Uzaklardan gelen dişil velespitin sesine daha fazla dayanamayıp Trakya~Marmara ‘hiking’ turlarımı yarıda kesmiş, Bandırma’ya geçecekken hem yaşam hem de genel kumanda merkezim Saros Körfezi’nin iştah açıcı kıyısından İstanbul’a dönüvermiştim. Topu topu üç gün geçmesine rağmen iki sevgilinin yıllar sonra birbirine kavuşması gibi buluşmamız biraz ağlamaklı, biraz da serzenişli oldu. Hasretlik böyle bir şey. Bir yıl da olsa, bir gün de olsa hep aynı...
Pire🚲 hanımın gönlünü almak pek kolay olmadı ama tur sesini duyar duymaz gevşedi, rahatladı, affedici rolüne soyundu.
E, tabi kabahat bende. Bu yıl birbirimizden hiç ayrılmayacağız, hangi koşullarda olursa olsun hep ‘bike & hike’ yaparak gezilerimizi sürdüreceğiz diye söz vermiştim kendisine. Ama kimi şartlar nedeniyle bu sözümü yerine getiremedim ve kavuşmamız haddinden fazla gecikmeli oldu.
Şimdi bir tarafta “Pire🚲”, diğer tarafta “Vasfiye🎒”, iki dere arasında kalan bedenimle bu hatamı düzeltmekle didinip duruyorum. Sanırım günübirlik ötesi turnelerde en güzel çözüm yolu ikisini de yanımdan ayırmamak; nasıl olacaksa!
Ah, bir de yazmadan edemeyeceğim!! Memleketteki son görüntülerden sıkıldığından herhalde, durmadan kendisine “hanım, hanımefendi, hanfendi” diye takılmama içerlemiş durumda. Sanki “bacım, hatun, bağyan” gibi bayat ifadeler kullanıyorum. Neyse; tamam, diyorum, Pire🚲’ciğim bundan böyle sen benim sinyoritamsın. “Hanfendi” out, “Señorita” in...
Geçtiğimiz aylar sadık dostlarım bacaklarım ve sırt çantam ile ekseriyetle İstanbul, Trakya ve Saros ekseninde şehir ve doğa yürüyüşleri yaptığımdan señorita Pire🚲 ile birlikte tasarladığım İstanbul ve çevresine zaman ayıramamıştım. Bu yüzden bu yılın Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarının fırsat bulabildiğim günübirliklerini özellikle Marmara turları olarak İstanbul ve çevresine ayırdım. Programdaki sıraya göre gitseydim aslında bugün “Kadıköy Pendik Gittik Geldik” turunu yapmam gerekiyordu. Ancak huyum kurusun, plana uymayıp bir sonraki turu, “Kanatlı Pire Florya’da” gezintisini yapmaya karar verdim.
Maksat señorita Pire🚲’yi memnun etmek, gönlünü elverdiğince hoşnut tutmak olsun. Aslında şu kısacık sürede bile çok iyi uyum sağlamış bir çiftiz. Sürsem sevgilimi gün boyunca. Yani binsem üstüne, plansız, rotasız, gitsem bir yerlere. Buna bile ses çıkarmaz. Aramızdaki harmoni böyle bir şey işte.
Hava sabahtan bulutlu gibi görünüyor. Oysa meteoroloji İstanbul için aşırı sıcak ve aşırı nem alarmı vermişti. Yanılmış olmasına hiç üzülmedim tabii. Saat 10:45’de, Yenikapı Marmaray önüne geldiğimde güneşin yüzü görünmeye başladı. Neyse ki deniz tarafından gelen hafif bir esinti duyulabiliyor. Gün içerisinde çok rahatsız edici bir sıcaklık olmayacağı kesin.
Olsun diyorum, bugün çöl sıcağı da olsa, gök ortadan ikiye yarılıp dibi de delinse, rüzgâr ekilip fırtına biçilse de turuma çıkacağım. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın...
Gerçi test edilmiştir; bendeniz ve señorita Pire🚲 daha çok bulutlu havaları seviyoruz. Kimileri bu duruma kasvetli diyor. Belki öyle, ama yolların keyfi daha bir başka oluyor böyle havalarda. Maalesef ikimiz de yaz tutkunu değiliz. Sevmiyoruz güneşin alnında pedal çevirmeyi. Hani deniz tutkumuz olmasa inmeyeceğiz dağlardan, yaylalardan aşağıya. İyi ki çok güzel koylarımız, deniz banyosu yapabileceğimiz şahane kıyılarımız var da bu bunaltının derecesini kendi çapımızda azaltabiliyoruz.
Şimdi gelelim bugüne...
Yıllar var ki şu sahil yolunda deniz kıyısına kadar inip yürüyüşler yapmadım. Sadece o değil tabii. Çocukluğumun mütevazı kamp alanları Yeşilyurt, Yeşilköy’den başlar Menekşe ve Florya’ya kadar uzanırdı. Özellikle hafta sonlarında Hadımköylü Zehra teyzem ile İbrahim eniştemin elimden tutup getirdikleri ve hatta diğer anne tarafımın akrabalarının pek severek katıldığı ve yazları şen şakrak eğlenerek geçirdiği çadırlı kamp yerleşkeler bu güzel kumsalların üstündeydi.
“Lütfen gelin bizim buralara. Bir an önce toparlanın gelin. Kırk küsur yıl oldu neredeyse. Unuttun bizleri. Gelin.” Diye davetkâr bir ses uğulduyor kulaklarımda. Çağrı bununla da bitmiyor, devam ediyor: “Göreceksiniz, hem anılarınızı biriktireceksiniz, hem dinleneceksiniz. Kendimiz için de istiyoruz gelmenizi. Bir gelin, son halimizi görün. Bakalım beğenecek misiniz? Yoksa ‘Ah neydi o günler’ deyip yine nostalji yapmaya mı kalkışacaksınız?”
Bu nazikâne çağrı hiç reddedilir mi? Elbette uğramak, yeniden görmek, sımsıcak bir meram içinde merhabalaşmak istiyorum tüm çocukluğumu parça pürçük geçirdiğim semtler ile. İstanbul ki en hızlı değişen şehrim oldu hayatımda, ne çok şey yitirildi tam doyamadan, peşinden koşturmam imkânsızdı, yakalamak ise ne aklın ne ayakların harcıydı, o hep önden önden gitti, bense hep gerisinde kaldım, süratine yetişmem imkânsızdı. Öyle bir zaman geçti ki. İkimiz de farkına vardık. O çok yorulmuştu. Artık koşamıyordu. Takriben her tarafını beton sardığından koşturacak alanı pek kalmamıştı. E, benimse yakalama azmim durmamıştı, ve neredeyse yakalıyordum kendisini. Ancak büyük bir farkla. Ne yazık ki, o artık bildiğim eski şehir değildi. İkimiz de fiziksel olarak çok değişmiştik. Ama yine o benden bir adım daha öndeydi. Daha fazla yıpranmıştı. Zevk vermiyordu eskisi kadar. Sadece çevresel kimi zenginlikler ona birazcık nefes aldırabiliyordu. Mesela boğaz, mesela deniz, mesela trafiğin en az görüldüğü yerler... vesaire... vesaire...
Ama durun bakiiim... |
Acaba señorita Pire🚲’ye bahsetsem mi, yoksa kendisine sürpriz mi yapsam? Şimdilik bende kalsın deyip söylemekten vazgeçiyorum. Uf ya, ne muzır adamım. Ama bakın ben konuşmasam da fotoğraflarım kendiliğinden konuşuyor. Neyse daha fazla uzatmayayım yoksa ele verecek gibi görünüyor bu suretler...
Sahilden Langa-Davutpaşa’dan itibaren bisikletle gidilebilecek mükemmel bir hat var önümde. Yenikapı etkinlik alanını çepeçevre görme imkânım var. Burada bomboş bir etkinliğe katılmak ne tatlı bir hissiyat, ne hoş bir avantür. Kalabalıkalrı oldum bittim sevmem; böyle boşluklar, tamtakır hayat tam bana göre...
Bu yolun bizi Zeytinburnu, Bakırköy’e kadar şehir trafiğinin içine sokmadan götüreceğini umuyorum...
Yenikapı sahil şeridinde bisiklet yolundan ilerliyoruz. Saat tam öğle vakti. Güneş iyice kendisini göstermeye başladığından su ihtiyacını da karşılayacak şekilde mataraya çullanıyorum. Az ileride bir siluet var. Yaklaştıkça daha netleşiyor. Edebiyatımızın dev çınarının heykelini görür görmez hızla kendisine doğru pedal çevirmeye başlıyorum. Büyük tartışmalara sebep olan heykeli görünce duygulanmadan yapamıyorum.Böyle dedim diye señorita Pire🚲 çok gururlandı... Ama yalan değil biz ailecek edebiyata çok düşkünüzdür. Çok severiz. Kuru, ham, şam edebiyatla hısım akrabalık değil elbette. Dünya edebiyatı, toplumcu edebiyat bizim ruhumuza işlemiştir. Damarlarımızdan boşaltmak mümkün değildir o asil yaşam felsefemizi. E, ailenin yeni üyesi de bundan feyz almayacak da neden alacak acaba?
Aslında bu heykelin yeni yerini daha çok sevdim. Daha fazla yakışmış. Malum 1994 yılında heykeltıraş Metin Yurdanur’un yaptığı bu göz büyüleyici eser hem Avrasya Tüneli hem de Yenikapı etkinlik alanı inşaatlarından dolayı kazıların, molozların tam ortasında kalmıştı. Büyük bir gürültü koparmıştı sivil toplum örgütleri ile sanata, edebiyata duyarlı şahsiyetler. Tepkiler büyüyünce şimdiki yerine taşımak zorunda kalmışlardı. Evet, bu heykelin yeni yeri gerçekten güzel. Umarım aklı-bozuklar bir zarar vermez de ünlü yazarımız Anadolu’yu seyretmeye buradan devam eder.Galiba temennide bulunduğum gibi trafiğin içine girmeyeceğim. Ufukta kaldırım üstünden devam eden temiz bir bisiklet yolu görünüyor. Bu da Zeytinburnu, Bakırköy tarafı...
“Ne ballıyız dimi ama?”Doğrudur. Bakırköy’e yaklaştıkça bunu hissediyorum. Birçok değerli yol arkadaşlarımla bu semtte tanışmıştık. Yine Emel’in ağabeyinin ailesinin yolu da buradan geçtiği için bir zaman kesitinde pek çok ziyaretlerimiz bu semtten akıp gitmişti. Kızım bu semtin hastanesinde, Yaşar Hastanesi’nde doğmuştu.
Bugün bunlardan geriye hastanenin binası dışında hiçbiri kalmadı. Orada da en son aldığım habere göre doğum bölümünü kaldırmışlar. Yani o da tarih sayılır artık.
Ancak biri var... Neredeyse sayısını bile ağzıma alamayacağım kadar çok uzun yıllar geçmiş... Görünce beni, sevinir mi, fırça mı kayar, bilemiyorum, ama bugün onu mutlaka ziyaret edeceğim. İnsan yakınından geçer de çocukluk arkadaşına uğramaz mı?
İşte bu rüzgâr, o rüzgâr olmalı... Sanki farklı zamanlardan eser gibi...Üstgeçitten karşı caddeye geçeceğiz. Asansöre bakıyorum çalışıyor mu diye. Düğmeye basınca halatlar çalışmaya başlıyor. Mükemmel. Ooohhhh... Señorita Pire🚲’ciğimi sırtıma almaktan kurtuluyorum. Onca merdiven şimdi hiç çekilecek görünmüyor. Biraz fotoğraf çekiyorum sonra asansöre doğru yöneliyoruz. Kısmete bak. Neredeyse sabahtan beri doğru dürüst insan görmeyen ben, bir anda ayaklarımı yere sürtmüşüm gibi asansör kuyruğuna giriyoruz. Neyse millet birer ikişer çıkıyor. Hepsine yol veriyorum. En son kimseler kalmayınca biz iki romantik sevgili doluşuyoruz loş inerçıkarın içine.
Yukarıda aynı işlemi bu kez aşağıya ‘tırmanmak’ için sessizce tekrarlıyoruz.
Caddeye varınca İskele Caddesi’nden yukarı doğru pedallamaya başlıyorum. Önce Asmalı Sakız Sokak’ı, sonra sırasıyla Küçük Yalı Sokak’ı, Rüya Sokak’ı, Berrin Çini Sokak’ı teker teker atlayarak İstanbul Caddesi’ne ulaşıyorum. Buradan sağa ve sonra ilk sola dönerek gözüme daha tenha görünen Mektep Arkası Sokağına sapıyorum. Ancak tenha dediğim sokak, uluorta metro inşaatından dolayı daralmış ve bisiklet sürmenin olanağı yok. Bakırköy tam anlamıyla inşaat sahasına dönüşmüş durumda. General Şükrü Kanatlı caddesine dönünce biraz rahatlama hissediyorum. Zaten buradan da Kartaltepe Caddesi’ne dönecek ve Şanlı Asker Sokak’a kadar ilerleyişimi sürdüreceğim. Yolumun üzerinde bir ıvır zıvır malzeme satan dükkâna rastlayınca gözlerim birden parıldıyor. Gözbebeklerimin içinde bagaj lastiklerini görmeye başlıyorum. Pire🚲’yi bir ağaç altında gölgelik kaldırımın kenarına park ediyor ve mağazaya girip almak istediğim malzemenin var olup olmadığını soruyorum. Billuriyenin loş ışıklı alt katına gönderiyor beni dükkân sahibi. Drakula’nın merdivenlerinden iniyorum. Her yer cıvıkçı çarşısı gibi. Neyse ki fazla zorlanmadan keşfediyorum. Oradaymışlar. Pire🚲 yukarıda ben aşağıda, aradığım lastiklerden buluyor üç adet kapıyorum. İçerisi felaket sıcak. Ne klima var ne bir vantilatör. Şıpır şıpır ter damlıyor yanaklarımdan. Parayı çıkartıp alışverişi tamamlayana kadar sanırım bir litre su kaybına uğramış olacağım. Dışarı çıkar çıkmaz dayanıyorum suya tabii.
Çantalardan birini Pire🚲’nin bagajına yüklüyorum. Sırtımdaki ağırlık birden 1/2 oranında azalıyor.
Birazdan kendisini yıllardır göremediğim Yüksel kardeşimle bir kavuşma anı yaşayacağız. Sessizce Özlem Çiftliği’nin önüne park ediyorum. Gözümde güneş gözlükleri, kafamda Cratoni tası, beni tanıması mümkün değil. Belki sesimden çıkartabilir. İçeri girip, “Kardeş bir kilo rakı tartar mısın?” diye vokal bir istekte bulunacağım. İki kişi sırtı dönük bir malzeme alışverişi içindeler. Yok, bu Yüksel değil! Gençten olanı arkasını dönüp bana “Buyurun hoş geldiniz,” deyince, nutkum çevriliyor, “Yüksel yok mu?” diye soruyorum.
Maalesef izin yapıyormuş eski dostum. Görüşmek, kavuşmak kısmet olmuyor. Ama bugüne kadar hiç görmediğim oğlu ile tanışma fırsatını buluyorum. Gençle beraber biraz oradan buradan, eskilerden filan laflıyoruz. (Umarım bol bol kulaklarını çınlatmışızdır arkadaşımın.) Artık bir başka sefere diyor, ve elbette esnaf kısmını fazlaca meşgul etmeden yoluma devam etmek için izin istiyorum Burak kardeşimden. Sağ olsun bana hem çay ısmarlıyor hem de giderayak buz gibi su veriyor.
Bu kısa dinlence bana dünyaları geri taşıdı desem...
Sesler nedense hep geçmişten geliyor. Nedendir bilemeyeceğim ama, fiziksel bir gerçeklik olmalı diye düşünmüşümdür hep. Hoşuma gider bu tür sesler. Tıpkı kokular, görüntüler benzeri. İşte señorita Pire🚲’min ön koltuğunda oturmuş seyahat ediyorum. Sanki zaman, şahıslar, nesneler, olaylar, ne varsa yüzüme çarpıyor. Çarpar çarpmaz da geçmiş zaman oluyor. Ve ben buna her seferinde “an” diyorum.
Aslında “şimdi” hiç yok belki de. Yalnızca “Geçmiş” ve “Gelecek” var. Bir de onları ayırdığını düşündüğüm ama aslında onları birleştiren, düşünüldükçe daha da incelen bir çizgi var. Yani, şu iki harflik çizgi: “An”.
Bakın şimdi bile heyecanlanıyorum. Mazideki hayatları, özgün karakterleri şurada, şurada düşünüyorum da ondan. Hatta görüyorum. Sizi evde, bahçede, deniz kıyısında, kamp alanında gezinirken, masaları kurmuş bir tarafta günün en değerli oltasından çıkartılmış balıkları kızartırken diğer taraftan rakıları içerken düşününce heyecanlanıyorum inanın. Ben, tabii, yaşım müsait olmadığından rakınızın tadına bakamıyorum, Çamlıca gazozu neyime yetmemiş, bir dikişte tüketiyorum kaç şişeyse artık.
Maalesef Bakırköy’den Ayastefanos Feneri’ne kadar bisiklet yolu sınırlı. Daha doğrusu kâh asfalt yoldan, kâh kaldırım üstünden gidiyorum. Hava iyice ısınıyor. Asfalt ısınıyor. Saatim öğleden sonra üçe yaklaşıyor.
Sahil You Caddesi’nde ilerlerken abidemsi Polat Rönesans Otelin önünden geçiyoruz; onu geçer geçmez Fener Caddesi ile Yeşilköy-İstanbul Caddesi’nin kesiştiği köşedeki küçük ama bakımlı Olimpiyat Parkı’na giriyor, su molası veriyoruz.
Yanı başımdaki yaşlı teyze pek meraklı:
“Evladım ne yapıyorsun sen?”
“Hiiiç, teyze. Fotoğraf çekiyorum.”
“Ağaçları mı?”
“Hee. Ağaçları, otları, oturakları... Seni de çekeyim mi, ister misin?”
“Yoooook... İstemem...”
Evet, insanlar farklı. Onlar asla bırakılıp gidilemez. Kafasını öte yana çevirip söylenmeye başlasa bile...
Buradan Atatürk Ormanı’na doğru çıkıyorum. Yine burada aklımı çeşit çeşit düşünceler çalıyor. Metin Oktay Tesisleri’ne gidip Galatasaray’ımı şöyle bir ziyaret etsem mi mesela?? Ya da Atatürk Ormanı’na girip şöyle baştan aşağıya dolaşsam mı, misal yani?? Veyahut Mehmet dedemin doğramalarını yaptığı Atatürk’ün Köşkü’nü ziyaret mi etsem acep, hani örnek olsun diye?? Ama o vakit Yenikapı’da kendimce planladığım, ve hatta tüm 23,5 kilometrecik yol güzergâhı boyunca señorita Pire🚲’den dahi sakladığım ‘cin fikirli’ rotasyonu uygulamaktan şıppadak vazgeçiyorum anlamına gelir ki, bunu sevgili velespitimin kulağına üflememin tam sırası...
İşte günün sürprizi!!!
Ve daha doğrusu son bir karar an’ı...
Ya burada az önceki paragrafta istem dışı söylediklerimi yapmaya kalkışacağım ve yemeğimi yiyip, çayımı içip gerisin geriye döneceğim...
Ya da...
Hiç bunlara bakmadan Küçük Çekmece Gölü’ne nazır, Menekşe sahil boyunca bisiklet yolundan ayrılmayıp Avcılar İDO’ya kadar gideceğim. Oradan deniz otobüsüyle karşı kıyıya, Bostancı’ya geçecek, geceyi ‘doğduğum yer’, Kazasker’de geçirecek ve ertesi günü señorita Pire🚲 ile “Kadıköy-Pendik Gittik Geldik” turumuzu gerçekleştirmek üzere yollara döküleceğim. Bu arada birkaç eski dostumu da ziyaret etme olanağını bulabileceğim.
Plan bu...
Señorita Pire🚲 sessizliğini koruyor. İşaret parmağımla GPS üzerinde gösterdiğim rota aklını biraz oynatmış durumda. “E, madem böyle bir teklifin var, Bakırköy’e geri dönelim oradan geçeriz karşıya.”
Seviyorum bu kızın muhalifliğini. Bayılıyorum kendisine şahsen. Aynen ben. Onun için kızamıyorum ona. Aklına esen herhangi bir zamanda illa bir muhalif rota ile çıkış yapıp, yol haritamızı süsleyecek.
Belki haklı; ama buraya kadar gelmişiz, Avcılar İDO taş çatlasa 7-8 km. Hem bakalım buranın yollarını da yapmışlar mı bizim için? Diyorum ve Pire🚲’yi ikna ediyorum.
Atatürk Ormanı’nın önünden geçen Valilik Yolu Caddesi’nden Çekmece İstanbul Caddesi’ne sapıyoruz. Bu güzergâhta gene asfalt yoldan gideceğiz. Yol kimi yerde iyice daralıyor. Araçlar sıkıştırıp duruyor. Ha, sanki kornaya basınca problem çözülüyor. Az sabredin kardeşim. İleride yol genişleyince geçersiniz. Pire🚲’yi ter basıyor. Benim terimse pedal basmaktan. Yol kenarında bir parkı görür görmez dalıyoruz içine. Biz araçlardan, araçlar da bizden kurtulduğumuzun mutluluk resmini çiziyoruz Abidin Dino’ya inat...Bu arada bir balıkçıyı görüyorum. Ustayı çekmeye niyetliyim. Aha! O da nesi, ben tam pozumu yakalamışım, aynı herifçioğulları kadraja girmesin mi! Elimle işaret ediyorum, az bekleyin diye. Ama yok. Armudun iyisini yemiş adam laftan ne anlar? Sanki ben onlara gidin olta emekçisiyle muhabbet edin dedim. İşgüzarlık işte. Gidip adama ne tuttuğunu soruyorlar. Sana ne kardeşim! Varsa merakın git al bir olta, otur sende bir kıyıcığa, tut balığını. Koca sahilde sana yer mi yok. Sana ne elalemin ne tuttuğundan. Adamın belki postal merakı var. Balık yerine başka bir şey tutuyor olamaz mı yani?
Neyse ki balıklar hakkında atıp tuttukları müzakereleri fazla uzun sürmüyor ve kadrajdan kurtuluyorlar. Ama bu kez de balıkçıyı tam çekeceğim, fotoğrafın doğası bozuluyor, adamla burun buruna karşı karşıya geliyoruz. Şirin bir durum yani...
“Ya, pardon,” diyorum, “resminizi çektim ama kötü bir niyetim yok valla. Dayanamıyorum bir olta emekçisini görünce.”
“Nasıl istersen.”
İşte bu kadar kısa, bu kadar net bir cevap.
Teşekkür edip ayrılıyorum yanından.
Yaklaşık üç kilometre sonra geniş Avcılar yöresinin Büyükşehir Belediyesi Parkı’na giriş yapıyorum. Akabinde Avcılar Sahil Parkı’na ulaşan muazzam bisiklet yolundan ayrılmadan güzergâhım üzerinde seyrediyorum... Avcılar İDO’ya ulaşmak için 3,5 kilometre daha gitmem gerekiyor...
Nihayet varıyorum İDO’ya... Amanıııın! O da nesi! İskele kapalı. Meğer Bostancı’ya günde sadece bir sefer kalkıyormuş, o da saat 17:45’de. Yani kıl payı kaçırıyorum. Tüh! Şansımın içine tükürüyorum. Şimdi şu emmi ayaküstü uzun lafa tutmasaydı yakalamıştım vapurumu. Yok, yok adamın kabahati ne! Biz de az buz oyalanmıyoruz yollarda. Pire🚲 her zamanki gibi yine haklı çıktı. Sakal bıraksa yeridir.
Yapacak bir şey yok buradan gerisin geriye Bakırköy’e... Belki bu fikir baştan kötüydü deyip daha mütenasip bir güne erteleyebiliriz de... Yani o zaman varış noktamızı tekrar Yenikapı’ya yapabiliriz... Pire🚲’ye bakıyorum, hani bacakları olsa ikiye çoktan ayrılmıştı. Yorgunluktan bitap düşmüş, şimdi bir de 30 km geri gitmek ha! Vay canına! “Olsun, yollarda olmak güzel.” Diyor, ama, “Şu yeni tura birkaç gün sonra baksak ya!” diye de eklemeden yapamıyor.
Anlaşıyoruz... İstikametimiz Yenikapı Marmaray...
Çevredeki çay bahçeleri ful çekmiş, keyifler gırnata gibi. Ama içlerinde mahzun bakışlı yalnızları oynayan kimseler de yok değil. Üstelik bunların sayısı topluca keyif çıkartanlardan daha fazla. Ellerinde çay bardakları tek başlarına kös kös oturuyorlar. Kimi sigara tüttürüyor, kimi kitap okuyor görünüyor, ama aslında etrafı kesiyor. Her halinden belli.
Ey, çay bahçesini öyküleyen yalnız insanlar, yanınızdan geçip gidiyoruz, haberiniz yok. Yanınızdan geçip gidenlerden hiçbirinizin haberi yok. Pire🚲’yle benim yörüngemde, sizlerle karşılaşmak umudu var. Kim bilir, birden eli öpülesi bir rastlantı biter, belki çantanız açılır, kâğıtlarınız dökülür suya, biz, ben ve Pire🚲, toplarız, hemen verip gitmek ayıp kaçacaktır, şuradaki tabureye biraz oturulur, bazı mecburiyetlere şükran sunulur, adınız malum ne Şükrü’dür, ne de Şükran, gözlerimiz gözlerinizle tanışır, falanlar filanlara hamiledir... Sizin bunlardan haberiniz yoktur.
Zabıtaya ihtiyaç var. Yoksa trafik polisi mi karışır bilemiyorum ama bisiklet yolu diye bir şey yok bu şehirde. Yoksa ben de mi aralarına katılıp yürüsem?
Neme lazım? Bu yolun hakkı bizim. Öyleyse size çın-çın!!! Az açılın bakiiim... Kaçılın, kaçılın, velespitli geliyor. İyi ki benden başka bisikletli kardeşlerim de var. Onlar yolu açıyor, arkadan ben dalıyorum...
Geçmiş banliyö trenlerini mazimde bırakıyorum... Kondüktörleri bırakıyorum... Florya’yı, Yeşilköy’ü, Yeşilyurt’u bırakıyorum... Bakırköy’ü, Zeytinburnu’nu bırakıyorum... Kendi aksak ritmine.
Geceye yıldızlar karışıyor. Hava bulutlu olduğundan saat 20:30 gibi hava iyice kararıyor. Yedikule Sahili ile Narlıkapı arasında pedallıyorum... Bisiklet yolunda arıza yok. Işıl ışıl her taraf. İnatla ne ön farımı, ne arka farımı kullanıyorum. Kocamustafapaşa Parkı’nın görünmeyen gözünü gören sahil park içi yolunda ilerliyorum. Mangalcılar burada da var. Sabah akşam mangal!!!
İyi ki bu dünyada masum minnoşlar var... Bütün insansı canavarlıkların kederini siliveriyor bir anda. Pire🚲’yi pek sevmiş olmalı. Elim kadar bir şey. Yapışıyor arka tekerleğe. Jantlara tutunup yukarı çıkmak istiyor. Bakıyor ki beceremeyecek, bisikletin çevresinde dört tur atıyor. Sonra pedalların üstüne. Olmadı ön tekerleğe. Sonra pes ediyor. Ben termosumda kalan son çayımı yudumlarken o da yayılıyor ayaklarımın dibine. Kendisine bisküvi veriyorum, afiyetle yalanıyor.
Karşımızdaki bankta, pişmanlıkları saçlarını kırlayan adam tuhaf tuhaf bakıyor bizden yana.
Göziçimize...
Enteresan bir turnenin daha sonuna geliyoruz. Ben ayaklanınca minnoş da ayaklanıyor. Beni de al götür dercesine bakışları var. Olmaz der gibi vedalaşıyoruz serinkanlılıkla. Senin yerin özgür parklar, bizimse yerimiz özgür yollar...
Bugünkü Florya Turundan Enstantaneler |
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Rota: Florya & Avcılar Turu
Tur Tarihi: 09.08.2017;
Çarşamba
ROTA: Yenikapı >> Yedikule >> Zeytinburnu >> Bakırköy >> Yeşilköy >> Florya >> Küçükçekmece >> Avcılar İDO >> Yenikapı (D)
Güzergâh Seyri: Yenikapı Marmaray >> Yenikapı Etkinlik Meydanı >> Kocamustafapaşa Parkı >> Kazlıçeşme Sahil Parkı >> Aytekin Kotil Parkı >> Bakırköy İDO >> İskele Caddesi >> Mektep Arkası Sokak >> Kartaltepe Caddesi >> Şanlı Asker Sokak >> Rauf Orbay Caddesi >> Yeşilyurt >> Fener Caddesi >> Ayastefenos Feneri >> Park İçi Bisiklet Yolu >> Yeşilköy >> Kordonboyu Sokak >> İstanbul Akvaryum >> Florya >> Florya Sahil Parkı >> Florya Atatürk Ormanı >> Çekmece İstanbul Caddesi >> Menekşe >> Menekşe Sahil Park İçi Bisiklet Yolu >> Avcılar Sahil Parkı >> Avcılar İDO >> Yenikapı (D)...
Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları
Toplam Tur Mesafesi: 110 km
Toplam Bisiklet Mesafesi: 62 km
Toplam Araç Mesafesi: 48 km
Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs
Toplam Tur Zamanı: 14 saat & 15 dakika (09:30~22:45)
Toplam Bisiklet Zamanı: 6 saat
Hava Sıcaklığı: 26 °C
Ortalama Hız: 14,19 km
Maksimum Hız: 28,36 km
YAPILAN
HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 5,20 TL
Konaklama: 0,00 TL
Yeme-içme: 4,80 TL
Diğer: 10,00 TL
Toplam Masraf: 20,00 TL
***…***
(*) Önceki
Makale: Korular İçinde 1 Pire🚲
(*) Sonraki Makale: Garipçe’de Garip Bir Pire🚲
Bir sonraki “Garipçe Köyü” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Bisiklet
***…***
[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ]
>>> [iÇERİKdİZİNİ]
***…***