İstanbul: Pire🚲 ile Doğduğum Yere Turu

 

TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN,
PİRE🚲 İLE İSTANBUL TURLARI

Bu kez Saros Körfezi’nden değil ama güney Marmara’dan, Tekirdağ’dan giriş yapmıştım ve arkamdan yağmur filan getirmemiştim. Ama ne olduysa oldu iki gün önce bendeniz kuzey İstanbul’a Pire🚲’ye uygun mudur, değil midir, çevre koşulları nasıldır bir de yürüyüş gözüyle gözlemleyip, zer zemin çalışmasını da yapayım diye tırmanışa geçmiştim ki akşamı fırtına ile karışık hava patladı, sağanak indi ve İstanbul’u 20 dakikada teslim aldı. 


İşe bakın ki neredeyse aramda 2 saat fark var. Ben dönüş yolumu deniz yoluyla uzatmış, Anadolu yakasına uzanmış, tarihi çay bahçesinin önünden otobüsle geçerken ne Çengelköy ne de tarihi çınar ağacı yerinden oynamıştı. Üstelik selin ortasında kalmaktan da kıl payı kurtulmuştum. 

Hayatım mucizelerle geçtiği için buna da pek şaşırmadım doğrusu. 


Okuma kültüründe Mehmet dedemden bana bilimsel miras, en doğrucu Davut, “Cumhuriyet” gazetesi yazarlarından Mine Söğüt, bir önceki İstanbul tufanıyla ilgili boşuna çığlık atmıyordu. Şöyle diyordu yazısında: “Başınıza gelen tüm bu kötü şeyler... Gerçekleri görmediğinizden ve onları çocuklarınıza öğretmediğinizden. Eğer siz toprağın neden kutsal olduğunu onlara anlatsaydınız; Bir zamanlar adına festivaller düzenlenen o Tanrısal değeri ekip biçmenin hayati önemini unutmasaydınız; Onu bir mal gibi görüp birbirinize sata sata bugün muhtaç olmasaydınız bir avuç toprağa; Üst üste yığılmış betonlarda sığışıp daracık odalara... Yetinmeseydiniz pencere önündeki saksılarla; Ve ağaçsız doğada 200 km hız yapmayı medeniyet sanmasaydınız taksitini zar zor ödediğiniz o son model arabalarla; Şimdi o koca şehrin ortasında boğulmazdınız ilk yağmurla. Bu şehrin sular altında kalması boşuna değil. Doğa çığlık çığlığa. Kasten ve hile ile ve para için ve sevmediklerinden... Yaşamak nedir, doğa nedir, hayat nedir hiç bilmediklerinden... Minareleri süngü, kubbeleri miğfer bellediklerinden... Ağaçtan nefret ettiklerinden... Topraktan korktuklarından... Sokaktan ürktüklerinden... Kapalı kapılar ardında birbirlerine karanlık öyküler anlata anlata... Fethiyle övündükleri toprakları göz göre göre felakete sürüklüyorlar. Bugünden yarını hesaplayacak akılları yok, dünde yaşayıp geleceği berbat ediyorlar. Ama bilin... Bugün başınıza gelen tüm kötü şeyler... Gerçekleri çocuklarınıza öğretmediğinizden... (...) Ah şu çocuklarınıza öğretmediğiniz şeyler... Başınıza gelen tüm bu kötü şeyler... Gerçekleri görmediğinizden ve çocuklarınıza gerçekleri öğretmediğinizden. İlk yağmurda, ilk yağmurda, ilk yağmurda, her yağmurda... Sırf bu yüzden siz de boğuluyorsunuz, onlar da. 

Şu işe bakın ki, bütün oklar, ilhamını betondan alan ve inşaata tapan rantiye & şantiye iktidarını gösteriyor. Yoksa gazap son 15-20 yılın rant kurbanı İstanbul’un tepesine durup dururken inmiyor. 

Son bir yıllık doğa serüvenimde nice sağanaklar, nice fırtınalar ile karşılaştım ama insan eliyle bozulan tasarımların hak ettiği afetleri bunlarla kıyaslamak abesle iştigal gibi bir şey. Çünkü doğada yağmur yağıyor, sular şırıl şırıl toprağa karışıyor, bulabildiği kanallardan akarsulara ulaşıyor, dereye, göl ayağına vesaire karışıyor, her yan mis gibi toprak kokmaya başlıyor. Vaavvv... Yağmur dinince bir de gökkuşağı! O ne sevinçtir yağmurlar, o ne mutluluk abidesi!!! 

Aslında son 30 yıla baktığımda bile, İstanbul’un rantı gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar, duble yollar, köprü odaklı dönüşüm ürettiğinden toprak parçası elde avuçta pek kalmamış. Of, çocukluğumun yeşil çevresini, doğasını nasıl da özlüyorum! Bahçeli evlerden fışkıran o güzellikleri... Çiçekler kadar sayısı fazla olan ağaçlar her yerdeydi. Kendi bahçemizde, komşu bahçelerde, mahallemizde, diğer semtlerde, Boğazın iki kıyısında ve İstanbul’un bütün tepelerinde... 

Ben 2. Köprüye (FSM) inşa edildiği günden beri karşı olduğum gibi üçüncüsünü de hâlâ anlamış değilim. Ha, yok, anlıyorum da o şahane ıssız sapsız saçmalığını ifade etmeye çalışıyorum. Kimler kullanacak o güzergâhı? O köprüyü? Ne için? Anasının dininde gibi bir yerde. İstanbul merkeze öyle uzak bir yerde ki! Ama amaç belli. Hazine garantili bir yaratıcılıktan ancak çeteci müteahhitlere rantiye kırıntısı çıkar, parası da halkın cebinden. Ne büyük paylaşım? Yiye yiye bitiremediler bu zavallı kenti. 

Bir şehrin genetik kapasitesiyle bu kadar mı oynanır? 

Yeraltı tünelleri, hızlı trenler, hızlı otobüsler... Zırt oraya zırt buraya havaalanları inşa ediliyor. E, zaten ucube bir roketle aya seyahat turistik bir tur olmak üzere! Tur şirketleri üzerinde çalışmalarını sürdürüyorlar. Hatta İstanbul şehrinin insanları asfalt-kentte, beton-kentte sıkılmasınlar, birbirlerine kafadan girmesinler, her gün kendi içlerine seyahat edebilsinler diye sosyetik mahallelerde yoga, meditasyon, astral seyahat kursları açılıp duruyor!

Ama neye yarar ki? 

Bugün, İstanbul’un her semtinde, mahallesinde, muntazam normal halk çocukları gönül rahatlığıyla seyahat edecekken birkaç kere düşünüyorlar. Bu evden işe, işten eve on dakikalık bir metro yolculuğu olsa bile! 


Neyse konumuz İstanbul’u kurtarmak değil, bisikletle keyiflice gezmek... şehre sevinçli saatler bahşetmek... 

Eski ‘memleketime’, Kazasker Şakacı Sokak’a bir nostalji planı yapmaya çalışıyordum. Hazır gezerken de “ablama, enişteme, yeğenlerime şöyle bir uğrayayım” dedim. Hem epey uzun bir aradan sonra “Yarım elma gönül alma” hem de “Değişiklik olur, hayat sevince güzel olur” dedim. Yoksa Marmara Turları’na İstanbul’u kat, o eski semte, o eski mahalleye uğrama “o kapıyı bir daha yüzüme açmazlar” dedim! 

Hadi canım sendeee!! Artık kendime çok mu ballandıra ballandıra anlattım, nazar mı değdi, ne oldu, bilmiyorum. Meteoroloji havayı yine bozdu. Program da dünden bugüne kaydı. 

İşte o gün bu gündür. 

Süper program yapmışım. Uzun aradır gidemediğim sokağıma gidecek, o eski bahçemde oynadığım saklambaç, birdirbir, envaı çeşit top’lu oyunları, kovboyculuk ve ağaçlara tırmanışları, koca bahçenin çevresinde bisikletli turlarımı, kiremit tepelerinden Adalar’ı seyre dalmayı, gece yarısında komşu pencerelere sapanla erik sallamayı, zillerine bant çekip bir dut ağacından röntgen çekmeyi hasretle anacağım. Yine hem kuzeye, hem de batıya ve güneye bakan pencerelerden uzaklara dalacak çocukluğumu, delikanlılığımı seyredeceğim. 

Gördüğünüz gibi nostalji masallarına son derece magazinsel bir bakış açım var! Geçmiş hayatlara bayılan bisikletli turcu kitlesinden biri olarak, olası eski turneci adaylarını görmeye gidiyorum bir nevi! Ne olacak canım? Gitmişken Pire🚲’ye yol arkadaşı bağlamanın, kendisine turnelerde ‘yoldaşlık kertmesi’ yaptırmanın ne zararı var? Ah o eski kız arkadaşlarım olacaktı ki! 

Her neyse, düşlerin hepsine bilet bulundu mu sana? Her yolculuk bir düş! 

Eee, yolculuk nereye?” diyen vapurdaki ben akran ‘delikanlıya’ ballandıra ballandıra anlatıyorum: “Doğduğum yere. Eski mahalle sevdası işte... Pire🚲’yle şu, şu parklardan geçeceğiz, şu, şu sokakları göreceğiz, burada mola vereceğiz, şurada konaklayacağız, bu köprünün altından geçip, şu evin önündeki duvarın üstüne tüneyeceğiz, üstelik hava da sağanaksızmış, oooh” diye. 

Sabah 09:45 vapuru ile Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçiyorum. Pire🚲’de hiç olmadığı kadar tumturaklı bir heyecan. Ne de olsa bendenizin doğduğu topraklara tekerlek izi bırakacak. Ona her köşeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmak istiyorum. Yolumuz uzun. Buna vaktimiz bolca olacak. 

Benim Nisan ayındaki yürüyüş güzergâhımı takip etmeye kararlı olduğumuzdan vapurdan indikten sonra yönümüzü Moda sahiline doğru çeviriyor ve bu parkurdaki bisiklet yolunu kullanmaya başlıyoruz. (Aslında hiç fiiliyata geçirmediğimiz bir şey değil, son anda bir değişiklik yapar Altıyol’dan Söğütlüçeşme’ye oradan da o pek aşina olduğum minibüs caddesine Fahrettin Kerim Gökay’a çıkar bu yolu kullanabilirdik.) Kadıköy İskelesi’nin önünde bir taraftan fotoğraflar çekiyor diğer taraftan da hızlı bir şekilde durum değerlendirmesi yapıyorum. Tabii her zamanki nezaketiyle Pire🚲’ciğim sessizliğini koruyor bütün planlama ve organizasyon yükünü benim omuzlarıma yüklemeyi beceriyor. 


[📷 Kadıköy İnciburnu Feneri’ne giden yolda, parkur başlangıcı öncesi geniş park ve dinlenme alanı...] 


FKG (Fahrettin Kerim Gökay Caddesi) ve onun devamı niteliğindeki (Şemsettin Günaltay caddesi) yolumuzu kısaltmasına rağmen yoğun trafiği ve emniyet şeridinin olmaması nedeniyle keyifli bir rota değil. ŞG, ki eski başbakanlardan, üstelik Mustafa dedemizin (babamın dedesi) memleketlisi, bugünleri düşünerek biz turculara layık bir bisiklet yolu aklına getirmemiş; yalnızca adının bu rotadaki caddeye verilmesinden büyük onur duymuş. Nedense biz semtimizin muzır çocukları, ömrümüz boyunca, onun adını anmak yerine ‘minibüs caddesi’ deyip geçmişiz. 

İşte ya egzoz kokuları içinde köfte olacağımız bu caddeleri takip edeceğiz, ya da daha önceden programda belirlediğim gibi deniz tarafına geçip iyot kokusunu ciğerlerimize çekerek Fenerbahçe, Caddebostan ve Suadiye üzerinden Kazasker Şakacı Sokak’a ulaşacağız. Ayrıca minibüs caddesinde malum kendinden geçmiş minibüs şoförlerinin ve kimi ‘kıskanç!’ hıyarto özel binek araç sürücülerinin vurdumduymazlığı yüzünden biraz sıkıntı çekebilir ve muhtemel bir takım tehlikeleri yaşamamız kaçınılmaz olabilir. Şahsen keyifle ve zevkle yaptığımız yolculuklarda hiç acelemiz olmadığından kilometremizi ve zamanımızı çoğaltan diğer yoldan yana tercih hakkımızı kullanıyoruz. Plana uygun olarak... 


Ne demişti büyüklerim?

Sen sen ol sakın sıhhatli yollardan ayrılma!

Valla böyle bir şey miydi dedikleri, yoksa şimdi ben mi uydurdum bilemiyorum, ama ne önemi var, takıyorum Pire🚲’yi koluma, bir martı dinginliğinde süzülüyoruz Moda sahillerine. 


[📷 Bayılıyorum şu Moda gezegeninin dinginliğine...] 


Eğer hakikaten becerebilirsem, uzun soluklu molalar vermeden Fenerbahçe Parkı’na kadar devam etmek niyetindeyim. Ancak aralarda fotoğraf çekmek için durmak, moleküler vaziyetlerde amuda kalkmak serbest. 

Kulaklıklarımı takıyorum ve müzikholüme bisikletli yolculuklar için yüklediğim çok özel seçmece şarkıları dinleyerek keyifle pedallıyorum. Pire🚲, bazen kakavan, kendimi fena kaptırdığımı düşünüyor, “Hoop, biraz ağır ol bakalım,” diyerek uyarı görevinde bulunuyor. Haklı bu cennet yaka her zaman benim aklımı başımdan alıyor, rüyalara dalıyorum. 


[📷 Fırtınanın etkisi her yerde görülebiliyor...] 


Kurbağalıdere girişine geldiğimizde Pire🚲 zıp zıp zıplıyor, beni burada da çek, şurada da çek diye yalvarıyor adeta. Kıramıyorum kendisini tabii. 


[📷 Yoğurtçu Parkı’nda anlık mola...] 


[📷 Arka planda popüler Fenerbahçe Stadyumu...] 


[📷 Kalamış Parkı’na giden bisiklet yolu...] 


[📷 Kalamış Parkı ve Kalamış Marina’da Pire🚲 modellik yapmaktan geri kalmıyor...] 


[📷 Pire🚲 fotoğraflarla yetinmeyip bir de filmin ortasında başrolde oynamak isteyince...] 


[📷 Fenerbahçe Parkı da fırtına ve sağanaktan hissesini almış, her taraf ağaç dalı ve kabuğu ile dolu...] 


[📷 Fenerbahçe Parkı’nda molanın tadı bir başka...] 


[📷 Keyfe bakın keyfe!!!...] 


Parkları birer birer geçiyoruz. Hafta sonu olmasının verdiği tatil havasıyla fırsatını bulan plajlara dökülmüş. Moda,  Caddebostan, Erenköy, Suadiye deniz tutkunları ile kaynıyor.

Beni eski günlerime götürmeye yetiyor da artıyor... 


[📷 Sadece ben değil, Pire🚲 de bu sahil yoluna bayıldı, “Bir daha geliriz dimi?” diye soruyor...] 


Balık tutan birini görmeyelim. Ne ben ne Pire🚲 dayanamıyoruz. Hemen fotoğraf makinemize tutunuyor ve olta emekçisiyle birlikte fotoğraflamanın mutluluğunu paylaşıyoruz... 

Canım, nerde karşı yakanın sahilleri, nerde burası! İnsanın kendi memleketi hep kendisine... Sanki bütün güzellikler, incelikler, kibarlıklar bu Anadolu Yakası’nın yakasına yapışmış gibi... 


Fenerbahçe Parkı’ndan Caddebostan Sahili’ne geçmek için önce Atlıhan Sokak’tan sonra da Cephanelik Sokak’tan ilerliyoruz. Ama bisikletler için ayrılmış yol olduğundan trafiğe dalmıyoruz. Keşke bütün Türkiye’nin tüm şehirlerinde bir uçtan diğer uca böyle bisiklet yolları olsa. O zaman kimi yerlerde otobüs, metrobüs, tramvay, metro gibi ulaşım araçlarına gerekli gereksiz atlamaya ihtiyaç duymaz, insanları da rahatsız etmemiş olurduk. Gerçi şahsen benim bugüne kadar kendileriyle hiç sorunum olmadı ama yolda tanıştığım birçok bisikletli turcunun şikayeti genel olarak İETT otobüs şoförlerinin, ki bu konuda genelge olmasına rağmen, kendilerine engel oluşturmaları. Bana kalırsa işgüzar şoför takımı bu tipler. Ya bisikletçilerin kıyafetini beğenmiyor, ya da başka bir nedeni olmalı. Yoksa kural neyse ona uymalı ve efendice davranıp, sesini çıkartmamalı. 

Cephanelik Sokak’ın dibine gelince sağa dönüyor, Iğrıp Sokak’tan Caddebostan Sahili’ne ulaşıyorum. Biz turcular için muhteşem bir parkur. Manzarası manzara. Sağlı sollu eşsiz güzellikler sergileniyor. Her taraf o kadar canlı ki, aklımı başımdan alıyor. Daha fazla dayanamayıp fotoğraflar çekmeye ve çevreyi görüntülemeye devam ediyorum. 3-4 kilometrelik lütufkar yolu Chris Botti eşliğinde geçiyor, Dalyan Parkı’na doğru süzülüyorum. Saksafonun tınısıyla çınlayan bu park aynı zamanda muhteşem park-sahil parkurumuzun sonuna vardığımız anlamına geliyor. 

Az sonra Suadiye kavşağı ile Plaj Yolu Sokak’ına sapacak, Hotel Suadiye’nin önünden geçerek Bağdat Caddesi’ne çıkacağım. Suadiye sahilinde kısa bir tur atıyor, trafik ışıklarını kullanarak yolun karşısına atlıyorum. 500-600 metre boyunca sakin bir trafik içerisinde ilerleyişimizi sürdürüyor, Plaj Yolu Çıkmaz Sokak’ı, Mine Sokak ile Süleyman Tevfik Sokaklarının kesiştiği kavşağı, Yazanlar Sokak kavşağını geçiyor Zara’nın önünde duruyorum. Burada ben Pire🚲’nin üzerinden iniyorum. Yolun bundan sonra kalan bir kısmını sevgilimi elimde taşıyarak ilerleyeceğim. Açıkçası hem ayaklarım açılsın, hem de o biraz olsun ‘zalim’ yükümden kurtulsun diye Ayşe Kadın’a kadar yan yana birlikte yürüyüş yapacağız. 

Sıcaklık bir anda değişiyor sanki. Sahilde hissetmemiştim, şimdi 29 derece gösteriyor alet. Zara’nın gölgesinden istifade ederek yayalar için yeşil yanmasını bekliyorum. Kısa bir süre sonra yeşil adam hadi ‘gelin, gelin’ diye göz kırpıyor. Karşıdan karşıya geçiyor, Ayşe Çavuş Caddesi’ne giriyorum. 


Suadiye İstasyonu’nun önüne geldiğimde yine geçmiş hatıralarım depreşiyor. Bahçe duvarının ardındaki görkemli ağaçların hemen yanı başında merdivenlerle yükselen istasyon aynı vakur duruşunu sergiliyor. Lakin biraz hüzünlü. O bakışlarını kaçırsa da bizden, yine fark ediliyor işte. 

Tarihe karışmış tren köprüsü, tren istasyonu ve Pire🚲’yi park ettiğim, çocukluğumda Bostancı’ya raylar boyunca yol aldığım şu eski, maruf yol, Bostancı Hat Boyu Sokak bütün hatıraları yeniden geri getiriyor. 


Yukarı tırmanırken buraların çok abartılı değişmediğini gözlemliyorum. Ancak Emin Ali Paşa Caddesi’ni atlayıp Ayşe Kadın’a doğru devam ederken büyük değişimler de kendisini göstermeye başlıyor. 


Burada yine bir seçim yapmak istiyorum. İstersem düz gider Ayşe Kadın’dan Oral Sokak’a dönebilirim, istersem sağa döner Halay Sokak’tan ilerler, (belki bu arada çoktan tarihe karışmış Can Sineması’nı da yâd eder), oradan ŞG’ye, minibüs caddesine çıkar, Kaya Sultan Sokak’ı takip ederek eski Kozyatağı İlkokulunun önünden Şakacı Sokak’a varabilirim. 

İkincisi cazip gelse de birinci tercihi kullanıyor ve Ayşe Kadın’a ulaşıyorum. Aslında orijinal planım kestirmeden Oral Sokak’tan geçip ŞAKACI SOKAK ile kavuşmaktı. 


Amanııınn, o da nesi? 

Her tarafı inşaat azmi, yol çalışmaları vesaire vesaire kaplamış. Doğru Oral Sokak’tan çıkacağım ama yol çalışması, inşaatlar ahtapot gibi sarmış etrafı... 

Birden ilk tercihin ne kadar hatalı olduğuna hükmediyorum. Keşke... keşke... keşke... diyorum... Ah, şu ‘keşkeler’ keşke olmasa!!! 

Oral Sokak iyi bir seçim olmayacak. Sağdan ilerlemek en akıl kârı diyorum. Buradan itibaren Pire🚲’nin üstüne yerleşiyorum.


[📷 Üstte Oral Sokak ve tabii Kazasker istikametine giden Şemsettin Günaltay; altta ise Şenevler ve Bostancı yönüne giden trafiği bol minibüs caddesi (nam-ı diğer ŞG)...] 


Hafiften ilerlemiş bir haldeyken Pire🚲 zınk diye duruyor. Bu ani fren yüreğimi hoplatıyor. Meğer bir yol aralığı görmüş. “Sen burayı nasıl hatırlamazsın?” diye bir çengel fırlatıyor suratımın ta ortasına. 


Nasıl hatırlamam? 

Bu sokağın ismi var mıydı işte onu pek hatırlamıyorum. ‘Pamuk Sokak’ demişler bugünkü kafalar. 60’lı, 70’li yıllarda buraları Kadir amcamızın bostanları filan olduğundan basbayağı toprak, şose bir ara yoldu. Şimdi asfalt olmuş. Aysel teyzelerin, Muzaffer teyzelerin evlerinin önünden geçiyorum. Ev dediğime bakmayın, bir zamanlar oturdukları evlerin yerlerinde yeller esiyor. Şimdi hepsi birer gudubet, suratsız apartman. 


Ve işte yolun girişinden Şakacı Sokak’a bir çırpıda ulaşıyorum. Hafif bir yokuşla sonlanıyor Pamuk Sokak. Ya da her ne şekilde çağrılıyorsa. Yokuş aynı yokuş. Burada durup Fatma halamızın üzüm asmalarını, çini kuyusunu, o zaman epeyce direnmiş paha biçilmez tek katlı evlerini yâd ediyor, Pire🚲’ye de bir hatıralık olsun diye fotoğrafını çekiyorum.

Doğa ve yol sevdalısı bir alçak gönüllü bisiklet olarak, Pire🚲’nin gözleri hafiften sulanıyor, “Nasıl kıyarlar bu bostanlara, güzelim üzüm bağlarına!” diye çıkış yapıyor öfkeyle... Ve hangi akıl bu canavar apartmanlara yol veriyor bir türlü anlayamıyor.

Yaparlar anacağım, yaparlar diyorum. Rant uğruna her şeyi satar, yok eder bu insanoğlu... 

İşte sevgilim Şakacı Sokak’tayız... 


[📷 Yapıtaş’ın bile çehresi acayip değişmiş...] 

Bu semt, bu mahalle, bu sokak... Bu kendini seven, bu kendine şakacı... Bir zamanlar yolun iki tarafına bezenmiş bahçeli evleri insan severdi... İnsanları bu uzun kıvrımlı yol kadar şakacıydı... hey gidi günler hey... Kozyatağı çeşmesinin Kayışdağı’ndan kirlenmeden gelen suyu cana Kazasker otobüs durağı kadar yakın... Konuşmaz... Billur... 

Hala öyle midir? 

Gidip bakmak lazım. Ama bugün olmaz. O gün bu gün değil. 


Dörtyol ağzı mahallemizin hancı duvarı gibi. Kervanında ne çok otomobil. Kaldırımlara kadar park etmişler. Gün ortasının ışınları Kazım amcanın, Güllü hanım teyzenin evine, pardon yeni baştan yapılmak için alaşağı edilmiş apartmanına, konuyor önce... 

Bu dörtyol ağzında, dört köşeyi tutan birbirinden farklı bahçeli evler çocukluğumun istasyonu gibiydiler. Gül bahçesi, çam ağaçları, akasyalar ve iğde ağaçları hiçbirinde yok artık ama ne gam, ne çok mezarlık, bu küçük mahallede? Beton mezarlığı deyince birçok çocukluk arkadaşım ve eski mahalleliler kızıyor bana. Ama öyle! Yalan mı? Gerdanların göğüslerde susması gibi bir şey bu zalim görüntü... Ne çok acı, bu mezarlık semtte? 


[📷 Önümde Kazasker’e devam eden Şakacı Sokak, solumda Oral Sokak ve sağımda Hilmi Paşa Sokak...] 

İşte babamın amcası, İhsan amcamızın mavi çehresiyle sokağa taşan apartmanı ve hemen onun yanında doğup büyüdüğüm evin bahçesi, ve yerine Mehmet dedemin iki oğlu, iki kardeş, babam ile Muhittin amcam tarafından kondurulmuş neredeyse otuz küsur yıllık apartman... 

Şimdi bakıyorum her tarafta eski apartmanların yerini yeni gökdelenler almış başını gidiyor. Alan memnun satan memnun masalları devam ediyor. Ben gibi kalabalık şehir hayatını sevmeyen, nostaljik bahçe sevdalıları pek azaldığından, ve hemen herkes gibi bu semtin kozmopolit ve sıkışık düzeninden memnuniyet duyanlar “bu adam ne saçmalıyor yine” diye suratlarını suratıma ekşitebilirler. 

Ama işte, bendeniz, Şeref Sayman, ya da diğer bir deyişle,gEZENTİ bİSİKLET” öyküleriyle yetişen Gezenti Şeref’in doğup büyüdüğü bu eski sokağa yönelik hissettiği duygular böyle. 

Nasıl unutabilirim ki? 

Kozyatağı mahallesi güneşi severdi ama gölgeliklerini asla eksik etmezdi. Her yan ağaç doluydu. Ağaçlıydı. Gerçi durmadan çiçek tozu üretirdi ağaçları ama ne gam, yeter ki bize salıncak kuracağımız kalın gövdeli dalları olsundu. 

Çayırlar mı dediniz? Peeeheeeyyyy... 

Ya toprak yolları? Hiç unutmam, Kozyatağı çayırlarının ötesi tozlu patikalardı. Tıpkı Kozyatağı İlkokulu’nun önünden aşağıya minibüs caddesine inen toprak yol, şimdiki Marmara Caddesi. Ölebildiğine toz. 

Ve biz zevk sahibi çocuklar ne çok severdik o tozu yutmaya. Kışları kar altında kalan çamuruna batmayı. O zamanlar bakkaliye işleten Sefer amcamızdan aldığımız hayvan şekilli tatlı bisküvileri vermek için birbirimizle yarışırdık aramıza katılmak için oynaşan minik sokak köpeklerine. 

Dörtyol ağzı ile çocukluğumun evinin bulunduğu yer taş çatlasa elli metre. Kazasker ile Hilmi Paşa otobüs duraklarının tam ortasında kaldığından çoğu kere kararsız kaldığım zamanlar... Acaba hangi durağa gitsem bu sabah? Yüzü yüzüme aşina, 18 no’lu otobüs biletçisi: “Ne o hayırola bugün Kazaskerlisin,” diye takılmadan edemez. Kimi zaman da ne o, ne öbürü, tutarım yolu okul durağına. Yeter ki sabah gezintisi olsun. 

Dedemin evinde dedem bütün bahçe ahalisinden önce uyanırdı her sabah. Bir tek yan komşusu Abdullah dedeyi hatırlarım kendisiyle yarışan. Ha evet, bir de diğer uçta kır sakallı Hoca amca... Ama genetik uyuşma buna derler. Biz erkek torunlara kadar sirayet etmiş, ağabeyim de, ben de acayip erken kalkmayı alışkanlık ediniriz. Ablam ise bizim gibi değildir. Bıraksan daha fazla uyumayı sever o. 

Bu sokağın genlerinde de var. Bütün yaşlılar Kazasker camisinin tenor sesli hocasıyla birlikte uyanırdı her sabah. Ve o vakitlerde bangır bangır ses çıkartan hoparlörlerden değil, hoca minareye çıkmış, kendi sesiyle seslendirme yapıyor, işe güce erken koyulacaklar haliyle güne uyanıyor onun sesiyle... Allahüekber... 

E, ben de uyanırım. Ne işim varsa. Daha okula başlamamışım mesela. Ya da öğlenci olduğum dönemlerde. Ne işin var çocuk sabahın köründe? Uyanırım hemen annemden sonra. Annemin ismi Nevin. Eve birkaç geceliğine misafir gelmiş Saliha anneannem, büyük torununun tuvaletten çıkmasını bekler. Annem oğluna kızmadan uyarır. Nedense onu biz üç kardeş içinde ayrıcalıklı sever. Bilirim o yıllarda çocukları hep birileri sahiplenir. Bu benimki, bu benimki diyerek. Aslında ağabeyim Cemile babaanneminkisidir, ablamsa Zehra teyzeminki. Bana kala kala yaşlı başlı, doksan ömürlük Şerife ninem kalmıştır. Kadıncağız ne zaman karşısında görse beni, sevincinden ölür benim için. Bir öksürük tutar ki yakalayabilene aşk olsun... 

Torunu olan babamı da pek severdi tabii, herhalde kendisine Kadıköy’ün en iyi tatlıcısından aldığı badem ezmelerinden dolayı... 

Oysa bana saçma gelirdi bu kişisel sevgi ayrılıkları. Ben hepsini çok severdim. Beni sevmiyorlarmış diye düşünsem ömrümün uzun okul tatillerini ne Karagümrük’te anneannemin, ne Hadımköy’de teyzemin, ne Mecidiyeköy’de babaannemin yanında geçirmeyi seçerdim. 

Ya, sevmediklerim hiç mi yoktu? 

Olmaz mı? Onlara zaten gitmezdim. Zorla götürüldüğümde ise elimden gelen bin bir türlü haylazlıkları yapar annemi çileden çıkartırdım. 

Çocukluğumdaki Kazasker Şakacı Sokak’ın en sevdiğim yanı çok kültürlü yapısıdır. Farklı hayat tarzına sahip insan kütleleri bana her zaman zenginlik katmıştır. 

Misal, bahçemizdeki evlerden birinde, bir Sahure hanım teyzemiz vardı. Kürttü. Ben pek severdim kendisini. Bozuk Türkçesi ile beni güldürmekten kırıp geçirirdi. Radyo pek dinlemezdi. Film izlemez, hasbelkader kendisini Şenesenevler Bahçe Sineması’na götürdüklerinde kuru tahta iskemleye mıhlanmış gibi oturur hüzünlenirdi. Çok ama çok üzülürdü o filmin, o acıklı sahnesinde. Çünkü kavuşamazdı âşıklar... 

Benim zamanımın tüm yaşlanmışları aslında böyleydi. İyi de bunda anlamayacak ne var? Anlaşılırdı bu sözsüz kısımlar... O teyzelerimin, amcalarımın arzu ettikleri şekilde ağlayacakları reel filmler henüz yapılmamıştı... 

Yaşasalar ve bugünleri görselerdi eminim avuçları terler, göz kapakları kan basıncından ağırlaşırdı... 

Olsun, yine onlar Şakacı Sokak’ın en muhteşem zamanlarında var oldular. Çok güzel komşuluklar yaptılar, hayat bir serüvendir deyip bahçelerinden güller toplamayı eksik etmediler. 

Ben, yine her zaman olduğu gibi doğduğum yerde sonu belli olmayan, sonu kesin olmayan ve şimdi ne olacaksız bir serüven yaşıyorum. Pedal çevirerek gezmekle mola verip ziyaretlerde bulunmak yarışıyor. Bisiklet turculuğu kazanıyor. Geçmişe ziyaretlerin sayısında azalma yaşanıyor. Çünkü pusulamın ibresi hep ileriyi, yeniyi gösteriyor. 

Ama arada bir de eskiye, geçmişe dönmenin kimseye zararı yok ki! 

Bu bir zamanlar kendine bile çok şakacı, devlete bile ters külah giydirebilecek semtin, bu yeni kara kuru, bu keltoş ağaçlı, bu kırgın mahallesi, bir dilsiz günde önümüzde eğiliyor, bükülüyor. Oysa ben bu sokağın asla eğilmesini, bükülmesini istemezdim. Onun hırpalanmış olduğunu görmek gerçekten çok sancılı.

Ki yolcu olanlara bile “ŞAKACI” yazan bir kapı... Funny... 


***Memlekete dönüş bahane, asıl nedense ablamı, eniştemi yeğenlerimi görmek*** 


***Veda vakti*** 


***Dönüş yolunda***

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Rota: Kazasker Şakacı Sokak Turu

Tur Tarihi: 29.07.2017; Cumartesi 

ROTA: Beşiktaş >> Kadıköy >> Moda >> Kalamış >> Fenerbahçe >> Caddebostan >> Suadiye >> Ayşe Kadın >> Kazasker Şakacı Sokak >> Kadıköy (D) 

Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> {Beşiktaş ~ Kadıköy ŞH Vapur İskelesi} >> Kadıköy >> Kadıköy ~ Moda Sahil Yolu >> Moda Park >> Moda ~ Fenerbahçe Sahil Yolu >> Yoğurtçu Park >> Kalamış Park >> Kalamış Marina >> Fenerbahçe Park >> Caddebostan Sahili >> Dalyan Park >> Suadiye >> Plaj Yolu Caddesi >> Suadiye Tren İstasyonu >> Ayşe Çavuş Caddesi >> Ayşe Kadın >> Pamuk Sokak >> Yapıtaş >> Kazasker Şakacı Sokak >> Kadıköy (D)... 

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları 

Toplam Kat Edilen Tur Mesafesi: 66 km

Toplam Kat Edilen Bisiklet Mesafesi: 30 km

Toplam Kat Edilen Araç Mesafesi: 36 km 

Turda Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs & ŞH Vapur

Toplam Tur Zamanı: 15 saat (08:45~24:15)

Toplam Bisiklet Zamanı: 5 saat 

Hava Sıcaklığı: 29°C 

Ortalama Hız: 9,13 km

Maksimum Hız: 20,81 km 

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI 

Ulaşım: 9,00 TL

Konaklama: 0,00 TL

Yeme-içme: 0,00 TL

Diğer: 1,00 TL

Toplam Masraf: 10,00 TL 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Pire🚲 ile Haliç Sahil Turu

(*) Sonraki Makale: İstanbul: Korular İçinde 1 Pire🚲 

Bir sonraki “Emirgan Korusu ~ Hidiv Kasrı ~ Beykoz Korusu” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***