Denizi Geçerken Sırtımda mı Taşıyacağım Velespitimi?

 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/055

Esinti Tarihi: Cumartesi, 15/07/2017 

ÜTOPYA... Dün kendine haiz saf bir düşten ibaretti. Yarınsa yalnızca büyük bir hayal. Bugünü maviliklerde yaşamak dünü ise tatlı bir düşte. Yarını da umut kırıntıları kılar. İşte bu yüzden bak dalgana bir daha ve yeni doğan mavilikleri selamla... 

Türkiye/Dünya turum bir vicdani hayat meselesiyle değil, boncuklu hayal ile başlamıştı. Hayalini kurmaya devam ettim. Kararlılığımı tebliğ eden girişi yaptım. Hazırlık sürecine yumuldum ve planlarımı en ince detayına kadar çiziktirmeye başladım. Güzel, şık, ilerleyici bir program oluşturup bunun banliyösünde bütçe, seferde takınacağım tutumlar ve yörünge konularında düşüncelerimi dile getirdim. Şimdi sıra geldi lojistik konusuna. 

Bre, nedir bu lojistik konusu? Nerden çıktı? Bizden habersiz taşımacılığa mı soyundun? Gibi ufak atmalar, höpürdetmeler merakla sorgulayabilir endamımızı  haliyle. 

Zamandan ve mekândan münezzeh” kılınmış tasavvurların uçuculuğudur, gezginlere tepeden bakmayı sürdürenlere çekici gelen. Burada her şey, bir fikrî iletişim sorunudur. Empati mi deseydim? Pozitif pratiğe bulaşma riskinden uzak, bir panelin masa başı konukları gibi sahne alırlar ahkâm arenasında. Bize de pek yabancı gelmez bu kıvırmalar. Aziz Nesin’in tiye aldığı aydın karakterlerine benzetirim ben onları. Bir bakmışız iki bin yıl öncesine kadar gidivermişiz. Bir de bakmışız zihinleri 1000 yıl sonrasında. Bir bakmışız, “çevreyle kirlenmemiş teorik kökene” davet ederler, verirler lavanta gazını. Bir de bakmışız dünyanın nesnel durumun doğurduğu ortamların korkulardan aşılamadığı, her yerde siyah bantlıların çoğaldığı ve “her şeyin buharlaştığı” evrelere çelenk koyuyorlar... 

Çekicidir, Türkiye/Dünya turunu bahane edip yollara koyulanın pratiğine sırt çeviren reformist söylemler. Kaşık kadar ağızlarıyla laf yapmaya ve antipatik davranışlar sergilemeye başladıklarında bir sıvanmışlık yapışır kalır bir yerlere ama sanki orada sadece Manifesto’nun beyanına yakın bir güzelleme elde edilir. “Özgür dünya hayal eden gezginlerin vatanı yoktur!” İşte bu kırpıntıyla, beklenmedik, muazzam neticeler elde edilir. Aklıevvellere karşı mücadele, geçici bir dönem macera dergilerine bulaşmış, yazar gurularının şişkinliği bir perspektif ilan edilir. Geri kalmış dünya ülkelerindeki kuşkulu gezicilerin zihinsel geriliğinin sonucudur. İçinde ulus, ulusal geçen bütün kavramlar tiksintiyle reddedilir. Enternasyonalizm, ulusal nihilizm olarak yeniden yorumlanır. “Arası” kısmı cımbızlanır, “uluslar” kısmının orada ne anlam ifade ettiği muğlaktır. Arada olmak iyidir, yığınla dertten kurtarır “muğlak gezgin” aydını. 

Şimdi diyeceksiniz ki ne zırvalıyor be, bu adam? 

Yeminle, hiç. Geçenlerde tamamı İngilizce yayınlanan bir macera sitesinde görmüştüm. Israr yok, adını vermeyeceğim. Adını sanını geçerken gördüğüm, tanımadığım, etmediğim kişilerin ismini vermek âdetim değildir. “Anti-maceracı” tandanslı yazarla polemik yapacak değilim. Ama vatandaşın, maceraya bir dokunayım derken küresel elleşmenin etkilediği özgürlükler ve enternasyonalist davranışlar ile ilgili yazdığı makale kanıma dokundu. Benim gibi gezgin geçinenleri az biraz kahveden edecek bir yazı kaleme alınmıştı. Ben de, ne yapayım, biraz vereyim veriştireyim dedim. Bir dokunursam bin ah işitirsin. Tabi yazıyı alıntılamadığım için de böyle abuk sabuk bir söz dalaşı ortaya koymuş oldum. 

Neyse şöyle toparlayayım: “Gezgin adam her haliyle mekânından arınmıştır. Ayağını bastığı bir toprak yoktur. Haliyle, bir toprak parçasında yenilikçi dönüşümün zorunlu kıldığı her türlü değerlendirmenin yükünü atmıştır sırtından. ‘Özlenen dünya’, bir şafak vakti gökten ağıp gelecektir nur içinde.” Bu mudur yani! 

Şimdi efendim, bir akşam bir kadın, evinde bağdaş kurmuş oturan kocasına: “Kuzum efendi, bir gün camide vaiz bir şey hikâye etmişti. Mısır’da bir kadın evliya varmış. Bir kız yerden çıkmış. Keçisini boğmuşlar. Sen bu şeyleri bilirsin. Bunun aslı nedir?” diye sorar. Kocası da şöyle cevap verir: “A kadın, senin hangi yanlışını düzelteyim? Senin dediğin yer Mısır değil Filistin, Arz-ı Kenan. Senin dediğin kadın değil, erkek. Senin dediğin evliya değil, Peygamber. Hz. İbrahim. Senin dediğin gibi kızı değil, oğlu. Hz. İsmail. Senin dediğin gibi o yerden çıkmadı, gökten indi. Senin dediğin gibi o keçi değil, koç. Senin dediğin gibi onu boğmadılar, boğazını kesip kurban ettiler. 

Ben de şimdi oturup vatandaşı düzeltmeye kalksam lojistiğimin içine ederiz. Zaten macera dergilerine yazı yazan ve koçluk mertebesine ulaşmış kişilere karşı hep kuşkuyla yaklaşmışımdır. Bunu da istisna kabul edemeyeceğim, korkarım ki... 

Lojistik denilince aklıma bir sürü şey takılıyor... Sanırım herkes bunu salt taşımacılık çerçevesinde ele alıyor. Hâlbuki öyle değil. Lojistik denilince türlü türlü donanım ifade edilmiş oluyor. Yani çarşıdaki hesaba uymayan biçimsel bir hesaplamaya dair bir nevi hesap sanatı da diyebiliriz. Ulan diyorsunuzdur, iyi ki karşımızda muhasebe kökenli biri var, ne dediğini anlamasak da en azından bu terminolojiye galiba günlük gazetelerden yakınız. Ya bir de tıbbiyeli olsaydı, kaka yapardı anatominin içine!.. 

Efendim, basite indirgiyorum. Şimdi lojistik denilince, ve işin çerçevesi dünya turu, velespit turneleri falan filan olunca, benim aklıma hemen şunlar geliyor üstüne eğilmem gereken: 

Yola çıkacağım, Türkiye’yi şamandıra gibi şişirmeden doyasıya pedalladım diyelim, az gittim uz gittim yabancı uyruklu bir toprağın sınır kapısındayım. Pasaport kontrolünden geçeceğim. Vizemi önce mi almalıydım, yoksa kapıda alabilir miyim? Hangisi daha mantıklı? Sanki, eğer gittiğim yol belli ise, önceden alma fikri daha yatkın. Yok, kapıda karar veririm dersem, o zaman ha herrü, ya merrü. Şansım yaver giderse yüzmeye devam, yok kapıdan çevirirlerse, batış için esas duruşa geeeeeç... 

Sonra az önce tıbbiye dedim de aklıma geldi. Yolculuk öncesi medikal önlemlerimi mutlaka almam lazım. Ne olur ne olmaz, o kadar dağ, tepe, toz, toprak, cangıl filan, hatta kimi topraklarda sürekli bir biyolojik harp devam ediyor, hastalığın birini bitiriyorlar, birini başlatıyorlar. Bulaşıcı virüsler yayılıp saçılıyor her bir tarafa. Bu kapitalistler bu yeryüzünde yaşamaya devam ettikçe, birileri de hilafsız hastalıklardan kırılmaya devam edecek demektir; e, ilaç satmak lazım, şırınga satmak lazım, malzeme kakalamak lazım, değil mi ama? Bunun için lojistik programıma aşı, aşılanma mevzuunu mutlaka almam lazım. Hatta diyorum ki, yanıma birkaç kutu yedeğini de alsam mı acaba? Neyle karşılaşacağım bilinmez. Eveet, vaksinasyon ve bir acil tıbbi bakım teçhizatını demirbaşlarım arasına kaydediyorum; sıradaki gelsin. 

Hazır lafı sağlıktan açmışım; belki kendimi bir de şöyle yüzde yüz sağlık programıyla donatabilir, makbul ve kaliteli bir sağlık sigortası edinebilirim. Yoldayız, yol halidir, kırığı, çıkığı, yarası, beresi, enfeksiyonu,  zehirlenmesi olur bu işlerin. Hani hiç kimse pek kapsamlısına yanaşmıyor ya, o halde beri gelir, ben de periyodik seyahat sigortası yaptırırım; nasıl işime gelirse. 

Tamam, sağlığı da hallettim sayılır. Bakiiim, daha neler vardı? Ulan not alıyorum, ama yazdığım notları okumakta güçlük çekiyorum. Bu kadar mı çirkinleşebilirdi bir el yazısı? Hâlbuki inci gibi, tane tane yazardım. Ah o günler, hep şu güzaf teknolojinin hezimetine uğradı, durdu. Neyse, galiba çözdüm... banka manka bir şeyler zırvalamışım. Ha evet, hatırladım. Hani yollarda başıma bir şey gelirse diye olacak, sadece bir banka hesabında kalmaktan vaz geç dedi içimdeki ses. Şimdi düşünüyorum, en az üç banka hesabım olsun, paraları bölüştüreyim. İyi de benim o kadar çok param yok ki. Vazgeçiyorum. Ne varsa kalsın bir bankada canım, n’olacak. Penileri mi düşüneceğim? Alt tarafı bir emekli maaşımı dolara çevireceğim...J Zaten elde avuçta nakit Benjaminleri bulundurmak da enayilik. Artık koynumda mı, donumda mı, çorabımın içinde mi, velespitimin zulasında mı saklarım, askerlik terbiyesinden bir şeyler öğrenmişliğim vardır. 

Galiba buraya kadar bir kısmını hallettim sayılır. Üf, amma da uzunmuş bu loji-sitik bahsi. Şimdi bahse girerim, kademede velespitimi oradan oraya taşıma konusu var. Hani olur da bazı mecburi durumlarda sırtıma alıp yolumuza devam etmemiz gereken haller var ya, işte o konuya biraz sonra değineceğim. 

Yani depresyona girmeye gerek yok. Yavaş yavaş ilerleyeceğiz. Diyeceğim de... Ama sanki bu depresyon iyi midir, kötü müdür münazarasında bir aralar bol keseden çürütücü bir fikir edinmiştim. Çünkü denek bazı cins türler üzerinde çaktırmadan araştırmalar yapmış, ve netice aldığım haspa verilerle kendimi bayağı haklı bulmuştum! Teknik analizlerim sonucunda ağır depresyondaki insanların hayatın gerçeklerini diğerlerinden daha iyi gördüklerini ortaya çıkarmıştım! 

Nasıl yani? 

Yani; bir gün riskli bir işe para yatıracaktı patron, dedim ki bana sorma, sana şimdi bir sürü mali analizler yaparım, cayarsın. E, dedi, “Peki o zaman ne yapayım?” Eğer dedim, yakınında depresyona girmiş biri varsa, git ona sor dedim. Güldü, geçti, gitti. Aradan 6 ay sonra beni telefonla aradığında nasıl teşekkür ediyordu bana anlatamam. Tavsiyemi dinlemiş, depresif vakadan mustarip bir arkadaşına derdini açmış. Ondan aldığı tüyo ile yatırımını başlatmış, beni de o yatırımın başına geçirmişti... 

Hayat! 

Bir arkadaşım vardı, ikimiz de henüz on altısındayız. Dedi “Ben şurada oturan, şu kıza aşığım. Ama bir türlü açılamıyorum. Sen bu işlerden iyi anlıyorsun. N’olur yardım et bana,” diye yalvarıyor. Açık ara fark ettiniz, isimleri saklı tutuyorum. İsim vermem, dostum. Bir de şimdi bu yaştan sonra hem arkadaşımın hayatını, hem de o tarihlerde âşık olduğu kızın hayatını mı karartayım? Olur, mu öyle şey? Can yakmayı sevmem ben. Neyse, dedim ki arkadaşıma, “Valla ben bunu bunu derim sen yapmazsın. En iyisi git deli XXX’e sor, en iyi ne yapacağını o sana söyler.” Beni önce ciddiye almadı tabi. Ama gitmiş, bizlere çaktırmadan, deli XXX’e danışmış. Üç hafta sonra arkadaşım ve çiçeği burnunda aşkı, ikisi beraber, Kadıköy İskelesi’nde el ele dolaşıyorlardı. 

Tut ki, benim vereceğim fikirde ısrar etseydi, belki ben acil bir fren yaptıracaktım kendisine, “Yok abi yüzde doksan yürümez bu iş, o kız ölse sana bakmaz” da diyebilirdim mesela. Maksat hıyarlık olsun. 

İşte lojistik kuralları da böyle bir şey. Yani neye karar vermek istiyorsam, içimdeki Mankafa Polyanna’yı çağırıyorum. Yoksa çok mu kaba oldu bu? Kendi içime kayış diliyle bir hayasızlık mı yapmış oldum? Doğru belki de incitici olmamak lazım. En iyisi mi ben ona “Hamiyetli Divane Polyanna” diyeyim. Ne de olsa mecnun fikirleriyle hayatımı kurtarıyor birçok kez! 

Gelecekte her şey yolunda gidecek, valla” diyen o mahur beste, her haliyle bana pusula armağan edercesine endişelerimi ve stres seviyelerimi düşürüp, sıhhatimi yoluna koyuyor, ömrüme ömür katıyor. Şu yaşıma geldim hastane yüzü görmedim. Yani ciddi bir hastalık türdeşine rastlamadım. [Touch wood!] Kimin sayesinde? İçimdeki “Hamiyetli Divane Polyanna” sayesinde elbet. Ne zaman ufak tefek kırgınlıklarım olsa, misal, “Ben iyileşirim kardeşim, abartmayın,” der geçiştiririm. 

Hayata her zaman iyimser bakmayı yeğlemişimdir. 

Bir araştırma yapmışlar; iyimserlerin sağlığına kavuşma oranı, pesimist hastalara göre kat kat fazla imiş! İyimserlik oranının en çok düştüğü nokta, hayatın ortasıymış.  Yani “Yaş otuzbeş, yolun yarısı” diyen pesimizm, zaten yolun yarısında böyle patlayıp, sonra yerini iyimserliğe bırakıyormuş! 72 ülkede yapılan araştırmada, kötümserliğin zirve yaptığı ortalama yaş, kadınlarda 38.6, erkeklerdeyse 53 çıkmış! 

Yaşım otuz beşi çoktaaan geçti. N’oldu? Ben öldüm mü şimdi, yani? Zaten kırk beşimi de atlatınca, ben yine eskisi gibi bir laylaylom, bir tatlı şuursuzluk getirmişim bünyeme ki sormayın gitsin! 

Aklıma geldikçe lojistik departmanıma sıkıştırmayı kafaya koyduğum malzemelerin iyimserliği gibi, tıbbi faydaları bir yana, şahsımın elde ettiği birçok kazanımı, içimde cereyan eden optimizme borçlu! Bu küstah optimizm ki, “gayrimuhtemeli muvaffakiyet süksesi” demek. “İmkânsız olanı başarma inancı” demek. “Hiç yapamadığımı yaparım, hiç gidemediğim yerlere giderim” demek. 

Bir gezgin ruhuyla bu aşırı doz iyimserliğini dibine kadar yaşayan insanlardan biriyim. Ama sadece biriyim. Onun için çoğumuza ‘deli’ derler ya. 

E, severim ben böyle deliliği... Yeminle yalan dolan yok... Bünyemdeki söndürülemez yaşam sevincine ve iflah olmaz optimizme, önüne çiçekler serdiğim umuda, sahip olduğum her şeyi borçluyum. Ne savaşlar kazandım içimde cayır cayır yanan bu iyimserlik yüzünden. 

Bu vesileyle öpüyorum, sevgiyle selamlıyorum şu dünya coğrafyasında nerede olurlarsa olsunlar, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, bütün ayarsız iyimserleri! 

Henüz bitmedi, lojistik listeme gırla devam edeceğim, sonra da hani ukala danışmanlar vardı ya onlara da biraz uzun kollu elbise giydireceğim. Ama tuttuğum çetele oturduğu yerden fena baskı yapıyor, çok uzattım diye. Doğru oksijenim azalmışken bile gelecek planları yapmaya çalışıyorum ya; hadi biraz ferahlatıcı bir mola, Asu Maralman’dan gelsin: “Olur oluur, bal gibi oluur, kalplerimiz yolları buluur! 

***...***...*** 

Ben de yolumu bulacağım da... yol biraz yokuşlu... onu aşmaya çabalıyorum... 

Türkiye/Dünya turu rotamı öncelikle uzun yola dayanıklı velespitimle alacağımı varsayıyorum ve bütün plan, programımı buna ayarlı yapıyorum. Zaten hangi devrede motorlu binek araç girerse girsin rotamın tarifi bozulmaz. Tema bisiklet olunca günde ne kadar pedal çevirmişim, kaç kilometre bisikletle gitmişim, ne kadarını yürüyerek geçmişim, nelerle karşılaşmış, nerelere uğramış, nereleri gezmişim, nerelerde konaklamışım, neler yemişim, iklim şartları nasılmış, ne tür olaylara tanık olmuşum gibi envaı çeşit verilerin hepsini önce ajandama sonra da dijital ortamda kayıt altına almalıyım. Buna en uygun teknik donanımı da tedarik etmeyi unutmamam gerekiyor. 

Bazen uzun süreli kamp kurabilir, bisikletimi güvenilir bir yere bırakabilir ve rotamın üzerinde olmayan alanlara toplu taşıma araçlarıyla veya yayan gidip sonrasında konaklama alanıma geri dönebilirim. Bu konuda da lojistik tedbirlerimi düşüneceğim. 

Daha önce yazmıştım. Bu turnelerin hiç birinde havayolunu kullanmayı düşünmüyorum. Ancak çok sıkışırsam; belki. Yoksa plan-programımda hiç yer almıyor. Sadece trenleri ve gemileri bazı durumlarda, özellikle kıtalar arası geçişlerde yahut adalara yapacağım geçişlerde kullanacağım. 

İşte şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere... 

Velespitimi hangi zorunlu durumlarda üçüncül taşıtlarla taşımam gerekebilir, diye fosforla boyadığım bir not düşmüşüm planlama kâğıtlarımın arasına. Kalın bir de çizgi çekmişim altına. 

Mesela;

 

§ Yolda çözemeyeceğim büyüklükte bir sorunla/arızayla karşılaşabilirim.

 

§  Durduk yerde rahatsızlanabilir ve yola bisiklet üstünde devam edemeyecek durumda olabilirim.

 

§  Şehirlerarası gideceğim bir yol çok sıradan ve çekici olmayan ve hatta trafiği yoğun, havası kirli, çarpık yapılarla çevreli bir yol olabilir.

 

§  Gece üstüme erken kapanabilir veya hava şartları üstüme yığılabilir; zaman açısından sıkıştığım bir an gelebilir ve yolun bir kısmını motorlu bir taşıtla atlatmak zorunda kalabilirim.

 

§  İstemediğim bir hal vaziyettir, fakat güvenlik ekipleri beni ve velespitimi çeşitli gerekçelerle araçlarına alıp götürebilirler.

 

§  Zorunlu deniz geçişleri ki bu en ciddi ihtimali içinde barındırıyor. Denizi velespitim sırtımda geçecek halim yok ya!

 

§  Benzer bir şekilde çevresini dolaşan yolun çok uzun olduğu büyük körfez ya da bilumum okyanus geçişleri.

 

§  Yola çıkmışım ‘U’ dönüşü yapmak istemiyorum; geçişi başka bir taşıtla kat etmem gerekebilir.

 

§  Bulunduğum yerleşimde yaşanabilecek olağanüstü bir durum. (UFO’lar mı gelmiş ne!) 

Ayrıca hayatta bulaşmak isteyeceğim en son şey: Doğal afetler. Bunlara dair teke tek lojistik çözümler getirmem lazım. Eğer karşıma lebi derya okyanus çıktı, “Eyvah şimdi ne yapacağım?” diye kara kara düşünmek istemiyorum. Bulunduğum yerde muhtemelen bir feribot filan vardır. Yok, olduğu ve ayvayı yeme senaryosunu bırakıp velespitimi bir feribota nasıl yerleştirebilirim ona bakayım. Bu hiç zor olmamalı. Tıpkı İstanbul ve Çanakkale boğazlarında, Gökçeada, Bozcaada, Avşa gibi adalara yaptığım yolculuklarda aşina olduğum ve sorunsuz taşınabileceğini düşündüğüm bir yöntem olmalı. Fakat bazı kerameti kendinden makul tuhaf ülkelerde, sadece yolcu taşıyan yolcu gemilerine, deniz otobüslerine, bisiklet sokmama izin verilmeyebilir, sert bakışlı, apoletli gemi görevlileri, velespitime bagaj muamelesi yapıp gemiye almak istemeyebilirler. Uluslararası gemi seferleri yapan büyük feribotlarda bisiklet için ekstra ücret olduğunu sanmıyorum fakat Türkiye’de hızlı feribotlarda bisiklet için ücret alındığını duymuştum. Normal arabalı ve yolcu vapurlarında bisiklet ücreti istenmediğini varsayıyorum. İşte bu konuları açıklığa kavuşturacak lojistik bir çalışma yapmak icap ediyor. Söylentilerle, miş mış’larla hareket değil bizzat ilgili yerleri, ilgili mercileri arayıp öğreneceğim! 

Aynı şekilde şehirlerarası yolculuk yapan otobüsler ile bisiklet taşımada ne gibi sorunlar yaşanıyor, öğrenmeliyim. Avrupa’da gençlerin bisikletlerini bagaja verdiklerini görmüştüm. Lakin Türkiye’de otobüs firmaları kılı kırk yarabilir, burnumdan kıl almaya kalkışabilirler, hatta burun direğimi sızlatıp, “kıl oldum sana abi” tarzında zevksiz bir tartışmanın içine çekebilirler. Ağzına kadar tıka basa yolcu bagajıyla dolu olan otobüse bisikletimin neresini sokacağım ki? Neyse ağzımı böyle ayıp kelimelerle bozmayıp seyahat planlarımı ona göre yapmalıyım, ne dersiniz? 

Bana kalırsa denizyolları kadar hayatta en kolay ikinci yol demiryolları olmalı. Hatta bunlarla daha sık karşılaşabileceğim için ilk sıraya da yerleştirebilirim. Koyarım koridora, kondüktör gelir, “çek şunu ayak altından” der mi, der, alır çekerim ama bir daha o trene binmem. Bunun için mutlaka bagaj alanı vardır; burayı kullanırım. Ama o kadar eşyayı nasıl emanet ederim? Otururum koltuğuma, oh mis gibi, ne de güzel konforlu yapmışlar bu koltukları, son zamanlarda her şey tüketiciler için; hem konfor, hem gacırt pahası. Boşver. Oturduğum koltukta iki kişi gidebilirim mesela, velespitim kucağımda, bana rahatsızlık veriyor, başkasına değil diye itiraz hakkımı kullanabilirim. Miyim acaba? Bakın, iki dakikada en kolay dediğimi, en zor mahlûkat yaptım, huyum kurusun... 

Diğer taraftan acil yol aksamında, otostop çekip bir kamyonete, bir otomobile atabilirim velespitimi. Üstelik bilet yok, paha yok, havadar, mis gibi ön camlar açık, rüzgârda savurmak o saçları... 

İşte lojistik taşımacılığın en kılcal burun kıvırmaları bu planlama seviyemi zorluyor. Ama önceden bazı şeylere hazırlıklı olmak, sürprizlere gebe olmaktan daha iyidir. Macera dediysek, gereksiz atışmaları içinde barındıracak maceraları kastetmedim. 

Evet, sağlığımla alakadar elzem sorunlar olursa işte o vakit hiçbir şeyi tınmam, atarım velespitimi müsait bir araca, en yakın şehir merkezine gider, orada bir hastanede, sağlık ocağı da olabilir pek tabii, ya da salimen konuk olabileceğim bir mekânda kanlanana, canlanana kadar iyice dinlenirim. Önce can, sonra canan. Boşuna laf etmez bizim bilmişler. 

Diyelim bulunduğum arazide araç bulamadım ne yapacağım? “Kader” deyip, geçiştirecek miyim? Hasta hasta yatıp, yığılıp kalacak mıyım olduğum yerde? En kötüsü olmadan belki birileri gelir beni kurtartır diye bekleme noktasına mı geçeceğim? İşimizi niye illa tanrısal güçlere havale etmeyi pek erdemli sayıyoruz? Ben böyle yapmam, gücümün son paftasına kadar pedallara basarım. Birilerine ulaşana değin sadık dostum velespitimden bana yardımcı olması için kolaylık sağlamasını talep ederim. 

İşte al başına bir başka ‘SOS’ mesajı gerektiren lojistik konusu. Uf ne kadar birikti bu doğada ve yollarda dokuz canlı olmanın püf noktalarını öğrenme konusu. Sanırım yol yakınken kendime bir “hayatta kalma rehberi” olabilecek bir kitabı ya da kitapları almam gerekiyor. 

Ya bu işin hastalığını filan anlarım, doğal afetleri de anlarım. Ama şu mendebur topraklarda, yok pardon yanlış oldu, harika topraklarda mendebur insanların birbirine girdiği ve mendeburca terör estirdiği güvenlik sorunları yok mu? İşte bu konuda benim esaslı bir lojistik çalışma yapmam şart. Mesela, Afrika’da çeşit çeşit güvenlik sorunu olan ülkeler var, Libya, Mısır, Uganda, Sudan, Kongo gibi. Yani ben şimdi Afrika mAfrika, siyah derili kardeşlerimi kucaklayıp onlarla bir fotoğraf çektiremeyecek miyim? Yanlarından teğet geçip, basıp uzaklaşacak mıyım? Hani bu işin anısı, hatırası! 

Ha, insanız ya, zoru gördük, atla bir araca çek git... E, o zaman ben niye aşkım, bir tanem dediğim süslü velespitime neci böyle kocaman bir yatırım yaptım? Sormaz mıyım kendime? Eğer bu ‘kader’ yolculuğumu bizzat onunla yapacaksam ona da bir söz hakkı doğmaz mı? Kim ne derse desin ben böyle bir seyahate çıkma kararını karavanla gezmek için almadım! Çölleri de, nehirleri de, zirveleri de, buzların ta ortasından da, bir araba, otobüs, kamyonetle değil, karavanla hiç değil, velespitim, kas ve idrar gücümle geçmeye kararlıyım. 

İşte lojistiğin en zor, en kafa karıştırıcı sorusu burada. Dünya ‘dekatlon’ ve ‘pentatlon’ turumu gerçekten bir araca mı bağlı kılacağım? 

Sanıyorum bunun için önce idmanlarımı bitirip kendi performans değerlendirmemi yaptıktan sonra söyleyebileceğim. Yani yaklaşık bir on-on iki ay var önümde kararlarımı daha bir netleştirebilmek için. Ancak hangi taşıt olursa olsun, velespitim destek vâsıta olarak her zaman yanımda yoldaşlığını sürdürecek. Kâh bir ‘Herbie’nin, kâh bir karavanın pupasına bağlı, olarak. 

Şimdi lüzumsuz yere içimdeki ‘Hamiyetli Divane Polyanna’ya saygıda kusur etmeyeyim. O, sahip olduğum her şeyin sebebi! Madem önünde sonunda öleceğim ve her yıl buna daha çok yaklaşıyorum, kısırdöngü tartışmaların karnına girip de içimdeki hasretliğe balta vurmam gerekmiyor. Velespit mi, Herbie mi, karavan mı? Ne yalan diyeyim üç görüntünün ortak paydası: İflah olmaz bir iyimserlik! 

Harap olmakta lastikleri patmış bir dünyada savaş çığırtkanlığı varsa, ve gün be gün bu tehdit şiddetle artıyor, üçüncü kocamanına devşiriliyorsa, biz insanlar ister istemez o namert savaşın tarafı ve/veya göbeği olma ihtimalindeysek, nicedir ufukta beyaz güvercinler avlanılıyor, barış zinhar görünmüyorsa, her an ölebilme ihtimalimiz Avrupa’nın, Amerika’nın kuzeyinde yaşayan birine göre 100 kat fazlaysa, geleceğimizdeki parlak seçenekler nedir ki? 

Benim seçeneğim artık belli. Belki de içimde ki Polyanna değil de Che oluyor birdenbire. O motosikletinle gezmişti, gezebildiği yere kadar, bense velespitimi almak istiyorum kollarıma, ver elini dünya. Benim için çok değerli bu usta devrimciyi sahiplenmek, haiz olduğu ideolojisini beğenin, beğenmeyin onun tecrübesinden faydalanmak, bir gezgin olarak boynumun borcu.  Onun hatıratı sayesinde, 23 yaşında bir tıp öğrencisiyken, arkadaşı Alberto Granado ailesini ve ilk aşkını arkasında bırakıp bir motosiklet sırtında Güney Amerika’yı gezmeye çıkan Che’nin tanık olduğu eşitsizlikler, haksızlıklar ve kültürel çöküşlerin onun daha sonra dönüştüğü insana nasıl katkı sağladığını incelemek mümkün olmuştu. Onu okumak ne büyük keyifti. 

Şimdi diyelim üstüme üstüme bir tank geliyor ve üstüme doğru gelen bu tankın önünde tek başına duran bir adam olacağım! Şunun şuracığında tarihte ilk kez de olsa, zulmün bu şekilde biteceğine biraz da olsa inanabilir miyim? Yapanlar olmadı mı? Oldu. Ne sanrı ama! 

Hadi es geçtim, bıraktım savaşı mavaşı. Günlük hayattan gideyim: Hani gazetelerin şu çok yapraklı sararmış ekonomi sayfalarında sıkça rastladığımız dört defa batıp beşinci şirketi kuranlar yok mu! Üçüncü sayfada değil allahtan, ikinci sayfaya ya da arka kapağa, belki de sürmanşetten bilmem kaçıncı defa evlenenler, bilmem kaçıncı defa rejime girenler, orasını burasını gerdirenler, selüloitlerinden kurtulanlar ve bütün Milli Piyango bileti alıcıları, Loto–toto-iddiacılar: Bu neyin iyimserliği arkadaş? 

Ha, sen sayıbilim, abaküs, istatistik, tıp, bıp sallamıyorsun öyle mi? Bir sen biliyorsun ki, “Her şey çok güzel olacak! 

Affedersin, nah olacak. 

İyisi mi hiç dinleme dünyadan yüzdeler veren uzmanları sen. Bak bu konuya değinecektim ama makale uzadı. Çokbilmiş, akıl kethüdası danışmanlara o elbiseyi mutlaka giydireceğim yazıyı birkaç güne kalmaz hazırlarım. 

Hayatta her şey her zaman güzel olabilir mi, sevgili masum kardeşim? Bilim adamlarının bir halttan anladıkları yok, öyle mi? İsviçreli bilim insanları ölsün yani? Makinende er geç kireçlenme olacak hanıım, niye “Olmaz bişey ayol” deyip duruyorsun? 

Bak, beyine sor, eminim aynı kaderi paylaşıyoruz. Çok eskiden değil, henüz az bir zaman öncesine kadar, çoraplarımı havada takla atarak giyerdim. Şimdi çorap giymek bir ölüm. Çorapsız gezmek çok keyifli. 

Acizane kendime de söylüyorum bunları. Herkesin içinde hırıl hırıl çalışan bir ‘Hamiyetli Divane Polyanna’ varsa, benimki de en kocamanlarından. Hem genç irisi, hem zırdeli! Velespitime atlayıp, biraz antrenman yapıp o yeni çıkan rüzgârlığı alırsam, Lance Armstrong’dan daha iyi görünmemin, yakında hem ülkeye hem dünyaya alelacayip bir barış ve sevgi ortamı gelmesinin, bir gün Oscar, Nobel almamın, Guinness rekorlar kitabına girmeme hiiiç de uzak ihtimaller olmadığına beni bir şekilde inandırmış! 

Şakalarla, hayallerle, birlikte yaşayıp gidiyoruz genç irisi, zırdeli kızla... 

Hadi ben saftiriğim, Nâzım da mı saftı da “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler” dedi?.. Çetin Altan ne zaman köşeyi ele geçirse, “Enseyi karartmayalım, arkadaşlar” diye yazıp durmadı mı?.. 

O usta zekâların, büyük resmi görüp: “Berbat günler göreceğiz, karanlık günler”, “Enseyi karartın, vaziyet kötü fena” demeleri gerekmez miydi yıllardır? 

Araştırmacı Tali Sharot ablamız tutmuş bir de ‘İyimserliğimizin Bilimi’ diye bir kitap yazmış. Dünyayı, inançları sarsacak bir kelamda bulunuvermiş: “İnsanoğlunun geçmiş ve gelecek kavramının olması, hayaller kurabilmesi, bu optimizmin bir sebebi” demiş. 

Lojistikten nerelere geldim. Ama bunların hepsi hayali bir lojik... Bu, hiçbir hayvanda bulunmayan insansı ‘fütürist’ beynin, aynı zamanda bir gün öleceğini bilen tek canlı türü olmamıza da sebep. 

Aman, iyi ki içimde: ‘Hamiyetli Divane Polyanna’ var; nasılsa pek yakında güneşli günler göreceğim, enseyi karartmaya ne gerek var! 

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***