. Mesela ömrümün en güzel filmlerini izlediğim sinemaların kapılarına asma kilitler vuruldu. Kilitle kalmadılar, taş üstüne taş yağdırdılar. Ne Bahçe, ne Çamlık, ne Can, ne Atlantik ne Suadiye kaldı. Şantiye rantiyesi süpürüp götürdü hepsini. ’63 model hayallerimi, insaflı dostluklarımı, aşklarımı, ayrılıklarımı, sessiz umutlarımı filan ayakta tutan tüm duvarlar bir bir yıkıldı. 

Niye dönmek isteyeyim ki! 

Rövanş için mi?.. Öyle ya, mademki onlar sokağımızın kalesine girip bayrağımızı çalmışlardır, buna karşılık vermek şarttır! 

Dönen döner, ben dönmezem yolumdan... Şimdi yolumdan dönüp hayallerimden mahrum mu kalayım yani? Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan... 

Değecek ne kaldı ki geride döneyim? 

Sanki gittiğim kitapçıları ben kapattım. Sanki Arif ağabeyin Yeryüzü kitabevini ben bombaladım. Hani dost sohbetleriyle saatler büyüttüğüm çaycı kardeş nerede? En sevdiğim pastane, fırın, müdavimi olduğum çay bahçesi, kafe. Birinin yerine cıstaklı bir giyim mağazası açılmış, öbürünün yerine camekâna boncuk gibi dizilmiş bir takım insanların sokağa bayılarak baktıkları, Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi köpek dişleriyle çekiştire çekiştire et yedikleri rezil bir etçil dükkânı. Çay bahçesi, ha onun da yatay ortasına dikivermişler suratsız gökdeleni. 

Yollar, sokaklar, kaldırımlar bile değişmiş. Ama en fecisi, o yollardan, o sokaklardan, o kaldırımlardan geçen abilerim, ablalarım, amcalarım, teyzelerim de. Çünkü yenmeyecek olanı mideye indirmiş bir şehir içindekilerle beraber bulanır. Ve yıkılırsa bir dünya, elbet evvela içindekiler altında kalır. 

Şimdi durup dururken ben niye döneyim ki! 

Hadi tuttum o eski çocukluk evimi bulurum diye döndüm geldim. O evin orada olmadığını bile bile. Diyelim o ev yok ama o evin ruhunun olduğu bahçede bir şeyler bulmak, geçmişime sığınıp ısınmak için dönüyorum, ama burası artık bıraktığım yere benzemiyor ki, hiç öyle görünmüyor, ve ben bunu gören gözlerle çok iyi görebiliyorum. O ev, bahçe ve sokak değişirken, kara bir delikten içeri düşmüş geçmişim; bunu da görebiliyorum. Çocukluğum bir vakitler arka bahçede bulunan bir su kuyusunda boylu boyunca yatıyor. Gençliğim Kadıköy’ün, Mecidiyeköy’ün, Hadımköy’ün, Londra’nın, Tamworth’ın çatılarından atlayalı çok olmuş. İlk aşkım, perdesi küskün bir apartman dairesinin çoktan yıkılmış duvarları altında çürüyor. İlk işim, hâlâ sıvaları dökük terk edilmiş bir binanın havuzunda yüzen bir kayık içinde sallanıp duruyor. İlk okulum, ooof, o çoktan batırılıp çıkarıldı toprağa... 

Ben niye döneyim ki? 

Tanıdık bir yüz bulmak için etrafıma bakayım diyorum. Kimse facebook’undan çıkmıyor. Hayır, kimsecikler ancak geçmişten gelen bir tanışıklığın konuksever ikramı olabilecek o şifacı gözlerle gülümsemiyor. Mesele dönecek yer değil, gidecek yer bulabilmekte. Dönmek değil, eğer dönersem, döndüğüm yerden bir daha gidememek, korkarım ki, beni köksüz bırakacaktır. 

Yahu bu saatten sonra benim dönecek bir sebebim var olabilir mi? 

Bazen diyorum ki kendime: “Behey Şeref’ciğim, bencil olma. Elbet değişecek dünya. Kafana göre çekip gitme. Giderek bıraktığın hiçbir şey ardında dönüşünü beklemeyecek elbette. Sen yokken büyüyecek çocuklar, mevsimler değişecek, ağaçlar meyve verecek, birileri doğacak, birileri ölecek. Sensiz bir dünyanın içinde salınarak, dallanarak, köklenerek devinmeye devam edecekler. Değişecekler. Değişmeliler.” Sonra cartadak duruyorum, bir kendime bir de dışarı bakıyorum ayıla bayıla. Yuh, diyorum, yuh be... Ama böylesi... Elli üç yıla sığmayacak değişimin birkaç yılda, birkaç ayda oluvermesi. Güzellikler yakıştırılmış istikbalin, bir cerahat panayırından gayrısını vaat edememesi... 

Bu büyümek mi şimdi, sorarım size, yoksa çürümek mi? 

O eski arsaların üzerinde yükselenlere bakıyorum mesela. Balkon özürlü apartmanlara, alçıpan artığı biçimsiz, çirkin dükkânlara, altın varaklı uğursuz, menhus restoranlara, vıcır vıcır alışveriş mağazalarına, Dan Brown’ın cehennemine varmışçasına ölümcül bir hızla yürüyen telaşlı ayaklara... 

Ah be, büyüseydin ya Nemeçsek, oyuna kendini bu kadar kaptırmasaydın ya... Kendini biraz düşünseydin, sakınsaydın... Aklını Nemeçsek, aklını kullansaydın. Biliyor musun, sen hep çocuk kaldın ve artık bunu değiştirmek için çok geç küçük budala... Bak bana ben kalmadığım gibi dönmüyorum da... Buna değecek ne kaldı ki geride, döneyim be sevgili Nemeçsek? 

Bakakalıyorum bir vakitler alamayanlar görüp özenmesin diye. Çikita muzu bile kapkara plastik poşetlerde taşıyan o eski çocukların, camekânların önüne dizilip, içeride geviş getirenlerin hallerine bakışlarına, ağızlarından sarkan yağlı etleri çekiştire çekiştire yiyişlerine, durumdan hal çıkarırmış gibi gizlice gözetlemelerine, dik dik boşluğu seyretmelerine. 

Ben niye döneyim ki? 

Bakakalıyorum... Birbirine bakan ama birbirini görmeyen gözlerin ardında kaybolan tüm vazgeçişlere, kendini sakınmayı öğrenen kalplere leş kokusu gibi sinen acıklı kabullenişlere. Naif bir geçmişin üzerine yerleşen bütün o uğursuz acayipliklere, tanış olduğum her varlığın korkunç akıbetine... 

Ben niye döneyim ki? 

Bu değişmek değil ki! Bu gelişmek değil ki! Büyümek filan da değil bu. Olsa olsa içinden bir yerden, çok derinden zırıl zırıl çürümek... Ve cerahat saçmak etrafına. Güya takılıp insanca yaşamak için çakılı kalınan yerde habis bir yaraya dönüşmek adeta. 

Benim dönmek için ne sebebim olabilir ki? 

Hadi, hepsi bir yana... 

Hani çok özlediğim, bununla beraber, artık özlediğim yerlere zinhar benzemeyen o sokaklarda, bahçelerde, yüzümü yere eğmeden,  bakışlarımı ayakkabılarımın burnuna kilitlemeden yürümeyi bile beceremiyorum. Hoş o ayakkabılarımdan bile utanır hale geldim ya... Bunca minik çıplak ayağın arasında... İnsan nasıl tahammül edebilir kendi gıcır gıcır ayakkabılarına. 

Hani bir dönüp gelirsem diyeceğim... 

Eminim o ilk geldiğim günler, bir lokantaya girip de o çok özlediğim memleket yemeklerinden bile ağız tadıyla yiyemeden geçip gideceğimi biliyorum. İnsan her yana çil yavrusu gibi dağılmış aç çocuklar arasından geçip de... doyurabilir mi ki kendi sefil midesini... diye mırıldanıyorum kendi kendime... 

Ama ah şu insanoğlu yok mu, çiğ et yemiş, çiğ süt emmiş, zarif ablalarım, yakışıklı abilerim... Ve alışmak gibi tuhaf ötesi bir huyu var. Bu huy ki yegâne sebebidir jülyen doğramamasının bileklerini, onu hayatta tutar. Cehennemde bile yaramaz olur üç gün sonra. Huri de huri diye sayıklamaya başlar. Kalınlaşır derisi ve kırıla kırıla katılaşmayı öğrenir kalbi. Belki bir ayakta kalma biçimidir bu, belki de insanlıktan emekli olma şekli... Kalbin malulen emekliliği... 

Hangi sefil aklıdır ki bu ben döneyim kardeşim? 

İşte sırf bu yüzden bile afiyetle yemeyi özlediğim hiçbir şeyi özlemem. Bu saf özleme alıştırmam kendimi. Köşe başlarında aç biilaç bekleşen çocukların arasından geçmemek için girmek dahi istemem o restoranlara. Yeni ayakkabılarımla bırak koşar adım yürümeyi, gıdım gıdım adım atmayı bile düşünmem gariban halkın arasında. Hüzün kaplamış atmosferlerin hiçbir basık zemininde sevinecek bir şey varmış gibi gülmeyi bile denemem. Alışmam da, alıştırmam da kendimi. Alışmanın lanetine kapılanlarla arama mesafe koyar, çeker giderim, arkadaş. Ne bu şehir iflah olur artık ne de ben. Hiç bulamayacağım çocukluk evime, bahçeme, sokağıma, mahalleme, semtime, şehrime hoş bile gitmem ben. 

Ben niye döneyim ki? 

Bahanelere aldırış etmem. İnanmam onların gerçek varlığına, ruhuna. Kafamdaki bütün şeytanlıkları görmezden gelirim. Göz ardı ederim tüm uğursuzlukları. Velespitime atlarım ve ön kapıdan çıkar giderim. Bu hayalin azminden başka bir şey değil. Bahaneleri yenecek tek güç akla konan hayalin gücüdür. 

Peki, başlamak için nasıl zorluklarla baş etmeliyim gibi bir soru atsam ortaya. ‘Sevimli’ ilişkiler, “iyi kötü” bir dizi meşguliyetler, ‘cümle âlem’ bir dünyanın bir tek yerde kurulmuş olduğu sanrısı, ‘son pişmanlık fayda etmez’ gibi bir ikna tılsımının ikamesi, bağlar ve bağlılıklar, kökler ve köktenci çığlıklar, mali kriz portföyü, maddi duran varlıklar statüsü, mecazi uyuşukluklar, hayal kırıcıları, karşıt hamleler, sünepe psikolojiler, tutsak haller, tetikte bekleyen sorular, derin planlama, üstesinden pek kolay gelinemeyecek hedefler, maddi talepler, manevi talepler. Gibi gibi bir sürü şey işte. 

Yani hayalin uygulamaya sokulmasıyla alakalı planlama süreci bisiklet sürmekten daha zordur, buna emin olun. 

Sonuna kadar direnmem gerekiyor. Zira girdap içine çekilmiş ve beni her an yutmaya hazır bekleyen bir sürü şüpheyle günlerimi geçiriyorum. Planımı sınırlamalı mıyım? Bu kurtuluşum olabilir diye iç geçirsem de sınırlamam diye bir şey söz konusu olamaz. Bunun yerine konsantrasyonumu sağlıyor ve hafızamı sanki yolda hareket ediyormuş gibi simüle ediyorum. Bir tür bilgisayar oyunu gibi, simülasyon. Hiçbir görüntüyü kaçırmamaya dikkat ediyorum. 

O ana kadar birçok kişide tereddütler, geri çekilme şansını zorlama, etkisizlikler baş gösterebilir. Açıkçası bunları yaşamam. Bilakis her bilinmeyen faktör benim daha çok merakla ve heyecanla o işe sarılmamı sağlar. Hep bir kıvılcım vardır yani. Sayısız fikirler üretmemi, sayısız planlar tasarlamama yardımcı olur bu kıvılcımlar. Ben yürürken sezgilerim de benle beraber yürür. Nereden bakılırsa bakılsın bu adanmışlık duygusudur. 

Öyleyse tüm negatiflikleri ve bahaneleri nasıl alt edebiliriz diye ikinci kolona sıralayalım... Yollar açık... Bu nedenle hep pozitif düşünmemiz gerekiyor. “Yapacağım hiçbir şeyden pişmanlık duymayacağım” diyerek başlamak ilk adımdır. Nedeni basit: bu hayatta yapmak istediğimi yapacağım, gerisi bana kalmış... 

Evet, gelin kabul edelim ki, o malum santra çizgisinde başlama vuruşunu yapmak inkâr edilemeyecek bir şekilde zordur. Cesaret pazarda satılıyor olsaydı kimse turfanda sebze, meyve reyonuna yönelmez cesaret satın almaya koşardı. Hem de kem küm kilolarca, çantalar dolusu. Hatta haftalık stokla yetinmez, yıllık biriktirmeye kalkışırdı. Yani illa birisi arkanıza bir kırkbeşlik mi dayaması lazım? Halının verdiği eşsiz rehaveti biraz daha ileri götürüp, sizi içine sarıp taşımalı mı birileri? Yetmedi bir de poponuza bir çizmelik tekme mi yemeyi isterdiniz? Hareket edebilmek için... Bir çatı kenarına mı sürüklenmeniz lazım, damdaki kemancı gibi dönüşün olmadığını tam iyi kavrayabilmek için? 

Şüphelerinizi ve endişelerinizi tekrar giderin, veya en azından gidermeye çalışın, küstah olun ve kendinize cesaret verin, yetmedi mi, e, o zaman bir tekme de siz vurun be kardeşim... 

Rahat, konforlu, akışkan bir yaşamı bırakmak benim de işime gelmedi yıllarca. Yaşarken umursamadım, duyumsamadım. Hep farklı yolculuklarının motoru oldum. Sanki memleketin buz torbasında daralma vardı da ben hep tutturmuş Ege ve Akdeniz’de dolanıyordum. İyi ki Karadeniz’e gittim diyorum da biraz renklilik getirdiğimi hesaplıyorum. İsteseydim Doğu’ya da tam manasıyla bir çıkarma yapardım. Kısmen yaptım sayılsa da yeterli değildi. Hadi bunları geçtim; minik minik dünya turneleri bile yapabilecek kapasitem vardı. Hem de bolca. Gidebilirdim. İstersem yayan, istersem bir velespitle, istersem bir “Herbie” ile. Ben kalktım ne yaptım? Varsa yoksa Ege, Akdeniz!! Aha işte şimdi duyduğum bu pişmanlık, o günleri geri getirme çabası, hepsi nafile. Tren kaçtı. O rahatlık dünyası gelemeyeceği gibi, o hayali yolculuk sefaları da gelmez geri. 

Demek ki neymiş, “dönülmez akşamın ufkundayız”... 

Şimdi popoma güzel fiyonklu bir botlu tekmeyi sallıyorum ve dünyaya yelken açıyorum. Yanlış anlaşılmasın, yelkenlim filan yok. Pupa velespitimle... Şimdi biliyorum bana diyorlar ki, “Ulan adama bak, yaşına başına bakmadan dünya turu diye tutturmuş, hem de bisiklet tepesinde, cık cık cık...” Valla böyle diyenlere ben de “cik-cik-cik” iade ediyorum. Siz biliyor musunuz bugün dünyayı gezen kaç ‘orta-yaşlı’ bisikletçi gezgin var? Hadi ben çatlak, onlarda mı çatlak? 

Doğru biz bisikletçi orta yaşlılar hepten çatlağız. 

Hayallerinizi zorlamak istemiyorsanız, baştan pes edin, gidin biranıza yumulun. Ya da neye yumulacaksanız artık... Unutmayın günlerinizi nasıl geçirirseniz hayatınızı öyle yaşarsınız demektir. Yani ya yapın, ya da yapmayın. Sakın, ama sakın denemeye kalkmayın. 

Hayatta “denemek” diye salakça bir şey olamaz. Tüm muhtemel sakıncalar, itirazlar, mahzurlar, karşı oylar aşılmadıkça hiçbir şey denenemez. Coğrafyanın tamamına gayrimuntazam mevsimler kadar hükümran «Dünya Turu» harekâtında her zaman bir bilinmeyen olduğuna göre, bu muhtemel engeller ortadan kalkmıştır denilemez. O halde denemeye girişmeyin. Ya yapın, ya da bırakın... 

Atalet insanı bağlayan uç davranış biçimidir, insanı hareketsizliğe sevk eder. Ta ki bünyenize egemen içsel veya dışsal bir güç ona enerji verene değin. Nesne ne kadar büyükse, hareket etmesi de nispeten güç olur. Yaşamın kendisi de böyle. Hayatınızı ne kadar uzun kilitlerseniz ve yollarınızın önünü tıkarsanız, hiçbir şeyi sorgulamadan, her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmazsanız, veya bıkarsınız diyelim de sanki yapmak zorunda olduğunuzu duyumsarsınız, ama neyi, neden, niçin, nerede yaptığınızı dahi sorgulamazsanız, ve hâlâ yapıp yapmamaya, devam edip etmemeyi isteyip istemediğinizi yanıtlayamazsanız, hareket etmeniz ne yazık ki gittikçe, gittikçe güçleşecektir. 

Bir insan hayalini, hayallerini nasıl ıska geçebilir ki? 

Ben ıska geçemeyeceğimi, görmezlikten gelemeyeceğimi çok iyi bildiğim için yaşam biçimimdeki, «Dünya Turu» yörüngemdeki, pistimdeki, yolumdaki engelleri tespit ediyor ve birer birer bertaraf ediyorum. Ve fakat her birine olumlu yanlarıyla, müspet gözlük çerçevesinden pozitif camlarla bakıyorum. Aldığım her nefesin birisi sensin diye yapıyorum bunu. Nasılsa dünya yansa yorganım yok içinde diyebileceğim bir noktadayım. Ya da daha doğru bir deyişle, Alaska’dan bir sıcak ses çağırıyor: “Yollarda kaldı gözüm! 

Daha ne diyeyim? Benim yerime Haluk Levent zaten diyor diyeceğini: 


Öyle büyük bir ateş düştü içime

Aylar geçse yıllar geçse bu ateş sönmez

Meşaleler gibi canım bu ateş sönmez

Eritip de bulutları sarsam yüreğime

Kor bir ışık gibi canım bu ateş sönmez

Umutları sırtlasam

Çıplak ayak yürüsem kutuplarda

Dolaşsam buzullarda bu ateş sönmez

Denizleri içsem canım bu ateş sönmez

Yağmurları yutsam canım bu ateş sönmez

Meşaleler gibi canım bu ateş sönmez 

Şu hayatta en büyük kazancım nedir biliyor musunuz? 

Önyargılarımın olmaması... 

Önyargılarla hareket edilmesine tahammül edemem. Yoluma çıkan önyargılı insanları da ufaktan tatlı bir dille uyarırım. Çünkü dünya alabildiğine büyük bir mozaiktir. Hiç kimse benimle aynı düşüncede olamayacağı gibi, aynı felsefi, toplumsal, iktisadi, siyasi inançlara, beğenilere, zevklere, kültürel dokuya, dile, aynı yapıya da sahip olmayacaktır ve bundan doğal insani bir şey olamaz. 

Öyleyse bu «Dünya Turu» projeksiyonumda dikkat edilmesi lüzumlu, olası konulara da madde madde değineyim istiyorum: 


ü  İnsanlara saygı

 

ü  Kültürlere saygı

 

ü  Politik görüşlere saygı

 

ü  İnançlara saygı

 

ü  Geleneklere saygı

 

ü  Bağımsızlık

 

ü  Sosyalleşme

 

ü  Alçak gönüllülük

 

ü  Minnettarlık

 

ü  Mahremiyet

 

ü  Kolektif gizlilik

 

ü  Bilgi sırdaşlığı

 

ü  Sözlü tacizler

 

ü  Dilenciler

 

ü  Para isteyen çocuklar, yaşlılar

 

ü  Küfür

 

ü  Bisikletçilikte grup anlayışı 

Bunları da bir sonraki yazılarımda açarım. Neyse bu kadar sıkı ütopya ile kafa ütüleme yeter; bu yaz gününde biz de ayağımızı nemli tutalım, başımızı serin. Ve de düşünmeyelim derin derin. 

Ütopyanın 1. Kademesi için 31 günlük yazı turu tamamına erdi (*)... 2. Kademe, artık ne zaman olacaksa, daha fazla turların içeriğine ve teknik donanıma yönelik spesifik havadislerin yer aldığı yazılara konukluk edecektir... Sizler ütopya ile haşır neşir olurken ben muhtemelen kısa, orta ve uzun menzilli bisiklet turlarıma dair Balkan’lardan ince tatlı nağmeler fısıldayacağım kulağınıza. Belki Haluk da katılır aramıza: “Yollarda bulurum seni.. Takvimlerden çalarım seni.. Dans ederim hayalinle.. Yine de yaşarım seni.. 

(*) ÜTOPYA Yazıları 

01. Her Şey Minik Tatlı Hayallerle Başlar (Bisiklet Rüyası)

02. Her Şey Apansızın Yadigâr Bisikletim (Yol Hayali)

03. Dünyalar Kadar Dertsiz Bir Dünya İsterim (Yeni 1 Yaşam)

04. Önemli Olan Tur Atmak Değil Turu Patlatmak (Tatilsiz Tur)

05. Cek.. Cak.. Macera Hayatınızı Değiştirecektir (Macera Duygusu)

06. Bisiklet Dünyasında Spora Hayır Turneye Evet (Bisiklet Turculuğu)

07. Uzun İnce Bir Yörüngedeyim (Planlama Süreci)

08. Maceranın Kalbini Delik Deşik Etmeye Gerek Yok (Zorlanmaya Alışma)

09. Ismarlama Yollarda Bir Ömre Bedel Hayat (Niçin Dünya Turu?)

10. Rüyalarımı Besleyen Velespitim Tur Kapısında (Kesin Kararlılık)

11. Velespitim Kapıdaysa Hazırım Diyebilir miyim? (Hazırlık Süreci)

12. Varsayalım ki Bir Konserve Açacağım Var (Tur Bütçesi)

13. Oooo Portakalı Soydum Kimlerle Yola Koyuldum (Tarz Oluşturma)

14. Rotanı Söyleme Bana Çakallar Çıkar Yoluna (Rota Planlama)

15. Denizi Geçerken Sırtımda mı Taşıyacağım Velespitimi? (Lojistik)

16. Heybeleri Dolduralım Birazcık Yer Yeter Bana (Ekipman, Pılı-Pırtı)

17. Bir Hayale Uzanır Değmez Olur Ellerim (Yapılacaklar Listesi)

18. Zombilerle Çevrili Ortaçağ Dünyası ve Bir Aziz (Güvenlik)

19. Fotoğraflardan Bakılınca Puslu Görünen Dünya (Görüntü Kayıtları)

20. Ay Biçim Verir Ayaklarımdaki Tılsımlı Dairelere (Tur Notları)

21. Efendim, Buyurun Sizleri “Pire🚲” ile Tanıştırayım (Tur Bisikletim)

22. Bisikletim Señorita “Pire🚲”nin Teknik Özellikleri (Mekanik Yapı)

23. Yol Yağmurlarından Yükseliyor Hayaletim (Sürüş & Yol Şartları)

24. Sıcak Bastı Sulayalım Don Bastı Isınalım (Hava Koşulları)

25. Yârenlik Ediyor Örümceğe Akşam, Muson Kuşları (Yol Farfaracıları)

26. Şaşma Duygusu Bizi Yaşam Mucizesine Bağlar (Sağlık & Hijyen)

27. Şölenler Ele Geçirir Saatlerin Mülkiyetini (Eğlence & Keyif)

28. Mehtapla İpekten Bir Karanlıkla Geliyor Akşam (Yol Deneyimleri)

29. Yoruluyor Yollar Enginleşiyor Daracık Dünyam (Dönüş YOK!) 


Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***