İstanbul: Korular İçinde 1 Pire🚲

 

TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN,
PİRE🚲 İLE İSTANBUL TURLARI

İstanbul’a gelmişken korulara uğramadan geçmek olur mu? Bir kış sobasında programımı tasarlamıştım. Aynı günde yaklaşık 50 kilometrelik bir mesafeyi (ulaşım araçları dâhil) kat ederek en az üç koruya gidebilirdim. Gerçi koruların hepsi düzayak değil, çoğu sırtlarda. Yokuşlar, yokuşlar, yokuşlar...

Kararımı vermiştim:

1.  Emirgan Korusu

2.  Çubuklu Korusu (Hidiv Kasrı)

3.  Beykoz Korusu

O gün bugündür diyerek yola koyuluyoruz sevgili Pire🚲’yle. İstanbul trafiği onu gereğinden fazla gıcık ediyor ama yapacak bir şey yok. Bazen sert trafiğin akıcı olduğu noktalarda şehir ulaşım araçlarından faydalanıyoruz. Her yerde bisiklet yolu yok ki serbestçe seyahat edebilelim. Kaldırımları da çok sevmiyoruz. Zaten hiç yakışık almıyor. Ayrıca öküzü var, buzağısı var, danası var... Bir gıdım yol vereceğine üstüne üstüne geliyorlar insanın...


İstinye Bayırı’nda otobüsten iniyoruz ve Emirgan Korusu’nun kapısından içeri süzülüyoruz. Bir park etkinliği için sabahın henüz erken saatleri olduğundan (09:50 civarı) çevrede pek kimseler yok. Her yer mis gibi çimen ve ağaç kabukları kokuyor.


Pire🚲, Emirgan’a ‘hoş geldiniz’ lafını duyar duymaz kuruluyor tabelanın önüne: “Çeksene, çeksene,” diye kendini safderun acındırmaktan bitap düşecek neredeyse. Daha başlamadan yorulma numaralarına yatmasını istemem. Hemen basıyorum deklanşöre.

Bu defa demez mi, “Gelsene, gelsene!


İyi gelelim bakalım, diyorum ve albümümüze koyacağımız yeni bir fotoğraf karesi için birlikte poz veriyoruz.


[📷 Bugünkü maceramıza hazırız...]


Ufaktan sabah kahvaltımı yapıyor, çayımı yudumluyorum. Yürüyüş yapanlar var. İki ayrı masa etrafında toplanmış bir spor kulübünün aktivistleri olduğu her hallerinden, (giydikleri cafcaflı) formalarından belli olan gruplar sabah koşusuna hazırlanıyorlar. Hepsi genç çocuklar. Sanki yaz okulu havasındalar. Şen şakrak. Onlar koşuyor, ben zıkkımlanıyorum, Pire🚲 Emirgan’ın büyüleyici atmosferinden pek etkilenmişe benziyor bizlerle alakadar bile değil uzaklara dalmış an’ın tadını çıkarıyor.


Ve koru içi turumuz başlıyor. Yolumuzun üstünde karşılaştığımız çeşme başında duruyoruz. Her ne kadar Emirgan Çınaraltı’da bulunan Emirgan Çeşmesi (nam-ı diğer Hümaşah Hatun ve Şehzade Mehmet çeşmeleri) kadar cazibeli olmasa da üzerinde çiçek motifleri ve temiz akar suyu olan bir çeşme.

Bende bir hastalık vardır, bir çeşme görmeye gelsin gözlerim. Hemen yapışırım haznesine. Suyunun tadına bakmadan yapamam. Pek meraklı bir su içici olduğumdan yanımda taşıdığım su arıtma filtresi çok işe yarıyor doğrusu.


[📷 Hafiften rampalar başladı bile...]


Lale Müzesi’nin önüne gelince Boğazdan geçen deniz taşıtlarını seyretmeden yapamıyoruz...

Park içi yolları o kadar çok ki insanın başını döndürüyor adeta.


[📷 Ya şundadır, ya bunda...]


[📷 Pire🚲’yi tutana aşk olsun, önden önden tutuyor bütün yolları...]

Kısa bir zaman aralığında FSM’yi uzaktan görebiliyorum. Hiç ama hiç sevemediğim şu köprünün nesini çekiyorum bilemiyorum. Fotoğraf makinesine giden parmaklarımı engelleyemiyorum bir türlü. Neyse bugün polemiklere girişmeyeceğim. Görüntüyü es geçiyor ve yukarılara doğru tırmanışa yelteniyorum. Tepede aşk bahçemiz bizi bekliyor, dakikalar içerisinde kendisine ulaşıyoruz.


[📷 “Aşk Böceği Pire🚲”...]


[📷 İkimiz bir fidanız güller açın dalıyız...]

Emirgan’ın yokuşları hatırı sayılır türden, kimi zaman bağırtıyor. İnerken keyfimize diyecek yok. Rüzgârı bir de arkamıza almışız, peeyyy, sür gitsin... Ama gelgelelim her inişin bir çıkışı vardır diye boşuna işgüzar laf eylememişler aşağılara vardığımızda asfalt yolun devamında terletici bir rampa ile karşılaşıyoruz.


Kuruduk mu ne? O ne o, aman tanrım su sesi geliyor yakınlardan... Hemen başımı o yöne doğru döndürüyoruz. Oooh, işte bu ya! Suyun olmadığı yer biz İstanbullulara göre değil.


[📷 Hemen o ağacın altında artistik pozlarımızı sergiliyoruz...]

Su kenarında biraz serinledikten sonra tekrar deniz yönüne dümenimizi kırıyoruz. Aşağıda Pembe Köşk’ün önünden geçerken Pire🚲 pireleniyor, “Beni burada da çeker misin?” diyen bakışlarını yakalıyorum. Yerim senin o gözlerini! Çekmez miyim, hemen fotoğraf makinesini bel çantamın içinden çıkartıyorum, kendisinin henüz bu saatlerde kamuya açılmadığı zincirli asma kilidinden belli olan demir bahçe kapısının önüne park ediyorum ve işte...


[📷 Saygıdeğer Pire🚲 Hanım Pembe Köşk’te...]


[📷 Pembe Köşk’ün çevresinden manzaralar...]


Buradan ayrılır ayrılmaz şu aşağıda görünen kıyıya ineceğiz ve İstinye feribot iskelesinden Çubuklu’ya geçerek turumuza Hidiv Kasrı ile devam edeceğiz. Lakin önce kafalık bir mola verelim ve bacaklarımızı dinlendirip, su ihtiyacımızı giderelim. Sigma’nın saatine bakıyorum, 11’i 20 geçiyor. Şaka maka tam 5,5 kilometre yapmışız. Asker talimi gibi bir şey oldu bu.


[📷 Emirgan Korusu’na veda...]

İstiye İskelesi’ne inen İstinye Bayırı harikulade. E, tabi rampa aşağıya pek zevkli. Akşamüstü bir de bunun dönüşü var, fakat bunu düşünmenin sırası değil. Asfalt yol sakin ve biz daracık emniyet şeridinden rüzgâra kaptırmış ilerliyoruz. Kavşağa gelince Pire🚲’yi elime alıyor, trafik ışıklarından karşıya yürüyerek atlıyoruz. Toplamda 2 kilometrelik yolu dakikalar içerisinde geçiyor, İstinye iskelesine ulaşıyoruz. Abimin bir tanesi elini sallıyor, “Bu taraftan, bu taraftan” diyerek. Tamam canım, biliyoruz. Az dur sen, önce bir fotoğrafını çekeceğim Pire🚲 aşkımın. Yoksa yol boyunca tavır yapıyor bana. Kahrını ben çekiyorum gün boyunca. Nasılsa feribot kıyıya henüz yanaşmakta. Yani haddinden fazla zamanımız var.


[📷 Pire🚲, İETT’nin “İstinye Arabalı Vapuru” durağında...]


Arabalı vapurun içerisinde topu topu on civarında araç var. Biz de tenha bir köşeye park ediyor ve havadar penceremizden İstinye’yi fotoğraflıyoruz. Daha doğrusu mavi sulara demir atmış lüks yatlara takılıyor gözlerim. Onları çekmek istiyorum. Aklıma Peer Gynt ve Cyrus Yachts’da çalıştığım o şahane günler geliyor. Ne saltanatlı zamanlardı o zamanlar... Hele İsrailli yatırımcı patronun parasından kaçınmayarak yaratmaya çalıştığı ‘Cyrus Yachts’ denilince bütün akan sular dururdu. Koskoca Antalya Serbest Bölgesi’nde birinciliğe oynayan bir tersane. İmajı, prestiji, üretim sistemi, süper lüks ürün kalitesi, muhteşem emekçileri, disiplini, özverisi, takım ruhu bakımından başka örneği yoktu. Ama ‘ortağı geçinen’ ve kendisini enayi yerine koyup sömürmeye kalkışan zevzek Hollandalılara kurban gitti koca tersane.


[📷 Çubuklu’ya varınca kara parçasına çıkar çıkmaz...]

Çocukluğumda gelmiştim. Yolunu yordamını unutmuşum. En iyisi tam adresi almak. Bu yüzden iskele görevlilerinden konuşkan birine soruyorum en kolay nasıl çıkarım Hidiv Kasrı’na doğru. Elleriyle, kollarıyla, parmaklarıyla tarif ediyor. Bıraksam akşama kadar ballandıra ballandıra anlatacak koruyu. “Git abi git, müthiş bir yer. Ama bilesin yokuşlar biraz yoracak seni.” Sonra da ilave ediyor, parmağıyla işaret ettiği tarafa bakarak... “Sen en iyisi mi şu yolu takip et oradan çık.

Desenize iyi bir sürpriz kapıda...

Piri Reis Caddesi’nde ilerliyorum. Asfalt yolun aşağısında kalan bir kafenin bahçesinde iki yurttaş oturmuş laflıyorlar. Şey, pardon, diyorum, Hidiv Kasrı? Önce duyamıyorlar sesimi. Daha doğrusu yoldan geçen araçların gürültüsünden sesin nereden geldiğini kestirmeye çalışıyorlar. Biri nihayet havaya bakınca tepesinde duran beni ve Pire🚲’yi görmeyi başarıyor. Sorumu bir kez daha tekrarlayınca kendimi Karadeniz’de gibi hissediyorum. Biri diyor bu taraftan gideceksin, diğeri diyor öbür taraftan gideceksin. Neyse Allahtan fazla uzun sürmüyor aralarındaki tartışma. Yaşıma, başıma, bisikletime bakarak üzerinde anlaşmışlar gibi elleriyle Sazak Villaları’nın yolunu tarif ediyorlar. “İlk soldan çık.

Bu kadar net yani!!

Pire🚲 ile, sessiz sebepsiz aşkların uğultusunu dinleyerek, hatta ve zaman zaman, bu seslere içten içe yanıtlar yetiştirerek pedallıyorum, kaldırımı kendisinden 10 kat ufaltılmış minyatür yolda. Hava sıcak. Ancak bulutlar var, ‘mor’, gri, beyaz, kül rengi bulutlar. Tamam, mor’u ben uydurdum. İçimden öyle yazmak geldi. Neyse, bu, morumsu, grimsi, beyazımsı, kül rengi bulutlara bakaduruyoruz bir süre. Ve ilk soldan tırmanışa geçiyoruz. Amanıııın, Pire🚲 üstünde gitmeme imkân yok. Daha ikinci pedalda iniyorum aşağıya alıyorum aşkımı elcağzıma.

Mavi takım formalı adam mor, gri, beyaz, kül rengi bulutların gözetiminde kendisi kaldırımından küçük patika bozuk yolda.


[📷 Tepeden Boğaz’a bakmadan edemiyoruz...]


Bu şehrin inşaatları hiç bitmeyecek mi? Doğdum inşaat; çocukluk yaptım inşaat. Büyüdüm okula gittim inşaat. Sonra kaçtım, yine döndüm, yine inşaat. Dönüş sonrası çalışma hayatımın en canlı mimarisini yaşadım, yine inşaat. Terk ettim yine inşaat. Gezmek için ara ara geldim, yine inşaat. Üfffffff, ne sıkıcı şehrimin bu absürt yanı!

Ben sıkıldıkça müteahhitler coştu, ben durup daraldıkça bina yüklenicileri koştu...


Bir ara yolumu şaşırmış gibiyim. Hele şurada bir soluklanayım bakalım diye park yapıyorum. Yokuşların gerçekten hatırı sayılır. Çık çık bitmiyor bir türlü. Hidiv Evleri’ni görünce bir gölgeye sığınıyor ve bir insan evladını beklemeye başlıyorum. Hani kendisine naçizane soracağım; daha ne kadar daha yolum kalmıştır diye...


Böyle cevval, capcanlı göründüğüme sakın aldanmayın. Etli butlu popom giysilerime yapışmış, kan ter içinde. Vakti zamanında vücut geliştirme yaptığımdan kadınlarınkiyle rekabet edebilecek kadar iri olan göğüs kafesim daralmış vaziyette. Zar zor soluk alıyorum. Ulen, diyorum kendi kendime, çıksana hazan mevsiminde, ne işin var yaz ortasında!!

Ahanda işte bir insan canlısı kadıncağız. Türbanlı mürbanlı. Bana ne giyiminden. Önünde güle oynaya ittiği bebek arabasında bir de bebeği. Ufaklık yokuş aşağı indiği için çok keyifli ve çok tatlı. “Hemen şurası” demez mi annesi. İçimin yağlarının eridiğini hissediyorum. Hani ayıp olmasa kadına sarılıp öpeceğim. Kurtuluş mucizesi buna derler. İzin istiyorum, hali hazırda soğumuş yanak terimin verdiği cesaretle bebeğini öpmek istediğimi söylüyorum. Şaşırıyor tabii. “Öpmeyin de” diyor, “yanağını biraz sevebilirsiniz.” Tamam, harbiden ona da razıyım. Minnacık burnuyla oynuyorum bebeciğin.


[📷 Aha sanki şurası orası!!!]


Evet, evet, orası tam burası. Lap diye cumburlop dalıyorum korunun içerisine. Oooohhh be dünya varmış. Cennet burası cennet. Tanrım neydi o yokuşlar. Öldürdü bitirdi beni. Ama tıpkı iskeledeki halatçı biraderin ballandırdığı gibi değermiş doğrusu.

Sigma susmuyor, iskeleden bu yana 1,5 kilometrelik yolu 35 dakikada başardın diye hava atıyor. Millet bu kadar uflayıf pufladıktan sonra 5 kilometre yokuş çıktığımı sanacak. E, denemesi bedava. Çıkana maddi herhangi bir hediye vermiyorlar ama korunun kendisi ödül gibi bir şey.

Bir de şu otomobilleriyle çıkanlar yok mu? İnsansı bir bisikletliyi kan ter içinde görür görmez arabalarının içinden kıs kıs güldüklerini görebiliyorum. Yani bir tanesi el uzatıp tutun arkama çekeyim seni diyen yok. Görünen acıklı görüntüyü ancak komik bulur bu çifttekerli hümanizm karşıtı istismarcılar.

Ne o, karnım mı acıkıyor acaba? Gurul gurul bir takım sesler. “Sudur o, su...” diye takılıyor Pire🚲. Doğru tükettiğim suyun haddi hesabı yok. Yürürken bile sallanan midemden löpür löpür su sesi geliyor.

Sanki buram buram simit kokuları geliyor burnuma. Simitleri gerçekten gevrek ve sıcaktı İstinye durağındaki simitçinin. Bence simitleri satılsın da para kazansın diye bağırmıyordu, bir gerçeği dile getiriyordu insanca. Ama bu ‘inşaat azmanı’ gaddar şehirde kimse inanmıyordu ona. Yine bana kalırsa emmi inanıyordu ve belki de bu yüzden buluşmuştu onun gülücükleri, benimkileriyle. Hem de uzun bir süre vapurun çok kuytu bir yerinde onu ve ailesini düşünürken. Keşke simitlerinden alsaydım birkaç tane. Bak şimdi, çok üzüldüm yeminle.


[📷 Pire🚲’nin asaletli duruşu...]


[📷 İşte Pire🚲 işte Hidiv Kasrı...]


Pire🚲’ye bakıyorum, suya bakar gibi, sudaki yüzüne, kendisine. Bu aşk, nerede ve ne zaman kendisidir? Bulanık havuz suyu duru deniz suyunu çalıyor. Deniz, parıltısı gözde yansıyan, mavilere giyinik bir sonsuzluk o zaman... Mavi’den siyaha kaçak ve kırmızıya meyilli, alışık gözlere yeni turkuaz gökkuşakları sunmaya üretken çılgın bir ıslaklık... Islanıyor gözlerim. Gözleri.

Restoran-kafenin yanından sessizce geçip konağın giriş kapısının bulunduğu yere doğru iniyoruz. Tembel köpekler uyuyor havanın hararetinden. Sanki ben ve Pire🚲 gibi yokuş çıkmışlarcasına dilleri bir karış dışarıda. Pire🚲 rahatlıyor onları uykuda yakalamışken. Hafifçe geriniyor çaktırmadan.

Ben ince ince gülüyorum. Körpe körpe, köpüre köpüre cilveleşen korunun iri yapraklı ağaçlarının gölgesinde...


Güzel miyim, diye sormak aklına geliyor kızın, arkasında uzanan haşmetli binaya. Buyurgan bina oralı değil, duymazlıktan geliyor. Pos bıyıklı adamlara benziyor bu tavrı. Pek hoş karşılamıyoruz bu tavrını tabii. Tarihi değer taşıyan bir yapıya yakışacak davranış değildi ama pos bıyıklı adam görünümlü binalar davranışacakları zaman bize sormuyorlardı.


İşte; nitekim Pire🚲 de çok etkilenmiş bu tavırdan, çengelli işaret gibi boynunu bükmüş gitmemizi bekliyor.

Artık gidelim mi?

Hee..

Çok az insan bilir soru eklerinin ayrı yazılması gerektiğini. Eminim kapıda otoparka giriş yapan otomobillere bilet kesen tarihin derinliklerindeki ince kaytan bıyıklı adam da bilmiyordu, zamanın düşünceden ayrı yazılacağını.


Çubuklu Korusu’nun en dip, en ıssız yolunda ağaçlıklar arasından yokuş aşağı tekerliyoruz.


[📷 İyi ki şu dünyada ağaçlar var...]


Periler kadar güzel sayılırsın, diyor dilsiz ağacın biri. Vaayyy, Pire🚲’yi tam kalbinden vuracak lafı en gediğine koyuveriyor sevgili yeşillikler şansölyesi. Oysa ihtiyarlığından olsa gerek yıllar yılı bu koruya gelen giden herkesler onun sadece dilsiz değil kör olduğunu da sanmışlardır. Hiç kuşku yok ki kör olmadığını görememişlerdir ve elbette yine yanılmışlardır. Yanılmışlıklarını yinelemişlerdir de denebilir ama bu en hakiki gerçeğin façasını değiştirmez. Zaten hangimiz değiştirebildik ki, az buçuk gayri safi milli hâsıla telaşlanmalarını?

Vavvv!!! Nerden nereye. Birazdan iktisattan istatistiğe girersem Pire🚲’nin kafası bayağı karışacağa benzer.


[📷 Başladığımız noktaya geliyoruz...]


Kapıdan girerken ayağımızı sürttüğümüzden neden olduğumuz araç bolluğundan dolayı herhalde şu kendi başımıza tenha fotoğraflarımızı bir türlü çekememiştik. Fırsat bu fırsattır diyerek basıyorum deklanşöre...

Kepleri değiş tokuş yapıyor, çok mavi Cratoni kaskımı takıyorum. Malum şehir trafiğinin içine gömüleceğiz az sonra. Kep çantaya, tas kafaya...

Değiştirmek gibisi var mı, dönüşmek gibisi?

Yanımda ‘ha bir gayretlik’ getirdiğim, küçük bel çantası, ‘zipli’ fermuarının altında mikroskobik not defteri ve cafcaflı özel gezenti müdürlüğü yaşantımın içinde bir çıban asilliğinde aykırılaşmak... Kendi yolunda bir ‘Gezenti’ olmak da var, yoldan geçen ‘Gezentinin Sesi’ olmak da... Ya da hiç zamanlanmadığım halde, bir teşrifatçının teşrifatına sanık olarak, en arkadan kendi filmimi izlemek de var...

Bundan böyle Pire🚲 ile hayatımız bir film şeridinde macera...

Bayağı bir yokuş aşağı inişteyiz. Mükemmeeel. Hep tırmanacak değiliz ya bugün. Azıcık da salalım kendimizi denize doğru.


Çubuklu Sahili’nde bir ileri, bir ‘U’ dönüşü ve gerisingeri tur yapmadan Beykoz’a doğru hareket etmeyeceğiz. Hazır bulmuşuz mavimsi bisiklet yolunu biraz rüzgâra koyverelim kendimizi.


Issız sahilde benden başka bisikletli yok. Yolun tamamı bana ait. İyot kokusu, boğaz manzarası, deniz motorları, balıkçılar, birkaç dinlence tutkunları ve dingin çevrenin sakinliği sırtlardaki fıstıki cennetin devamı gibi.


[📷 Pire🚲’yi makro çekmeden olmaz...]


[📷 Bisiklet yolunda turlamak pek heyecan verici...].


[📷 Yine bir restorasyon, yine bir inşaat...]


Pire🚲, yola çıktığımız andan beri hiç olmamış kadar ürkek ve çorabı kaçmışçasına tedirgin ve trafik kurallarına özenli tekerlek izleriyle hareket ediyor en sağdaki beyaz şerit ile kaldırım arasındaki dapdaracık boşlukta. Ne zaman bir otobüs, minibüs, kamyon sıyıracak gibi olsa yüreği hopluyor.

Söyleniyor.

Nerde şu methede methede bitiremediğin Beykoz Korusu?


Bir an evvel gitmek isteyişini anlayabiliyorum. Ben de öyle. Ama en az 5 kilometre daha yapacağız. Tabii sahilde fink atmaya benzemiyor İstanbul şehrinin manyak trafiğinde bisiklet sürmek. “Manyak” kelimesini özellikle kullanıyorum. Zira şoför kabininde oturan herkes ruh hastası. Sakin birine bugüne değin rastlamış değilim. Ben gibi sakin ruhlu ve ehlikeyif sürücü yok. Resmen herifleri, hanfendileri derdest ediyoruz. Hepsi bir ağızdan, koro eşliğinde çıldırıyorlar. Trafik lambalarında, yaya geçitlerinde en sağda olmamıza rağmen kornaya basmaktan geri kalmıyorlar. E, ben şimdi Pire🚲 ile önce dağılan üstümüzü başımız toplayacağız, bacaklarımızı bir iki sallayıp pedalların üzerlerine yerleştireceğiz, solumuza, sağımıza, önümüze, arkamıza, tüm yanlara bakacağız, bel çantamızı, sırt çantamızı, lastiklerimizi kontrol edeceğiz, sonra bir daha seri bir bakış fırlatacağız arkamıza, ondan sonra yola çıkış yapacağız. Bu arada burun buruna, pardon göz göze geldiğimiz agresif, saldırgan manyak şoförün el kol hareketlerini duymazlıktan, pardon görmezlikten geleceğiz. Herifçioğlu bir de geçerken camı açıp söyleniyor gibi geliyor ama kulaklarımdaki Billy Currington buna mani oluyor. Öyle dudak okuma gibi bir hastalığım da olmadığımdan o yoluna biz yolumuza devam ediyoruz.

Yani şu şehirde bir iki ay üst üste kalsam, herkes manyaklıktan süper manik depresiflik seviyesine atlayabilir. Sonra benim yüzümden birbirlerine girerler, katil serisi coşabilir, trafik terörü katlayabilir, nice masumun gözyaşı dökmesine arıza çıkartabilir.

Onun için: “Kafama sıkmadan gidiyorum!


[📷 Beykoz yollarındayız. Biraz nostalji yapmadan hiç olmaz...]


Saat tam 14:45’te Beykoz Korusu’na varınca iyiden iyiye yorulduğumu hissediyorum. Pire🚲 de sıcaktan haşlanmış patatese dönmüş gibi bakıyor. Doğru mini şelalenin yanına götürüyorum onu. Biraz serinliyoruz ikimiz de. Zira birazdan yine amansız bir yokuş tırmanacağız.

Neden sevgililer içi el teri paylaşımında bulunamıyoruz. Seni seviyorum, öyle mi? Niye? Söylenmiş şahane replikleri yinelemek mi bütün işimiz?

Yoksa şu dar-çınar-kestane-ağaçlarının izdüşümüne serpiştirilmiş doğruları mı doğrultmaya didiniyoruz?


Pire🚲, dalları salkım saçak özentili bir ağacın gariban banklı gölgesine sokulurcasına, sessiz bir çığlık atınca durmak zorunda kalıyorum, teri diz boyu bisiklet sıkıntısının içinde: “Ben bu şehirden değilim ki... Alt tarafı trafik kurallarına sirayet edip kırmızı ışıkta durmaya çalışıyorum. Neden başkasına ait kendi kaderimin tayin hakkı?

Valla bu Pire🚲 çok tuhaf bir hatun. İnsanı şaşırtıyor resmen. Ben bankın alt tabakasında, o bankın yanında terlemekte... Saniyeler zamanın olağan seyrinde, sancı içinde... Belki birbirimize verdiğimiz enerjinin bir kısmını da şu çayırları tüketmişlere versek ya. Ya şurada ellerini ellerinden saklayan çekingen sevgililer. Görücü yöntemleri yazgılarında ama yine de anne sütü sıcaklığında saklıyorlar, ikili düşlere yamanacak gibi oturuyorlar. Keşke ben ve Pire🚲 gibi görebilseler, sezebilseler, konuşacak bir konu başlığı ortaya atmanın ve paylaşmanın delik deşik sevincini... Yoksa vakit bulup oynamazdılar her ikisi de ellerinde oyuncak niyetine tuttukları telefonlarıyla...


Etraf canlı mı canlı. Cıvıl cıvıl bir ortam yani. Ne sabahki Emirgan Korusu’na, ne de Çubuklu Korusu’ndaki az sayıdaki insan hareketliliğine benziyor. Saatini koparan gelmiş. Kimi piknik yapmaya, kimi dinlenmeye. Çok kare çektim ama buraya koymayacağım. Ne ilginç insan portreleri var çepeçevre. Ayrıca hayvanlar ve ağaçlar arasında enteresan olanlar da yok değil hani.


[📷 Şimdi biraz daha yukarılara tırmanıyoruz...]

Merhaba, nasılsınız, siz kimsiniz, ben nasılım, siz O musunuz, sağ olun, tanıştığımıza memnun olmak isterim, beni hayal kırıklığına uğratmayın, sağ olun kullanmıyorum...


Pire🚲 kavşağın biraz gerisinde duruyor. Dalmış iyice. Karşıya bakıyor. Karşılara... Belli ki yine bir yerlerden su sesi geliyor... Anlıyorum kulaklarının dikilmesinden...


Çocuklarla umut yazılmış, kocamanlar üst baş silmiş, saç yıkamaya gelmişler diye düşünüyorum. Diye düşünmek özgürce. İsteyen istediğini yapabilir, kime ne, ama burası İstanbul, illa bir çıban çıkabilir aksini düşünebilir, diye düşünüyorum.


Çocuk, bisikletli adama aldırmadan bakıyor, bir de altındaki bisiklete, ve bir de elindeki küçük kameraya. Annesi farkında değil. Saçını yıkarken üstü ıslanmış, t-şörtünden fırlamış gibi duruyor. Kadının küçük ama dik başlı, varlığını her fırsatta duyurmaya çabalı armut memelerine. Keşke öyle oturmasaydı Kadın. Keşke, ben o saatte oradan geçmeyip, oracıkta durup fotoğraf çekmeye yeltenmeseydim. Ne bileyim oldu işte bir kere. Böyle bir momenti düşlememiştim. Düşlediğim gürül gürül akan çeşme suyu idi. Neye niyet neye kısmet dedikleri böyle bir şey olmalı.

Kadın utanıyor, arkasını dönüp çeşme başından hızla uzaklaşıyor. Pire🚲 elleriyle gözlerimi kapatacak ama ben suyu tükenmiş mataraya odaklanmışım illa onu alacağım. Kafamda amaçlı sonuçsuz yolculuklara hazır, akarsularla alaylı bir huzurla bırakı-düşü-oturuverseydi diye kuruyorum. Şey, pardon, isteyerek olmadı, diyebilseydim. O da siz kimsiniz, kimlerdensiniz, nedensiniz, neredensiniz, neden aniden hop diye damdan düşendiniz diye sorabilseydi.

Olmadı. Olamadı. Çocuk ise oralı bile değil, istifini bozmadan poz vermeye devam ediyor.

Merhaba, diyorum, kendisine. Sadece sırıtmakla yetiniyor.

Merhaba, diye cevap veriyor küçük ablası.


Anaaaaa, ne çokmuş bunlar. Meğerse çeşmenin arkası kadın kısmı kaynıyor. Sıcak havadan bunalmışlar serinliyorlar. Ya da çaktırmadan saçlarına banyo yaptırıyorlar. “Hadi, Pire, hadi, gidelim, millete daha fazla rahatsızlık vermeyelim.


Oysa az geride, olmamış bir koru sevdası böyle noktalanıyor. Üf, Pire🚲 ya, sana söylemeliyim. Haksızlık bu. Ama sen öyle incesin ki ya kırılırsan, bu dikensiz öğle-sonrası?.. Bileklerim incinir, yüreğim burkulur inan... Sana bugünkü koru turumuz bitti demek, üzgünüm söylemek, kalalım istersen gitmeyelim, bir gideriz, bin anımsarız, hasretler eritiriz omuriliğimizde... Neyse boş ver. Hadi ayrılalım buradan... Yolumuz epeyce uzak. Dur, düşürme gözlerini hemen katışıksız hüznüme. Hayır, ağlama n’olursun... Biliyorum, Çubuklu’dan kalkacak feribotumuz çürür Marmara’nın derin sularında, karşı yaka jilet olur. Acım sırrına erdirmez. N’olursun ağlama.

Söz geliriz yine.

Bak; daha paça çorbası içeceğiz kışa doğru... Bak; söz o zaman da uğrarız...


[📷 Beykoz sahili...]

Dönüşe hazırız, bu kadar latif, bu kadar nefis bir gün geçireceğimizi beklemiyorduk ama denizin ve çıktığımız sırtların, zümrüt gibi koruların o güzel gözlerini yalanlamak. Harikulade...

Ama... biz seviyoruz doğayı ve yollarda olmayı, neden?

Asfalt yol kadife pantolon giymiş, ne güzel. Kalçalar her virajda federe, bacaklar otobüs duraklarına yaklaşırken fren yapmaktan ufacık tefecik.

Saat 16:40’da Çubuklu’ya vardığımızda iskelenin dışı da öyle... Adamın biri bağırıyor, “Hadi hemşerim kalkıyor, acele et.” Ya, tamam, elimi ayağıma dolaştırmayın, bir sonrakiyle geçerim n’olacak. “Çok beklersin sonra,” diye üsteliyor. Hakikaten elim ayağıma, Pire🚲 turnikeye dolaşıyor.

Yav bas, çevir kolu, gel böyle!!!

Ulan bu İstanbul felaket şehir, her şey telaşe, her şey acele. Bir sakin olun, bir rahat durun yahu.

Abi atlasana bisikletine, ne duruyorsun, bak koca vapur seni bekliyor.

He valla, koca vapur beni bekliyor. Rüzgâr gibi gidiyor, fırtına gibi dalıyoruz feribota.

Günün dersi: (daha önceleri de çok çalışmıştım ama uyan kim?) şu ulaşım araçlarının tarifelerini bir kenara not al, ona göre hareket et...

16:50’de İstinye İskelesi’ne demir atıyoruz. Derin bir nefes alıp banka yumuluyorum. Strava ile takipte olduğum GPS’im, beden ölçülerim falan filan hepten şapşırtmış durumda. Yok, anacığım biz öyle telaşeye gelemeyiz. Bizi bize bırakın. Sakin sakin gidelim. Bekleyenimiz yok, beklettiğimiz yok. Gideceğimiz yer belli. Varacağımız yer belli. Sadece “Strava” değil “Ride with GPS”im de SOS veriyor. Kapatıyorum her ikisini de. Yolun bundan sonrasında Sigma nasıl olsa haberdar edecek beni.

Epeydir direnmiştim şu sesli, göstergeli aygıta sahip olmayayım diye. Başıma fena sardırdı bizimkiler. Alışana kadar artık zorluklarına katlanacağım. 

Neyse ki:


[📷 Çiçekler günün anlamına katkı sağlıyorlar...]


Ve büyük İstinye Bayırı tırmanışı önümde... Bir ara girdiğim benzinciden renkli renksiz sıvıları tedarik ediyorum. Portakal suyu canıma can katıyor. Adamın biri Pire🚲’ye feci sulanıyor. Bakışlarını üstünden hiç ayırmıyor. Len git, nazar değdireceksin şimdi sevgilime.

Günde kaç kilometre yapıyorsun bununla?” diye soruyor.

Netçeeeen... Bak utanmaza.

Neyse kızmayacağım.

Kilometre hesabım yok, diyorum. Ben sadece gidiyorum...

Cevabım pek tatmin etmiyor şişko adamı. Üstelemekten zevk alıyor sanki: “Tamam da kaç kilometre?

Allalalaaa... Yahu kardeşim gidiyoruz işte, ne yapacaksın. Bu sefer kızıyorum. “Kafama göre 200, 300...

Biliyorum, çüş filan demiştir muhakkak. Tek taraflı muhabbetten sıkılmış halde sırtını dönüyor, uzaklaşıyor. Pire🚲 de aval aval karşılara bakmaktan. Çalışanlardan biri banktan kalkıyor, “Maşallah abi, bu yaşta......


Yaş sohbetlerinden yorgunum. Ama devamında güzel bir sohbet ediyoruz. İkimiz de ayaktayız şimdi. İkimiz de ayakta olduğumuz halde, benzin fullemeye gelen insanlar telaşlıydılar. İstanbul hali

Bak görüyor musun,” diyorum benzinci kardeşime, “benim şu hayatta hiç telaşım yok. Bisikletimle beraber kol kola, güzel güzel yolculuk ediyoruz. Ne hızımız önemli, ne kilometremiz. Gezmek tek derdimiz.

Genç delikanlı sırtımı sıvazlıyor. “En iyisini yapıyorsun abi, sakın yolundan şaşma,” diyor.

Şaşmam,” diye cevap veriyorum.


Pire🚲’ye bakıyorum, tıpkı onun karşılara melül melül baktığı gibi. Sonra pedallara basmaya devam. Bizi karşı sırtlara götürecek yollara. İstinye Park’ı, sonrasında Maslak’ı geçiyoruz. İş çıkışı saati olduğundan insanlar birbirinin üstüne çıkar gibi ilerliyorlar. Sevgilimi zor kurtarıyorum zorbaların irikıyım bedenlerinden. Kimsenin saygısı kalmadığından ve benim de bu yönde fazla beklentim olmadığından hemen arka sokaklara dalıyor ana caddeye öyle çıkartıyorum. Saatler zamanın her hangi bir yerinde sancı içinde diyeceğim de sanki bu kentte daha fazla acı çekiyor.


[📷 Bu şehrin kaç yüzü var İstanbul’a gelmeyen kolay anlayamaz...]


Gezginliğin geniş zamanında Gezenti Şeref, “gEZENTİ bİSİKLETPire🚲 ve seferi saatler...

...***...

***Dönüş yolunda***

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Tur Tarihi: 02.08.2017; Çarşamba 

ROTA: İstinye Bayırı >> Emirgan Korusu >> İstinye >> Çubuklu >> Hidiv Kasrı >> Çubuklu Sahili >> Beykoz >> Beykoz Korusu >> İstinye (D) >> Maslak >> Ayazağa 

Güzergâh Seyri: İstinye Bayırı >> Emirgan Korusu >> İstinye İskelesi >> {İstinye ~ Çubuklu ŞH Feribot} >> Çubuklu İskelesi >> Hidiv Kasrı >> Çubuklu Sahili >> Beykoz >> Beykoz Korusu >> Çubuklu Feribot İskelesi (D) >> {Çubuklu ~ İstinye ŞH Feribot} >> İstinye İskelesi (D) >> İstinye Bayırı (D) >> Maslak >> Ayazağa... 

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları 

Toplam Kat Edilen Tur Mesafesi: 47 km

Toplam Kat Edilen Bisiklet Mesafesi: 37 km

Toplam Kat Edilen Araç Mesafesi: 10 km 

Vehicles Used for the Trip: İETT Otobüs & ŞH Feribot

Toplam Tur Zamanı: 9½ saat (09:15~18:45)

Toplam Bisiklet Zamanı: 5 saat 

Hava Sıcaklığı: 27°C 

Ortalama Hız: 10,00 km

Maksimum Hız: 40,00 km

 

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI 

Ulaşım: 7,80 TL

Konaklama: 0,00 TL

Yeme-içme: 5,20 TL

Diğer: 2,00 TL

Toplam Masraf: 15,00 TL 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Pire🚲 ile Doğduğum Yere Turu

(*) Sonraki Makale: Kanatlı Pire🚲 Florya’da 

Bir sonraki “Bakırköy, Menekşe, Florya” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***