İstanbul: Kanatlı Pire🚲 Florya’da

 

TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN,
PİRE🚲 İLE İSTANBUL TURLARI

Uzaklardan gelen dişil velespitin sesine daha fazla dayanamayıp Trakya~Marmara ‘hiking’ turlarımı yarıda kesmiş, Bandırma’ya geçecekken hem yaşam hem de genel kumanda merkezim Saros Körfezi’nin iştah açıcı kıyısından İstanbul’a dönüvermiştim. Topu topu üç gün geçmesine rağmen iki sevgilinin yıllar sonra birbirine kavuşması gibi buluşmamız biraz ağlamaklı, biraz da serzenişli oldu. Hasretlik böyle bir şey. Bir yıl da olsa, bir gün de olsa hep aynı... 

Pire🚲 hanımın gönlünü almak pek kolay olmadı ama tur sesini duyar duymaz gevşedi, rahatladı, affedici rolüne soyundu. 

E, tabi kabahat bende. Bu yıl birbirimizden hiç ayrılmayacağız, hangi koşullarda olursa olsun hep ‘bike & hike’ yaparak gezilerimizi sürdüreceğiz diye söz vermiştim kendisine. Ama kimi şartlar nedeniyle bu sözümü yerine getiremedim ve kavuşmamız haddinden fazla gecikmeli oldu. 

Şimdi bir tarafta “Pire🚲”, diğer tarafta “Vasfiye🎒”, iki dere arasında kalan bedenimle bu hatamı düzeltmekle didinip duruyorum. Sanırım günübirlik ötesi turnelerde en güzel çözüm yolu ikisini de yanımdan ayırmamak; nasıl olacaksa! 

Ah, bir de yazmadan edemeyeceğim!! Memleketteki son görüntülerden sıkıldığından herhalde, durmadan kendisine “hanım, hanımefendi, hanfendi” diye takılmama içerlemiş durumda. Sanki “bacım, hatun, bağyan” gibi bayat ifadeler kullanıyorum. Neyse; tamam, diyorum, Pire🚲’ciğim bundan böyle sen benim sinyoritamsın. “Hanfendi” out, “Señorita” in... 

Geçtiğimiz aylar sadık dostlarım bacaklarım ve sırt çantam ile ekseriyetle İstanbul, Trakya ve Saros ekseninde şehir ve doğa yürüyüşleri yaptığımdan señorita Pire🚲 ile birlikte tasarladığım İstanbul ve çevresine zaman ayıramamıştım. Bu yüzden bu yılın Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarının fırsat bulabildiğim günübirliklerini özellikle Marmara turları olarak İstanbul ve çevresine ayırdım. Programdaki sıraya göre gitseydim aslında bugün “Kadıköy Pendik Gittik Geldik” turunu yapmam gerekiyordu. Ancak huyum kurusun, plana uymayıp bir sonraki turu, “Kanatlı Pire Florya’da” gezintisini yapmaya karar verdim. 

Maksat señorita Pire🚲’yi memnun etmek, gönlünü elverdiğince hoşnut tutmak olsun. Aslında şu kısacık sürede bile çok iyi uyum sağlamış bir çiftiz. Sürsem sevgilimi gün boyunca. Yani binsem üstüne, plansız, rotasız, gitsem bir yerlere. Buna bile ses çıkarmaz. Aramızdaki harmoni böyle bir şey işte. 

Hava sabahtan bulutlu gibi görünüyor. Oysa meteoroloji İstanbul için aşırı sıcak ve aşırı nem alarmı vermişti. Yanılmış olmasına hiç üzülmedim tabii. Saat 10:45’de, Yenikapı Marmaray önüne geldiğimde güneşin yüzü görünmeye başladı. Neyse ki deniz tarafından gelen hafif bir esinti duyulabiliyor. Gün içerisinde çok rahatsız edici bir sıcaklık olmayacağı kesin. 

Olsun diyorum, bugün çöl sıcağı da olsa, gök ortadan ikiye yarılıp dibi de delinse, rüzgâr ekilip fırtına biçilse de turuma çıkacağım. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın... 

Gerçi test edilmiştir; bendeniz ve señorita Pire🚲 daha çok bulutlu havaları seviyoruz. Kimileri bu duruma kasvetli diyor. Belki öyle, ama yolların keyfi daha bir başka oluyor böyle havalarda. Maalesef ikimiz de yaz tutkunu değiliz. Sevmiyoruz güneşin alnında pedal çevirmeyi. Hani deniz tutkumuz olmasa inmeyeceğiz dağlardan, yaylalardan aşağıya. İyi ki çok güzel koylarımız, deniz banyosu yapabileceğimiz şahane kıyılarımız var da bu bunaltının derecesini kendi çapımızda azaltabiliyoruz. 

Şimdi gelelim bugüne... 

Yıllar var ki şu sahil yolunda deniz kıyısına kadar inip yürüyüşler yapmadım. Sadece o değil tabii. Çocukluğumun mütevazı kamp alanları Yeşilyurt, Yeşilköy’den başlar Menekşe ve Florya’ya kadar uzanırdı. Özellikle hafta sonlarında Hadımköylü Zehra teyzem ile İbrahim eniştemin elimden tutup getirdikleri ve hatta diğer anne tarafımın akrabalarının pek severek katıldığı ve yazları şen şakrak eğlenerek geçirdiği çadırlı kamp yerleşkeler bu güzel kumsalların üstündeydi. 

Lütfen gelin bizim buralara. Bir an önce toparlanın gelin. Kırk küsur yıl oldu neredeyse. Unuttun bizleri. Gelin.” Diye davetkâr bir ses uğulduyor kulaklarımda. Çağrı bununla da bitmiyor, devam ediyor: “Göreceksiniz, hem anılarınızı biriktireceksiniz, hem dinleneceksiniz. Kendimiz için de istiyoruz gelmenizi. Bir gelin, son halimizi görün. Bakalım beğenecek misiniz? Yoksa ‘Ah neydi o günler’ deyip yine nostalji yapmaya mı kalkışacaksınız? 

Bu nazikâne çağrı hiç reddedilir mi? Elbette uğramak, yeniden görmek, sımsıcak bir meram içinde merhabalaşmak istiyorum tüm çocukluğumu parça pürçük geçirdiğim semtler ile. İstanbul ki en hızlı değişen şehrim oldu hayatımda, ne çok şey yitirildi tam doyamadan, peşinden koşturmam imkânsızdı, yakalamak ise ne aklın ne ayakların harcıydı, o hep önden önden gitti, bense hep gerisinde kaldım, süratine yetişmem imkânsızdı. Öyle bir zaman geçti ki. İkimiz de farkına vardık. O çok yorulmuştu. Artık koşamıyordu. Takriben her tarafını beton sardığından koşturacak alanı pek kalmamıştı. E, benimse yakalama azmim durmamıştı, ve neredeyse yakalıyordum kendisini. Ancak büyük bir farkla. Ne yazık ki, o artık bildiğim eski şehir değildi. İkimiz de fiziksel olarak çok değişmiştik. Ama yine o benden bir adım daha öndeydi. Daha fazla yıpranmıştı. Zevk vermiyordu eskisi kadar. Sadece çevresel kimi zenginlikler ona birazcık nefes aldırabiliyordu. Mesela boğaz, mesela deniz, mesela trafiğin en az görüldüğü yerler... vesaire... vesaire...


Yenikapı Marmaray’ın önünden alt geçidi kullanarak Yenikapı feribot iskelesinin bulunduğu alana doğru yürüyorum. Burada son hazırlıklarımı yapacak, “Ride with GPS”imi, “Strava” ve “Sigma” yol bilgisayarlarımı ayarlayacağım. Señorita Pire🚲 etrafı kolaçan ederken ben de bu çapraşık uygulayımsal düzenlemeleri yapıyor, portatif sırt çantamın içine son bir şekil veriyor, ondan sonra kendisini bir güzel sırtlıyorum. Geçen gün bagaj lastiklerini bir yerlerde ektiğimden ıvır zıvır malzemeler satan herhangi bir ucuzcu spot, nalbur, çantacı vb dükkânı buluncaya kadar cezamı çekeceğim.


[📷 Artık hazırız diyebilirim...]

Ama durun bakiiim...

Aklıma çok feci bir fikir geldi... 

Acaba señorita Pire🚲’ye bahsetsem mi, yoksa kendisine sürpriz mi yapsam? Şimdilik bende kalsın deyip söylemekten vazgeçiyorum. Uf ya, ne muzır adamım. Ama bakın ben konuşmasam da fotoğraflarım kendiliğinden konuşuyor. Neyse daha fazla uzatmayayım yoksa ele verecek gibi görünüyor bu suretler...


[📷 Müzikholümden seçtiğim parçaları kulaklarıma gönderiyorum...]


Karşısı bizim yaka; sanki ‘ana-baba-vatan’ toprağı gibi... Havada bulutlar olduğundan biraz zor seçiliyor ama bu gözler orayı her koşulda tanır...


[📷 Deniz trafiği kara trafiğini aratmayacak denli karışmış durumda...]

Sahilden Langa-Davutpaşa’dan itibaren bisikletle gidilebilecek mükemmel bir hat var önümde. Yenikapı etkinlik alanını çepeçevre görme imkânım var. Burada bomboş bir etkinliğe katılmak ne tatlı bir hissiyat, ne hoş bir avantür. Kalabalıkalrı oldum bittim sevmem; böyle boşluklar, tamtakır hayat tam bana göre... 

Bu yolun bizi Zeytinburnu, Bakırköy’e kadar şehir trafiğinin içine sokmadan götüreceğini umuyorum... 

Yenikapı sahil şeridinde bisiklet yolundan ilerliyoruz. Saat tam öğle vakti. Güneş iyice kendisini göstermeye başladığından su ihtiyacını da karşılayacak şekilde mataraya çullanıyorum. Az ileride bir siluet var. Yaklaştıkça daha netleşiyor. Edebiyatımızın dev çınarının heykelini görür görmez hızla kendisine doğru pedal çevirmeye başlıyorum. Büyük tartışmalara sebep olan heykeli görünce duygulanmadan yapamıyorum.


[📷 Pire ile ‘Anadolu’yu seyreden Yaşar Kemal heykeli...]


[📷 Üç edebiyat aşığı bir arada...]

Böyle dedim diye señorita Pire🚲 çok gururlandı... Ama yalan değil biz ailecek edebiyata çok düşkünüzdür. Çok severiz. Kuru, ham, şam edebiyatla hısım akrabalık değil elbette. Dünya edebiyatı, toplumcu edebiyat bizim ruhumuza işlemiştir. Damarlarımızdan boşaltmak mümkün değildir o asil yaşam felsefemizi. E, ailenin yeni üyesi de bundan feyz almayacak da neden alacak acaba? 

Aslında bu heykelin yeni yerini daha çok sevdim. Daha fazla yakışmış. Malum 1994 yılında heykeltıraş Metin Yurdanur’un yaptığı bu göz büyüleyici eser hem Avrasya Tüneli hem de Yenikapı etkinlik alanı inşaatlarından dolayı kazıların, molozların tam ortasında kalmıştı. Büyük bir gürültü koparmıştı sivil toplum örgütleri ile sanata, edebiyata duyarlı şahsiyetler. Tepkiler büyüyünce şimdiki yerine taşımak zorunda kalmışlardı. Evet, bu heykelin yeni yeri gerçekten güzel. Umarım aklı-bozuklar bir zarar vermez de ünlü yazarımız Anadolu’yu seyretmeye buradan devam eder.


[📷 Edebiyat yalnızlığı sever, yalnızlık da edebiyata düşkünlüğü ile tanınır...]

Park içi velespit yolu sakin ve çevrede benden başka bisikletli yok. O denli yalnızım yani. Tek tük insan var ve beni gören önce şöyle uzaylı filan mı basmış evreni cinsinden bir şaşırıyor. Hatta bazılarının öyle şaheser doğaçlamalarını yakaladım ki buraya koyayım mı koymayayım mı diye çok fazla tereddüt ettim. Belki gezilerim boyunca biriktirdiğim bu insan portrelerine dair ayrı bir albüm oluşturabilir ve bir köşede sergileyebilirim. Ne de olsa bu tür, sokak fotoğrafçılığının en gizemli fakat en canlı anahtarı... Elbette hiçbir zaman Ara Güler gibi olamam, zaten öyle bir iddiam da yok, ondan feyz almayı ise çok isterdim bu ayrı, ancak amatörce yaptığım fotoğraf çekimleri bana yetiyor. Daha fazlasını istemiyorum. Zaten benim bu açığımı adamakıllı, bütün yanlarıyla kapatacak yakın karakterler var hazinemde.


Etkinlik alanının çıkışına doğru yöneldiğimde karşıda İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin binasını görüyorum. İşte yine aklıma çocukluk anılarım geliyor. Babamın kimi zamanlarda bu hastaneye de hasta taşıdığı günlere kadar uzanıyor. O yıllarda doğru dürüst yollar yok piyasada. Hasta ta karşıdan alınmış, yatak sorunu olduğundan herhalde sevki buraya, ki bizim bildiğimiz adıyla ünlü Samatya SSK Hastanesi’ne çıkartılmış; ama yolculuk hastayı daha çok hasta edecek cinsten. Tangır tungur yollar ambulansın lastikleri altında çiğnenirken, babamın usta şoförlüğü sayesinde hasta sağ salim doktorların ellerine ulaştırılıyor. Artık hastanın yakını, akrabası kim varsa gelip babamı birer birer öpüyorlar, can kurtardığı için.


[📷 Ne demiştim? Bu şehrin inşaat hırsı bitmez diye. İşte bitmek bilmeyen düzenlemelere yeni ilaveler...]


Iıııı... Birden burnuma pis kokular gelmeye başlıyor. Ne o, galiba señorita Pire🚲’nin de midesi kalkmış, bir an evvel buradan uzaklaşalım diye pedallara yüklenmemi talep ediyor. Balığı müthiş severim. Üstelik tüm etlerin arasında balığın yeri çok özeldir. Ancak havaya yayılan bu koku, bu iğrenç temas korkunç bir şey. İnsanın balık yiyesi gelmiyor yeminle. Burada çalışanlar bu kokuya nasıl dayanıyor anlamak çok zor. Emekçiye olan saygım arttıkça artıyor. Tıpkı Bandırma’nın çevresindeki piliç yetiştirme yerlerinin çevreye yayılan ağır kokusunu andırıyor. Gaz maskesi takmadan sürüş yapmak solungaçlara zarar verir diye espri yapmaya yelteniyor sevgili señorita Pire🚲.


Bu taraf tura başladığımız Yenikapı ve sonrasında Sirkeci yönüne doğru yol alıyor. 

Galiba temennide bulunduğum gibi trafiğin içine girmeyeceğim. Ufukta kaldırım üstünden devam eden temiz bir bisiklet yolu görünüyor. Bu da Zeytinburnu, Bakırköy tarafı... 

Ne ballıyız dimi ama?


Señorita Pire🚲 yine ağzını açmadan edemedi. Evet, bizim şansımız pekmezden. Aman daha fazla kurcalamayalım, önümüze ne çıkacak henüz bilmiyoruz. Nazara gelmeyelim.

Sana ilk etapta bir boncuk alacağım. Yok, yok, sana güzel bir maskot yakışır. Dur bakim Çarli’de şu bizim (husky) Şimşek’i andıran yünden bir uğurcak anahtarlığı vardı. Hâlâ duruyorsa isteriz kendisinden. Söz bir dahaki sefere onu takacağım koynuna.” Diyorum.

Bu anlaşmamızdan memnun kalmışçasına kafasını sallıyor...


Oyalana oyalana yolumuza devam ediyoruz. Yedi dakika içerisinde Yedikule Surları’na erişiyoruz. Tabii surlar karşı tarafta olduğu için oraya çıkmamızın imkânı yok. Zaten sur gezisi rota programımızda yer almıyor. Lakin bir kez Narlıkapı’dan başlayıp, Yedikule Zindanları Müzesine kadar gidip görmek lazım.


Bugünkü sürprizden dolayı (Pire🚲’nin henüz haberi yok; ha-ha))) böyle bir etkinliği gerçekleştirmemizin olanağı ise hiç mi hiç yok.


Az sonra Zeyport Liman İşletmeleri önünden geçeceğim. Yolculuğum o kadar güzel, o kadar sakin geçiyor ki, böyle şehir içi günübirlik turu şimdiye kadar hiç yaşamadım. Etrafta ne bir insan varlığı, ne velespitine atlamış bir turcu. Gören de bütün yollar ardına kadar benim için açılmış zannedecek. Sadece yanımda asfalt yoldan seyrek geçen taşıtlar içerisinde meraklı bakışlar var. Kiminle selamlaşıyor, kiminle el sallaşıyoruz. Bazıları ise oralı olmadığından ben de onlara adapte oluyor hiçbir reaksiyonda bulunmuyorum.


Ooohhhh nihayet Sakız Ağacı’na yakışır parkın içindeyiz ve yeniden sahil boyu bisiklet yolu ile kavuşmanın kıvancı içindeyiz.

Doğrudur. Bakırköy’e yaklaştıkça bunu hissediyorum. Birçok değerli yol arkadaşlarımla bu semtte tanışmıştık. Yine Emel’in ağabeyinin ailesinin yolu da buradan geçtiği için bir zaman kesitinde pek çok ziyaretlerimiz bu semtten akıp gitmişti. Kızım bu semtin hastanesinde, Yaşar Hastanesi’nde doğmuştu. 

Bugün bunlardan geriye hastanenin binası dışında hiçbiri kalmadı. Orada da en son aldığım habere göre doğum bölümünü kaldırmışlar. Yani o da tarih sayılır artık. 

Ancak biri var... Neredeyse sayısını bile ağzıma alamayacağım kadar çok uzun yıllar geçmiş... Görünce beni, sevinir mi, fırça mı kayar, bilemiyorum, ama bugün onu mutlaka ziyaret edeceğim. İnsan yakınından geçer de çocukluk arkadaşına uğramaz mı? 

İşte bu rüzgâr, o rüzgâr olmalı... Sanki farklı zamanlardan eser gibi...


[📷 İnsan halidir, düşüncelere dalmadan edemiyor...]


[📷 Ara istasyonumuz Bakırköy’e varmış bulunuyoruz...]

Üstgeçitten karşı caddeye geçeceğiz. Asansöre bakıyorum çalışıyor mu diye. Düğmeye basınca halatlar çalışmaya başlıyor. Mükemmel. Ooohhhh... Señorita Pire🚲’ciğimi sırtıma almaktan kurtuluyorum. Onca merdiven şimdi hiç çekilecek görünmüyor. Biraz fotoğraf çekiyorum sonra asansöre doğru yöneliyoruz. Kısmete bak. Neredeyse sabahtan beri doğru dürüst insan görmeyen ben, bir anda ayaklarımı yere sürtmüşüm gibi asansör kuyruğuna giriyoruz. Neyse millet birer ikişer çıkıyor. Hepsine yol veriyorum. En son kimseler kalmayınca biz iki romantik sevgili doluşuyoruz loş inerçıkarın içine. 

Yukarıda aynı işlemi bu kez aşağıya ‘tırmanmak’ için sessizce tekrarlıyoruz. 

Caddeye varınca İskele Caddesi’nden yukarı doğru pedallamaya başlıyorum. Önce Asmalı Sakız Sokak’ı, sonra sırasıyla Küçük Yalı Sokak’ı, Rüya Sokak’ı, Berrin Çini Sokak’ı teker teker atlayarak İstanbul Caddesi’ne ulaşıyorum. Buradan sağa ve sonra ilk sola dönerek gözüme daha tenha görünen Mektep Arkası Sokağına sapıyorum. Ancak tenha dediğim sokak, uluorta metro inşaatından dolayı daralmış ve bisiklet sürmenin olanağı yok. Bakırköy tam anlamıyla inşaat sahasına dönüşmüş durumda. General Şükrü Kanatlı caddesine dönünce biraz rahatlama hissediyorum. Zaten buradan da Kartaltepe Caddesi’ne dönecek ve Şanlı Asker Sokak’a kadar ilerleyişimi sürdüreceğim. Yolumun üzerinde bir ıvır zıvır malzeme satan dükkâna rastlayınca gözlerim birden parıldıyor. Gözbebeklerimin içinde bagaj lastiklerini görmeye başlıyorum. Pire🚲’yi bir ağaç altında gölgelik kaldırımın kenarına park ediyor ve mağazaya girip almak istediğim malzemenin var olup olmadığını soruyorum. Billuriyenin loş ışıklı alt katına gönderiyor beni dükkân sahibi. Drakula’nın merdivenlerinden iniyorum. Her yer cıvıkçı çarşısı gibi. Neyse ki fazla zorlanmadan keşfediyorum. Oradaymışlar. Pire🚲 yukarıda ben aşağıda, aradığım lastiklerden buluyor üç adet kapıyorum. İçerisi felaket sıcak. Ne klima var ne bir vantilatör. Şıpır şıpır ter damlıyor yanaklarımdan. Parayı çıkartıp alışverişi tamamlayana kadar sanırım bir litre su kaybına uğramış olacağım. Dışarı çıkar çıkmaz dayanıyorum suya tabii. 

Çantalardan birini Pire🚲’nin bagajına yüklüyorum. Sırtımdaki ağırlık birden 1/2 oranında azalıyor. 

Birazdan kendisini yıllardır göremediğim Yüksel kardeşimle bir kavuşma anı yaşayacağız. Sessizce Özlem Çiftliği’nin önüne park ediyorum. Gözümde güneş gözlükleri, kafamda Cratoni tası, beni tanıması mümkün değil. Belki sesimden çıkartabilir. İçeri girip, “Kardeş bir kilo rakı tartar mısın?” diye vokal bir istekte bulunacağım. İki kişi sırtı dönük bir malzeme alışverişi içindeler. Yok, bu Yüksel değil! Gençten olanı arkasını dönüp bana “Buyurun hoş geldiniz,” deyince, nutkum çevriliyor, “Yüksel yok mu?” diye soruyorum. 

Maalesef izin yapıyormuş eski dostum. Görüşmek, kavuşmak kısmet olmuyor. Ama bugüne kadar hiç görmediğim oğlu ile tanışma fırsatını buluyorum. Gençle beraber biraz oradan buradan, eskilerden filan laflıyoruz. (Umarım bol bol kulaklarını çınlatmışızdır arkadaşımın.) Artık bir başka sefere diyor, ve elbette esnaf kısmını fazlaca meşgul etmeden yoluma devam etmek için izin istiyorum Burak kardeşimden. Sağ olsun bana hem çay ısmarlıyor hem de giderayak buz gibi su veriyor. 

Bu kısa dinlence bana dünyaları geri taşıdı desem... 

Sesler nedense hep geçmişten geliyor. Nedendir bilemeyeceğim ama, fiziksel bir gerçeklik olmalı diye düşünmüşümdür hep. Hoşuma gider bu tür sesler. Tıpkı kokular, görüntüler benzeri. İşte señorita Pire🚲’min ön koltuğunda oturmuş seyahat ediyorum. Sanki zaman, şahıslar, nesneler, olaylar, ne varsa yüzüme çarpıyor. Çarpar çarpmaz da geçmiş zaman oluyor. Ve ben buna her seferinde “an” diyorum. 

Aslında “şimdi” hiç yok belki de. Yalnızca “Geçmiş” ve “Gelecek” var. Bir de onları ayırdığını düşündüğüm ama aslında onları birleştiren, düşünüldükçe daha da incelen bir çizgi var. Yani, şu iki harflik çizgi: “An”. 

Bakın şimdi bile heyecanlanıyorum. Mazideki hayatları, özgün karakterleri şurada, şurada düşünüyorum da ondan. Hatta görüyorum. Sizi evde, bahçede, deniz kıyısında, kamp alanında gezinirken, masaları kurmuş bir tarafta günün en değerli oltasından çıkartılmış balıkları kızartırken diğer taraftan rakıları içerken düşününce heyecanlanıyorum inanın. Ben, tabii, yaşım müsait olmadığından rakınızın tadına bakamıyorum, Çamlıca gazozu neyime yetmemiş, bir dikişte tüketiyorum kaç şişeyse artık. 

Maalesef Bakırköy’den Ayastefanos Feneri’ne kadar bisiklet yolu sınırlı. Daha doğrusu kâh asfalt yoldan, kâh kaldırım üstünden gidiyorum. Hava iyice ısınıyor. Asfalt ısınıyor. Saatim öğleden sonra üçe yaklaşıyor.


Yeşilyurt Hava Harp Okulu’na henüz daha gelmemişken askeri bölge öncesindeki dereye takılıyor gözlerim. Neden sonra yanı başının askeri bölge olduğunu fark ediyorum. Neyse ki kimse sesini çıkartmıyor. Sessiz sedasız fotoğraflıyor, makinemi yerine yerleştiriyor, yoluma devam ediyorum. Nöbetçi askerlerin önünden geçerken hafif bir tebessümle başımı eğiyorum kendilerine.

Nasıl yaptım bilemiyorum ama, o sokak bu sokak derken kendimi Sahil Yolu Caddesi’nde buluyorum. Önümde GPS var ama henüz alışamadım ki kendisine. O bana yön vereceğine, ben ve Pire🚲 istediğimiz yöne dalıyor kafasını karıştırıyoruz garibimin.

Sahil You Caddesi’nde ilerlerken abidemsi Polat Rönesans Otelin önünden geçiyoruz; onu geçer geçmez Fener Caddesi ile Yeşilköy-İstanbul Caddesi’nin kesiştiği köşedeki küçük ama bakımlı Olimpiyat Parkı’na giriyor, su molası veriyoruz. 

Yanı başımdaki yaşlı teyze pek meraklı: 

Evladım ne yapıyorsun sen? 

Hiiiç, teyze. Fotoğraf çekiyorum. 

Ağaçları mı? 

Hee. Ağaçları, otları, oturakları... Seni de çekeyim mi, ister misin? 

Yoooook... İstemem... 

Evet, insanlar farklı. Onlar asla bırakılıp gidilemez. Kafasını öte yana çevirip söylenmeye başlasa bile...


Bu arada parka giriş yapmadan, Fener caddesinin bitiminde, aşağıda Ayastefanos Feneri’ni görüyorum. Kırım Savaşı zamanında buraya yerleşen Fransızlar tarafından 1856 yılında taş kule şeklinde yapılmış fener, geceleri ışığıyla denizcileri uyarmakla kalmıyor, 25-26 yıldır restoran hizmeti veren bir turizm işletmesine ev sahipliği yapıyor. Aşağısı bayağı kalabalık. Lüks arabalardan geçilmiyor. Şimdi Pire🚲 eziklik yaşamasın. Fenerin yanına gitmekten vazgeçiyorum.

Ancak küçük mahalle parkını terk ettikten sonra Yasemin Sokak’tan Çınarlı Sokak’a dönüş yapıyor ve önüme çıkan tuhaf dar merdivenlerden sahile, Park İçi Yolu’na giriyorum.


Marinada bağlı tekneleri görünce fotoğraf çekmenin tam zamanı diyorum. Pire🚲’yi denize nazır park ederek molamı veriyor, bir yandan da çevreyi görüntülüyorum.


[📷 Arka fonda yelken direklerinin arasından uzakta görünen Fener...]


[📷 Keyifli yolculuğumuz bundan sonra Yeşilköy sahili, plajlar boyunca devam edecek...]


Deniz, kumsal ve çakıl taşları. Hiç abartmıyorum, hep arkamdan geliyorlar. Pire🚲’den önce böyleydi, şimdi onunla birlikteyken de öyle. Ben denizi olmayan hiçbir yerde uzun süre yaşayamadım. O maviliği içselleştiremediğim zamanlar hayat bana hep yabancı yüzünü döndü. Bir sokağa giriyorum, karşıma kıyı çıkıyor. Bir misafirliğe gider gibi yola koyuluyorum, bir köşede onu görüyorum. Oturmuş, sanki yıllardır beni bekliyor.

Bir koku duyarım, onun kokusunu...


O denizdir ki, çocukluğumdan beri bildiğim, tanıdığım deniz benden hiç ayrılmaz. Ailemi de peşimden sürükler, oradan oraya taşınırız, evin bazı eşyalarını yenileriz, ama ne olduğunu bilmediğim bir şey hep benimledir. Benimle birlikte gelir taşındığım yere; yeni eşya aldıysak bir süre sonra onun da içine, üstüne süner bir şekilde... Bazen tablolarla girer, bazen önümüzde lebiderya manzarasıyla yer alır... Ama hep vardır.


Denize girenleri görünce kıskanıyorum onları; keşke mayomu getirseymişim diye iç geçiriyorum.


Uzaktan gelen uçağı görünce kadraja üç taşıtı da yerleştirmenin mutluluğunu yaşıyorum...


Latin Amerika kıyıları geliyor gözümün önüne. Uçak bazı sahillerde insanların tepesinde, ellerini kollarını uzatacak olsalar yakalayacaklar sanki. O kadar yakın inişe geçiyorlar!!!


Deniz arsızları, bahçelerin çiçeklerine, evlerin eşyalarına, akşamcıların serçe balkonlarına ne kadar benzerlik taşıyorlar.


[📷 Bu kordon boyunda insan yapayalnız ne yapar?]

Keyfe bakın, keyfe...


[📷 Deniz, señorita Pire ve ehlikeyif gezenti bir adam...]


Hafta ortası olmasına rağmen Yeşilköy Çiroz Plajı ana baba günü gibi. Artık Florya’ya çok az bir yolumun kaldığını biliyorum. Ama hazır bu kadar burnunun içine kadar girmişim, biraz daha keyfekederliğin tadını çıkarmak istiyorum.

İstanbul Akvaryum’un önünden geçerken buraya da mutlaka gelinmeli diye not defterime kısa yıldızlı notumu düşüyorum. Fener’den bu yana süren kıyı boyu yolculuğum, plajların yoğun olduğu yerlerde, mavi renkli bisiklet yolunun zaman zaman kalabalıklaşmasıyla, en çok da yayaların bu yolu kullanma tercihleri yüzünden bana biraz sıkıntı veriyor ama ani hareket yapmadıkları sürece şikâyet etmiyorum. Onların bisiklet yoluna girmekten kaçınmadığı gibi benim de onların yaya yolunu kullanmak zorunda kaldığım anlar oluyor. Kiraladıkları bisikletlerle gezintiye çıkan gençlerin sayısı da bir hayli fazla. Onlar da aynı sıkıntıyı yaşıyor haliyle. Etraf çın-çın seslerinden geçilmiyor.


Yaklaşık beş dakika içerisinde Florya Sahili Parkı’na giriyorum. Ağaçlar budanıyor. Bu sahil parkı da öncekiler gibi pek sakin ve huzurlu bir hafta ortası manzarası sergiliyor. Yine çevrede parkseverler var. Tonu farklı yeşilliklerin, maviliklerin, doğanın tadını çıkartıyorlar. Ama neydi o plajların berisindeki sahil boyu ağaçlık alanlar, mangalını alan gelmiş. Kocaman “MANGAL YAPILMAZ”, “KÖPEKLER TASMASIZ GEZDİRİLEMEZ” tabelalarına rağmen bizim pek kömür isi seven yurdum insanı elinde maşa çeviriyor da çeviriyor. Medeniyet bu ülkeye teğet geçtiğinden et pişirmeden piknik yapmasını beceremiyor bu halk kütleleri. Ortalık buram buram, lafı gediğine koyalım, “leş” gibi et kokuyor. Hani spor yapanlar var ya, onlar da maalesef payını alıyor bu olumsuz dumandan, kokudan vesaire. Neyse ki eskisi gibi pijamalı gelenler yok. Geçmişte böyleleri de vardı. Maltepe, Pendik sahillerinde çok görürdük böylelerini.

Yani buradan mangala karşı olduğum fikri çıkartılmasın diye eklem ihtiyacı duyuyorum: Mesele lokasyon.

Bir yığın mesire yerleri var. Gitsinler orada ne pişireceklerse pişirsinler. Zaten böyle alanların amacı bu. Ama sen gel sahilde yapmaya kalkınca pek yakışık almıyor. Et kokusunun seveni var, sevmeyeni var. Yiyebileni var, yemeyebileni var. Herkesin bütçesi aynı mı? Üstelik yaptıkları şekil ve ‘tezgahları’ hiç hijyenik değil. Herhalde çoğu yine bu kütlelerin pek övündüğü “bana bişi olmaz abi” tekerlemesinin ardına sığınıyor.

Neyse ki Florya Sahil Parkı’nda böyle aşırılıklara rastlamıyoruz. Hayır, bu gidişle adamı resmen vejetaryen yapacaklar...


[📷 Gamsız, kedersiz parktan görüntüler...]

Buradan Atatürk Ormanı’na doğru çıkıyorum. Yine burada aklımı çeşit çeşit düşünceler çalıyor. Metin Oktay Tesisleri’ne gidip Galatasaray’ımı şöyle bir ziyaret etsem mi mesela?? Ya da Atatürk Ormanı’na girip şöyle baştan aşağıya dolaşsam mı, misal yani?? Veyahut Mehmet dedemin doğramalarını yaptığı Atatürk’ün Köşkü’nü ziyaret mi etsem acep, hani örnek olsun diye?? Ama o vakit Yenikapı’da kendimce planladığım, ve hatta tüm 23,5 kilometrecik yol güzergâhı boyunca señorita Pire🚲’den dahi sakladığım ‘cin fikirli’ rotasyonu uygulamaktan şıppadak vazgeçiyorum anlamına gelir ki, bunu sevgili velespitimin kulağına üflememin tam sırası... 

İşte günün sürprizi!!! 

Ve daha doğrusu son bir karar an’ı... 

Ya burada az önceki paragrafta istem dışı söylediklerimi yapmaya kalkışacağım ve yemeğimi yiyip, çayımı içip gerisin geriye döneceğim...

Ya da... 

Hiç bunlara bakmadan Küçük Çekmece Gölü’ne nazır, Menekşe sahil boyunca bisiklet yolundan ayrılmayıp Avcılar İDO’ya kadar gideceğim. Oradan deniz otobüsüyle karşı kıyıya, Bostancı’ya geçecek, geceyi ‘doğduğum yer’, Kazasker’de geçirecek ve ertesi günü señorita Pire🚲 ile “Kadıköy-Pendik Gittik Geldik” turumuzu gerçekleştirmek üzere yollara döküleceğim. Bu arada birkaç eski dostumu da ziyaret etme olanağını bulabileceğim. 

Plan bu... 

Señorita Pire🚲 sessizliğini koruyor. İşaret parmağımla GPS üzerinde gösterdiğim rota aklını biraz oynatmış durumda. “E, madem böyle bir teklifin var, Bakırköy’e geri dönelim oradan geçeriz karşıya. 

Seviyorum bu kızın muhalifliğini. Bayılıyorum kendisine şahsen. Aynen ben. Onun için kızamıyorum ona. Aklına esen herhangi bir zamanda illa bir muhalif rota ile çıkış yapıp, yol haritamızı süsleyecek. 

Belki haklı; ama buraya kadar gelmişiz, Avcılar İDO taş çatlasa 7-8 km. Hem bakalım buranın yollarını da yapmışlar mı bizim için? Diyorum ve Pire🚲’yi ikna ediyorum. 

Atatürk Ormanı’nın önünden geçen Valilik Yolu Caddesi’nden Çekmece İstanbul Caddesi’ne sapıyoruz. Bu güzergâhta gene asfalt yoldan gideceğiz. Yol kimi yerde iyice daralıyor. Araçlar sıkıştırıp duruyor. Ha, sanki kornaya basınca problem çözülüyor. Az sabredin kardeşim. İleride yol genişleyince geçersiniz. Pire🚲’yi ter basıyor. Benim terimse pedal basmaktan. Yol kenarında bir parkı görür görmez dalıyoruz içine. Biz araçlardan, araçlar da bizden kurtulduğumuzun mutluluk resmini çiziyoruz Abidin Dino’ya inat...


[📷 Sahil ile karayolu arasında kısa mesafeli parklardan biri bu...]

Park bitiyor ama bisiklet yolu devam ediyor...

Bak seeen... Yine benzer tipler... Bisiklet yoluna tecavüz eden dörtlü vatandaşa kenara çekilsinler diye çınçını öttürüyorum; lakin nafile. Dördü bir kare, bir dikdörtgen yapmaz bunların. Duymazlıktan geliyorlar. Ben yolu kaplayan iri kıyım bedenleri arasındaki 40 santimetrelik ufacık tefecik boşluktan geçebilir miyim hesabını trigonometrinin yardımıyla çözmeye çalışırken hidrolik frenlerimin iç gıcıklayıcı sesinden irkiliyorlar ve sağa sola kaçışıyorlar. Bir anda 40 cm boşluk oluyor mu bir buçuk metre... Trigonometri hocama değil ama, eski mahalleden kabadayı abilerime çok şey borçlu olduğumu çıkartıyorum. Kibarlık olsun diye dörtgen hanzonun kendilerine teşekkür ederek yoluma devam ediyorum. Ara sıra fotoğraf çekmek için durduğumda yine önüme geçiyorlar. Aynı işlem birkaç kez tekrarlanıyor.

Bu arada bir balıkçıyı görüyorum. Ustayı çekmeye niyetliyim. Aha! O da nesi, ben tam pozumu yakalamışım, aynı herifçioğulları kadraja girmesin mi! Elimle işaret ediyorum, az bekleyin diye. Ama yok. Armudun iyisini yemiş adam laftan ne anlar? Sanki ben onlara gidin olta emekçisiyle muhabbet edin dedim. İşgüzarlık işte. Gidip adama ne tuttuğunu soruyorlar. Sana ne kardeşim! Varsa merakın git al bir olta, otur sende bir kıyıcığa, tut balığını. Koca sahilde sana yer mi yok. Sana ne elalemin ne tuttuğundan. Adamın belki postal merakı var. Balık yerine başka bir şey tutuyor olamaz mı yani? 

Neyse ki balıklar hakkında atıp tuttukları müzakereleri fazla uzun sürmüyor ve kadrajdan kurtuluyorlar. Ama bu kez de balıkçıyı tam çekeceğim, fotoğrafın doğası bozuluyor, adamla burun buruna karşı karşıya geliyoruz. Şirin bir durum yani... 

Ya, pardon,” diyorum, “resminizi çektim ama kötü bir niyetim yok valla. Dayanamıyorum bir olta emekçisini görünce. 

Nasıl istersen. 

İşte bu kadar kısa, bu kadar net bir cevap. 

Teşekkür edip ayrılıyorum yanından.


[📷 Bu taraf geldiğim yol...]


[📷 Bu taraf da gideceğim istikamet...]


[📷 Köprünün berisinde Menekşe Plajı ve kamp alanı görünüyor...]


[📷 Köprünün üstünden geçerek sahil boyunca devam edeceğiz. Sıcaktan bunalmış kuçu gölgelik bir çalı arıyor...]

Köprüyü geçer geçmez bir ağacın gölgesinde su molası veriyorum. Bu esnada çevreyi, doğal manzarayı fotoğraflamadan yapamıyorum. Plajın dere tarafına yakın kısmı oldukça bakımsız bırakılmış. Geçmişte de böyleydi buralar. Bakir, fakat haddinden fazla kalabalıkları ağırlayan. Kampa doğru yakın bölümlerde ise kumsal biraz daha bakımlı görünüyor.

Aslında ben plajları pek sevmem. Bana el değmemiş, ıssız, bakir koylar daha cazip gelir. Oralarda denize girmeyi daha çok tercih ederim. Vıcık vıcık insan kalabalıkları arasında denizin tadı olmuyor. Sanki herkes deniz banyosu yerine göz banyosu yapar gibi hareket ediyor. Bu da beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Koylar hem sakindir hem de deniz suyu daha renklidir. Camgöbeği rengine tenim değince kendimi akvaryumda hissederim.

Çevreyi çekerken abimin bir tanesi koşar adım geliyor, “Beni de çek, beni de çek,” diyor.


Çekmez miyim hiç?.. Abimin en kralından bir fotoğrafını çekiyorum. Sonrasında başlıyoruz mini sohbetimize. Emekli öğretmenmiş. Onun da hep idealinde varmış, bisiklet. Ama kilosu olduğundan yakınıyor. E, dedim bak benim hiç şikâyetim yok. Tığ gibi delikanlılara taş çıkartırım, ama öyle bir derdim zaten olmadığından geziyorum, yorulunca dinleniyorum. Zaman kısıtlamam yok. Mesafe kısıtlamam yok. Gezentiyim ben. Sabit bir evim, yurdum olmadığından her yer benim evim, yurdum. Böyle konuşunca adam hayretler içinde dinliyor. Sonra o uzun hayatını kısa cümlelere döküyor.

Derken bir emmi daha geliyor yanımıza. “Sözcü” okurlarından oldum bittim hazmetmem. Varsa yoksa kabarık, ham milliyetçilik duyguları. Hep şikâyet şikâyet. Benim bugünkü yaşam tarzıma uymuyor tabii. Memleket meselelerini sokak ortasında konuşacak değilim. Hatta hiç lafına bile değme taraftarı değilim. Hani gezgin dünyadan haberler sunsa akşama kadar dinleyeceğim onu. Terim soğuyor gitmem lazım diyorum. “Dur, hele şunu da anlatayım öyle gidersin,” diyor. Ama o “dur hele”nin bir türlü sonu gelmiyor. Tatlı adam. Dili de temiz ama dolmuş bir kere. “Ya,” diyorum, “bak plaja gelmişsin, keyfini çıkar günün.” Plajın ekolojisinden giriyor, Suriyelilerden çıkıyor, Menekşe’nin eski cazip halkçı günlerinden giriyor, derenin bok götürdüğünden çıkıyor. Bıraksam çadır kampın akıbetini de anlatacak, fakat gerçekten terim soğumaya başlamış vaziyette. Neyse ki anlayışla karşılıyor, helalleşiyoruz, o yoluna biz yolumuza...

Yaklaşık üç kilometre sonra geniş Avcılar yöresinin Büyükşehir Belediyesi Parkı’na giriş yapıyorum. Akabinde Avcılar Sahil Parkı’na ulaşan muazzam bisiklet yolundan ayrılmadan güzergâhım üzerinde seyrediyorum... Avcılar İDO’ya ulaşmak için 3,5 kilometre daha gitmem gerekiyor... 

Nihayet varıyorum İDO’ya... Amanıııın! O da nesi! İskele kapalı. Meğer Bostancı’ya günde sadece bir sefer kalkıyormuş, o da saat 17:45’de. Yani kıl payı kaçırıyorum. Tüh! Şansımın içine tükürüyorum. Şimdi şu emmi ayaküstü uzun lafa tutmasaydı yakalamıştım vapurumu. Yok, yok adamın kabahati ne! Biz de az buz oyalanmıyoruz yollarda. Pire🚲 her zamanki gibi yine haklı çıktı. Sakal bıraksa yeridir. 

Yapacak bir şey yok buradan gerisin geriye Bakırköy’e... Belki bu fikir baştan kötüydü deyip daha mütenasip bir güne erteleyebiliriz de... Yani o zaman varış noktamızı tekrar Yenikapı’ya yapabiliriz... Pire🚲’ye bakıyorum, hani bacakları olsa ikiye çoktan ayrılmıştı. Yorgunluktan bitap düşmüş, şimdi bir de 30 km geri gitmek ha! Vay canına! “Olsun, yollarda olmak güzel.” Diyor, ama, “Şu yeni tura birkaç gün sonra baksak ya!” diye de eklemeden yapamıyor.

Anlaşıyoruz... İstikametimiz Yenikapı Marmaray... 

Çevredeki çay bahçeleri ful çekmiş, keyifler gırnata gibi. Ama içlerinde mahzun bakışlı yalnızları oynayan kimseler de yok değil. Üstelik bunların sayısı topluca keyif çıkartanlardan daha fazla. Ellerinde çay bardakları tek başlarına kös kös oturuyorlar. Kimi sigara tüttürüyor, kimi kitap okuyor görünüyor, ama aslında etrafı kesiyor. Her halinden belli. 

Ey, çay bahçesini öyküleyen yalnız insanlar, yanınızdan geçip gidiyoruz, haberiniz yok. Yanınızdan geçip gidenlerden hiçbirinizin haberi yok. Pire🚲’yle benim yörüngemde, sizlerle karşılaşmak umudu var. Kim bilir, birden eli öpülesi bir rastlantı biter, belki çantanız açılır, kâğıtlarınız dökülür suya, biz, ben ve Pire🚲, toplarız, hemen verip gitmek ayıp kaçacaktır, şuradaki tabureye biraz oturulur, bazı mecburiyetlere şükran sunulur, adınız malum ne Şükrü’dür, ne de Şükran, gözlerimiz gözlerinizle tanışır, falanlar filanlara hamiledir... Sizin bunlardan haberiniz yoktur.


[📷 Yalnızlığı giderecek demli çay molasında...]


Çay bahçesindesiniz, bizse bir bankın yanında ayaküstü oturmuşuz oradan görüyoruz sizi ve sizler kalın çerçeveli koyu renkli güneş gözlüklerinizin arkasından veya okur gibi yaptığınız kitaplarınızın arasından ortada gezinmekle mükellef garsonlarla göz göze gelmeme uğraşındasınız. Canınız daha fazla çay istemiyor. Bizi beklemediğiniz belli, ama bizim beklediğiniz varlıklar olmadığımız nerden belli? Belki biziz 0. Hadi Pire🚲 sessiz bir velespit, ağzı var dili yok. Bana göre tam tersi ya. Çenesi düşmeye görsün. Ama o yalnızca bana konuştuğundan siz onu duyamazsınız. O sizi duyar, söyleyeceğini söyler, lakin siz onu duyamadığınızdan cevap veremezsiniz kendisine. O halde beni dikkatinize alın misal olsun.


Düşünsenize, sizinle yürüdüğümüz yolun yanı kıyı boyu, koca sahil şeridi işte, ötesinden eskiden banliyö treni geçiyordu. Onu da mezara koydular, raylı sistem karşıtları. Şimdi yerine teknolojiyle yarışan ekspres hat döşeyeceklermiş. Koskoca İngiltere’de yüzyılların üstünde varlığını koruyan British raylar söz konusu. Niye orada ekspres ihtiyacı duymuyorlar? Biz Avrupalı’dan daha Avrupalıyız diye mi oluyor bunlar?

Ah o eski kondüktörler olacaktı ki, o tren sıradanlığının üstünde, o kan, o ter içinde bizi fark edecekti. Ve akıp gidecekti hafızası... Yıllar öncesi... Eski banliyölerin lacivert bulutları, Arnavut kaldırım taşlarından imal edilmiş sokakların üvey çocukları...


Kondüktörü bırakıyoruz... Avcılar’ı bırakıyoruz... Menekşe’yi bırakıyoruz... Kendi aksak ritmine...


Tekrar Florya’da pedallıyorum... Fener’in gözünü gören tenha bisiklet yolunda yürüyorum...


Bakırköy meydanını doldurmuşsunuz ellerinizi ellerinizle. Adamın biri eğilmiş sanırsınız jimnastik yapıyor. Hayır paten bağcıklarını bağlamaya çalışıyor...

Zabıtaya ihtiyaç var. Yoksa trafik polisi mi karışır bilemiyorum ama bisiklet yolu diye bir şey yok bu şehirde. Yoksa ben de mi aralarına katılıp yürüsem? 

Neme lazım? Bu yolun hakkı bizim. Öyleyse size çın-çın!!! Az açılın bakiiim... Kaçılın, kaçılın, velespitli geliyor. İyi ki benden başka bisikletli kardeşlerim de var. Onlar yolu açıyor, arkadan ben dalıyorum... 

Geçmiş banliyö trenlerini mazimde bırakıyorum... Kondüktörleri bırakıyorum... Florya’yı, Yeşilköy’ü, Yeşilyurt’u bırakıyorum... Bakırköy’ü, Zeytinburnu’nu bırakıyorum... Kendi aksak ritmine. 

Geceye yıldızlar karışıyor. Hava bulutlu olduğundan saat 20:30 gibi hava iyice kararıyor. Yedikule Sahili ile Narlıkapı arasında pedallıyorum... Bisiklet yolunda arıza yok. Işıl ışıl her taraf. İnatla ne ön farımı, ne arka farımı kullanıyorum. Kocamustafapaşa Parkı’nın görünmeyen gözünü gören sahil park içi yolunda ilerliyorum. Mangalcılar burada da var. Sabah akşam mangal!!!


Paspalın biri ağacın altında bırakılan soda şişelerine kızıyor. İnsaniyet namına alıp çöpe fırlatacağına elindeki kalın sopayla şişelerin üzerine hücum ederek paramparça yapıyor. Kırılan cam parçaları etrafa saçılıyor. Bisiklet yolu da payını alıyor bu vahşetten. İnip herifi döveceğim. Hadi bulaşmayayım diyorum. Belli ki kafası kıyak. Kendime sarhoş dövdü dedirtmem. Ama yazık, kim bilir arkadan gelen bisikletlileri ne riskler bekliyor? Hadi onu da geçtim. Oturur patlayan lastiğini tedavi eder. Ya mini minnacık çocuklar. Koşturup duruyorlar. Ya biri düşse, eline o cam parçalarından biri girse... İşte güle oynaya başlayan bir günün dehşetengizi sonlanması... Kim ister ki böyle bir günü?..

İyi ki bu dünyada masum minnoşlar var... Bütün insansı canavarlıkların kederini siliveriyor bir anda. Pire🚲’yi pek sevmiş olmalı. Elim kadar bir şey. Yapışıyor arka tekerleğe. Jantlara tutunup yukarı çıkmak istiyor. Bakıyor ki beceremeyecek, bisikletin çevresinde dört tur atıyor. Sonra pedalların üstüne. Olmadı ön tekerleğe. Sonra pes ediyor. Ben termosumda kalan son çayımı yudumlarken o da yayılıyor ayaklarımın dibine. Kendisine bisküvi veriyorum, afiyetle yalanıyor. 

Karşımızdaki bankta, pişmanlıkları saçlarını kırlayan adam tuhaf tuhaf bakıyor bizden yana. 

Göziçimize... 

Enteresan bir turnenin daha sonuna geliyoruz. Ben ayaklanınca minnoş da ayaklanıyor. Beni de al götür dercesine bakışları var. Olmaz der gibi vedalaşıyoruz serinkanlılıkla. Senin yerin özgür parklar, bizimse yerimiz özgür yollar...

...***...

Bugünkü Florya Turundan Enstantaneler

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Rota: Florya & Avcılar Turu

Tur Tarihi: 09.08.2017; Çarşamba 

ROTA: Yenikapı >> Yedikule >> Zeytinburnu >> Bakırköy >> Yeşilköy >> Florya >> Küçükçekmece >> Avcılar İDO >> Yenikapı (D) 

Güzergâh Seyri: Yenikapı Marmaray >> Yenikapı Etkinlik Meydanı >> Kocamustafapaşa Parkı >> Kazlıçeşme Sahil Parkı >> Aytekin Kotil Parkı >> Bakırköy İDO >> İskele Caddesi >> Mektep Arkası Sokak >> Kartaltepe Caddesi >> Şanlı Asker Sokak >> Rauf Orbay Caddesi >> Yeşilyurt >> Fener Caddesi >> Ayastefenos Feneri >> Park İçi Bisiklet Yolu >> Yeşilköy >> Kordonboyu Sokak >> İstanbul Akvaryum >> Florya >> Florya Sahil Parkı >> Florya Atatürk Ormanı >> Çekmece İstanbul Caddesi >> Menekşe >> Menekşe Sahil Park İçi Bisiklet Yolu >> Avcılar Sahil Parkı >> Avcılar İDO >> Yenikapı (D)... 

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları 

Toplam Tur Mesafesi: 110 km

Toplam Bisiklet Mesafesi: 62 km

Toplam Araç Mesafesi: 48 km 

Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs

Toplam Tur Zamanı: 14 saat & 15 dakika (09:30~22:45)

Toplam Bisiklet Zamanı: 6 saat 

Hava Sıcaklığı: 26 °C 

Ortalama Hız: 14,19 km

Maksimum Hız: 28,36 km

 

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI 

Ulaşım: 5,20 TL

Konaklama: 0,00 TL

Yeme-içme: 4,80 TL

Diğer: 10,00 TL

Toplam Masraf: 20,00 TL 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Korular İçinde 1 Pire🚲

(*) Sonraki Makale: Garipçe’de Garip Bir Pire🚲 

Bir sonraki “Garipçe Köyü” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***