Rüyalarımı Besleyen Velespitim Tur Kapısında

 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/050

Esinti Tarihi: Pazartesi, 10/07/2017 

ÜTOPYA... Sırrı olmayan bir şeyin çekiciliği de yoktur... Aslında ben hiç bir şey bilmiyorum... Hayal kurmak her şeydir... 

Daha önceleri onunla karşılaşıyor muydum, yoksa karşılaşmıyor muydum? Bilmiyorum. Şöyle atletik bir çiftteker, kaşları kalkık, burnu al, sanki her gün koşuya hazır gibi. Yürüyüşü de bir tuhaf, başkasını ayakta tutar gibi yürüyor, adımlarını böyle yan yan atıyor. 

Hangi evden çıkar, hangi sokaklardan geçer, hangi köşeleri döner, bu sokağa gelir, hiç bilmem. Her gün bu saatte hangi tura yetişmek için bir kedi çevikliğinde tıslayarak yanımdan geçer, bilmem. Bildiğim bir şey varsa o rengârenk boyanmış merdiven basamaklarının dibindeki sokağa girdiğimde, az sonra bu velespitle karşılaşacağımdır... Bazen adımlarımı cayarım, “On üç adım sonra o bisiklet köşeden çıkacak” derim, kendimle bahse tutuşurum, bazen kazanırım, bazen yitiririm. Ama atletik çiftteker mutlaka o köşeden çıkar, yanımdan geçip gider. 

Ne yapayım, işte geldim gidiyorum, en bol gördüğümden, artık uzatmalara geçtiğimi düşündüğüm şu ana kadar, varlığımın bireysellik karmaşasını gidermek için icat edilmiş en değerli gerçeklik boyutu, yani zamanla ilgili, mekânla ilgili, daha doğrusu zamanlamayla, zamanı verimli kullanmayla, ne bileyim, yerleşmeyle, yerleşik düzenden sıyrılıp dumanı üstünde, yepisyeni yerleri keşfetmeyle ilgili yapısal, organik problemlerimi aşamadım. Sadece kendi inisiyatifimde olan kısmıyla değil, dışımda gelişen yönleriyle de hep bir zaman ve mekân derdim var. 

Benimki, milyonlarca insanın yakındığı, temel ve genel, kendine ayıracak zaman ve kafasını sokacağı bir barınak bulamamayla ilgili değil. Aslında kişisel zaman yaratmakta ve kafam her estiğinde bir yerlere göç etmeyi bağdaştırmakta hem mahir hem şanslıyım da, hiçbir fırsatı boşa harcamadan her anıyla “üretime tahvil etme” noktasında, daha doğrusu ıvır zıvırı ayıklayıp anlamlı işler dışındakileri tasfiyeye, feci ayak sürçüyorum. 

Yıllardır rahat uyuyamıyorum. Yok, doğrusu rahat uyuyorum da gecelerime ziyaretçi olan düşlerime arkamı dönüp yatamıyorum. İlla görülecek o rüya. Sonra sabah oluyor. Rüyamın gerçekliğini sorguluyorum. Bilhassa kafamın içinde gelişigüzel kurguluyorum. Derken kendimi apansız hayal dünyasının içinde kulaç atarken buluyorum. “Yaratım sancıları uzun sürdü, çok araştırdım, yeni bir şey söylemek için kafa yordum, tasarlamak mirim, kurmak...” Hadi len! Geçmişin derinliklerindeki gibi planlama yok artık bende. Emekli ettim kendimi. Plansız yaşamak da ne model şeymiş tadına varayım dedim. Oh ne ala! Günü dilimlere ayırma, disiplin, düzen, çalışma sistemi hak getire. Dağınıklık ve hımbıllık. 

Hepsi bu! Nicedir Lafargue’ın “Tembellik Hakkı”nı başucu kitabım yaptım. E, adamın bunu durup dururken yayınlamasının bir hikmeti vardır elbet! 

Neyse böyle kendimi iğnelemekle başlayıp, bununla birleşen şu dışımdaki zaman ve mekân çakışmaları problemlerim nedeniyle, sıkça ertelediğimden yakınmaya başladığım ‘velespitle turne’ programımı sürekli değiştirmek durumunda kalabileceğimi haber verecek, bir de yakın çevremin benden beklediği kimi “istisnai prodüksiyonu” neden süründürüp durduğumu yanıtlayacaktım ki, “zaman” ve “mekân” kullanımı, başka bir bağlama oturdu yazmaya giriştiğimde. 

Gariptir ama hepimiz bilinçli tüketici olmaya çalışıyoruz ya. Kazıklanmayaca-ğız, paramızla alınabilecek en iyisini alacağız ya. Bu amaçla hayatımızın en gerzek durumlarına düşüyoruz bazen. 

Mevzubahis turnelere çıkartacağım velespitin en iyisini seçme meselesi olunca iş daha da karmaşıklaşıyor çünkü. İyi de bir manava gidip almayacağım ki ben bu aleti. Şimdi manavda sebze meyve seçenlere dikkat edin. Herkes kavun karpuzu şöyle bir atıp tutup tok toklamıyor mu? Niye? Ben mesela ‘normal’ hayata ve hayati meselelere komple muhalif bakan biri olarak hiç anlamadım niye illa tok bir sesi işitmem gerektiğini. Ben gerçekten bilmiyorum niye öyle yapıldığını? Tok tok diye bir ses çıkınca iyi de, tak tak veyahut şak şak diye çıkarsa bozuk karpuz mu? Bence çoğu ‘harcıâlem’ insan türü tam olarak bilmiyor ama âdettendir diye ellemeye devam ediyor. 

Tamam, kabul. Ellemek bir sanattır. Kabiliyettir, marifettir. Adab-ı muaşerettendir. Elleyerek, yoklayarak, yakın, sıcak bir temas kurarak satın alınacak ürünle ilk flört gerçekleştirilmiş olur. 

Ama gelgelelim, aynı şekilde, mesela bisikletleri, iyi ve kaliteli olup olmadığını ilk elden inceleyerek nasıl anlayacağım ki? Şöyle bir dokunsam nasıl bir sesle reaksiyon gösterecek? İç dünyasını göremiyorum, görsem de bir şey anlamam mümkün değil. Geriye tek seçenek kalıyor, pedallarına basıp sürmeye başlamak. 

Evlerde kullandığımız çoğu motor aksamlı beyaz eşyaların, TV, buzdolabı, bulaşık makinesi, mikrodalga fırın, hepsi ama hepsi bilaistisna motor kapağının açılıp kapatılmasının kurbanıdır. Alışveriş sırasında, eşyaların kapağı üç beş defa açılır, kapatılır. Sanki o paraya değip değmediği bu şekilde anlaşılır. 

Normal’ türün alışveriş kültürü... 

İyi de ben şimdi satın alacağım velespitin vites kutusunu dağıtsam mağazanın ortasında nasıl bir tablo oluşur acaba? Ya da tekerlerini söküp “Mümkünse bir de elimle çevirip görmek istiyorum abi,” desem mağazanın dışında bulur muyum kendimi? Yani mesele ‘mümkünse’ ile başlayan tümceyi yapmaya eğildiğim eylemle birleşik kullanmaya başlarsam... Ne yani, çok mu bize çocukluğumuzun çemberini çevirmek hayali; elimize böyle bir fırsat geçmişken! 

Onun için ben yetkili bisiklet bayisinin sahibi olsam şunu yapardım. Özel programları, sağlamlığı falan boş ver. Ama dış görüntü taş gibi olsun! Zincir çevrilir, tekerleklerin dönmesi sağlanırken, uzay gemilerinin içindeki kapılar gibi "trınktşşş" diye bir ses çıkarsın, ışıklar yanıp sönsün, tüketici etkilensin. Gerisi valla mühim değil... 

Şaka bir tarafa satın alınacak velespitin seçimi çok mühim bir meseledir. Hele öyle uzak yollarını düşleyenler için elzemdir, elzem. Çünkü tur bisikletçiliği hemen her cins bisikletle yapılabilir olsa da en uygunu gerçek bir tur bisikletidir. 

Bisiklet sürmeyi ezelden beri çok seviyorum, tamam. Hatta gençlikten olgunluğa geçiş mertebesinde ilk bisikletimi seçerken gittim bir yol bisikleti aldım. Herkes tutturdu: “Abi, keşke dağ bisikleti alsaydın!” Ulan İstanbul’un göbeğinde dağ bisikletini ne yapayım. Dağa çıkmak için dağlara kavuşmak lazım. Benim bildiğim en yüksek dağ, Kayışdağ. E, oraya da bisikletim sırtımda çıkarım, ne dağ bisikleti! Neyse, “Ben önce şöyle şehri bir kolaçan edercesine bildiğim gibi turlayayım da,” diye salladım, savuşturmak için. Sonra popomdaki kurtlar kaynamaya başladı, İstanbul’dan kalktım, önce Trakya’ya sonra da güneyin incisine göç ettim. Bu bisikletle o uzun Konyaaltı sahilinde pedalladım, ikinci işime, spor salonuna, gidip geldim, fırsat bulduğumda Lara sahili, Belek ormanları kesmedi, önce Kepez tepesine, sonra Silyon’a, sonra da Beydağlarına çıktım. Ama bir süre sonra bu rotalar bana dar gelmeye başladı. Hafta sonu geldi mi, birkaç günlük ve daha uzun turlara çıkmaya başladım. Olympos’ta Chimera’yı da zapt edecektim ki... Dediler, Tanrılar müsaade etmez. Olsun, tırmansaydım keşke, n’olacak ki? 

Ve tüm bu sürüşler sırasında şunu daha şiddetli fark ettim ki: Bisikletimin emektar teknik donanımı ona verdiğim falaka, Filistin askısı, elektrik gibi işkence metotlarıyla şok geçiriyordu adeta. Dayanamıyordu tabii. 

Hem sonra çocukları bindirmek isterken onları nereye oturtacak, ya da hafta sonu turunda çantalarımı nereye koyacaktım? Tabii ki sırtımda taşıyacak halim yoktu. Acaba evlatlarımı ve çantalarımı ben değil de bisikletimiz taşıyabilir miydi? Peki, yola çıktım, yolda sağanak bastırdı. Yağan yağmurda popomu, kıyafetlerimi sıçrayan çamurdan nasıl koruyabilirdim? Evet, umumiyetle asfalt yoldan ayrılmıyordum, ya da ne bileyim mümkünse kaliteli yollarda kullanıyordum. Ancak bazen mıcırlı, toprak yollara girmek eğilimi de doğuyordu. Muradıma ermem lazım ya. Acaba ihtiyacım olan traktör lastiği gibi bir lastik miydi? Çocukken teyzemin Hadımköy’ünde görürdüm. Çiftçi koca balçığın içinde nasıl da sürerdi traktörünü. Sadece bu değil tabi. Her sürüş sırasında kollarım, boynum, sırtım ve başka yerlerim asla tutulmamalıydı. Popom yamyassı olmamalı, acımamalıydı. Gerektiğinde gece sürüşlerinde ışıksız kalmamalıydım. Yola çıktım sürekli vites ayarı mı yapmam gerekliydi? Lastiğim patlamadan, zincirim atmadan ya da cırt diye kopmadan bir turu bitiremeyecek miydim, ey tanrım? Sürekli bakım gerektirmeyen, sağlam lastikler, temiz bir vites ve aktarım sistemi olsa, yol daha zevkli olmaz mıydı? Her yerime bulaşan zincir yağından galiba kurtuluş yoktu. Hele bir de şu ön arka fren ayarlarına zırt pırt dokunmasaydım ya. Fazla sıkmadan kontrol edebileceğim bir fren sistemi olsa ne iyi olurdu... 

O günlerin ve sonrasında oluşan şartları gözettiğimde nispeten daha bir tecrübe edinmiş sayıyorum kendimi. Sanmayın kafama saksı düştü de ben kurtuluşu buldum. Bizleri düşünerek bisiklet imalatını devamlı geliştiren bisiklet dünyasının gözde markalarına teşekkür etmek lazım. Bu firmalardan öğrendiğimiz kadarıyla bir tur bisikletini diğer bisikletlerden ayıran en önemli temel farkı meğer kadro geometrisiymiş. Pes! Bunu öğrenmem için 40 yıl bisiklet kullanmam gerekiyormuş meğerse. 

Artık böylelikle temelde şuna dikkat ediyorum: Eğer hayalimde dünya turu yapmak varsa, uzun yola çıkacağım velespitimde olabilecek en az parçanın olması ve bisikletimin tüm parçalarının yolda tarafımdan ya da herhangi bir bisiklet tamircisi tarafından daha beter bozmadan kolayca tamir edilebiliyor olması gerekiyor. Gerçi, ne yalan söyleyeyim, ben hâlâ teknik arızalar konusunda son derece beceriksiz biriyimdir. İyi kötü lastik değiştiririm, ama hepi topu o kadar. 

Araştırdım, göbekten vites sistemleri, amortisörler, hidrolik frenler uzun yol için hiç uygun görünmüyor. Kolay kolay arıza yapmıyorlarmış, ama bir de yaptılar mı berbat anlamda başıma dert olabilirlermiş. Otomatik vites binek otomobillerin yolda kalması gibi bir durum. 

Evet, dalga geçilecek bir konu değil. Bisiklet sadece üstünde adamını ve onun özel eşyalarını taşıyan sadık çiftteker değildir. Sayısal ve nitelikli programıma uyacaksam, beni bir yerden alıp bir başka yere sorunsuz götürürken güvenliğimi ve konforumu sağlayacak şekilde çalışır aksama ve ekipmana da sahip olmalıdır velespitim. 

Bir tur bisikleti alacağım dağ bisikleti ya da şehir bisikleti değil; ama bu velespit bir dağ bisikleti kadar dayanıklı, yarış bisikletleri gibi sağlam (rigid) kadrolu, kuvvetli tekerlekleri olan, en az bir, istersem çift sağlam bagaj taşıyıcılı, kaliteli ve dayanıklı yedek parçalara sahip, sürüş halindeyken kolay idare edilebilen bir gidona ve sele bakımından rahat bir oturma pozisyonuna sahip olmalıdır. 

Uzun yolda sorun yaşamak istemem. Bu yüzden bisiklet tercihi konusu epeyce önemli hatta velespit turnelerimin başat maddesidir. Bununla ilgili bilgi edinmek için o kadar çok marka arasında dolaşıyorum ki. 

Sanıyorum kararımı iki yönlü vereceğim. Birincisi, gerçekten edinmek istediğim tur bisikleti nispeten pahalı ama dünya turuna çıkacaksam eğer mutlaka bu, ‘o olmalı’ dedirtecek cinsten. Markanın adını burada henüz vermeyeceğim. Aldığım zaman ekleyeceğim. 

İkincisi, bu yukarıdaki bisikletten önce, ekonomik, bir başka tur bisikleti almayı planlıyorum. Ve ilk işim bunu 2017 baharına kadar kullanıp yollarda iyice tecrübe edinmek, kondisyonumu geliştirmek istiyorum. Çünkü gerek Türkiye yolculuklarım gerek Dünya Turu projelerim acayip çok yönlü. Amma velakin velespit üstünde ‘Türkiye’ gezilerim tamam da, daha önce de sayısız defa belirttiğim gibi ille de bisikletle ‘Dünya Turu’ yapacağım diyemiyorum. Dolayısıyla yarını kesinleşmeyen akıl oynatacak pahalılıkta mekanik bir demirbaşa şimdiden yatırım yapmayı pek akılcı bulmuyorum. 

Tabi gidip de komşu süpermarketten herhangi bir bisiklet alacak halim de yok. Bunu yapanların nice çektiğini okuyor, duyuyorum. Alacağım bisiklet yine ‘0’ kilometre, yetkili bir bayiden, bilindik iyi bir markanın ürünü olacaktır. 

Her iki koşulda da teknik donanım konusuna burada detaylarıyla girmeyeceğim. Her bisikletin kendine özgün özellikleri olduğuna göre ancak sahiplendiğim bir şey hakkında ahkâm kesebilirim. Gerisi laf-ı güzaftan öteye gitmez. 

Ancak kısaca şu bilgileri özetle aktarabilirim: 

Almayı düşündüğüm ‘tur bisikleti’, bedensel omurgama uygun kadro geometrisi ile arazide, asfaltta, her türlü yol tipinde uzun süre pedallama konforu sağlayacak, dayanıklı kadroya sahip olacak bir velespit olacaktır. Bisikletin kadrosu ön (gerek duyarsam) ve arka bagaj taşıyıcılar düşünülerek tasarlanmış olmalı. Eminim üretici firma bagaj taşıyıcıların kadroya monte edildiği vida mıntıkalarını daha mukavemetli hale getirmiştir. Ayağın monte edildiği yer çok sağlam olmalıdır. (Sanırım daha hafif kadrolar zarar görebilir.) Kadro geometrisi sayesinde yüklediğim ağırlık arttıkça daha iyi performans elde edebileceğim aşikârdır. 

Tur bisikletinde kadro malzemesi olarak alüminyum, çelik veya titanyum tercih ediliyor. Malzeme sadece bisikletçinin ağırlığına dayanıyor diye karbon fiber pek kullanılmıyor. Kullanılırsa tamir edilmesi imkânsız ve tur şartlarına dayanıksız olacağını bas bas bağırıyor yetkili satıcılar. Dinlemek lazım adamları. Yükle farklı arazi tiplerinde kullanıldığında çatlamaya da yatkınmış. Çatlaklar ise genellikle içerden başlıyor, farkına varılsa bile tamiri mümkün olmuyormuş. Metal çatlaklar ise yüzeyden görülebilir, yavaş ilerler ve görünce hemen müdahale edilebilir. 

Belki ilk ciddi uzun yol tur bisikletim için en iyi seçenek kolay bulunabilirliği ve fiyat açısından tavsiye edilen en uygun alaşımlı alüminyum kadroya sahip olanı olacaktır. Bakalım, göreceğiz. 

Dayanıklı bir kadronun yanında şu elemanlara da itinayla dikkat edilmesi gerektiğini söylemeliyim:

 

·        Uygun geometri

·        Amortisör/maşa

·        Çekiş sistemi

·        Dayanıklı tekerlekler & Jantlar

·        Güvenilir ve az bakım isteyen bir vites sistemi

·        Güçlü ve iyi kontrol edilebilen fren sistemi

·        Sinirlere zarar vermeyen kelebek/tur gidonu

·        Sele seçimi

·        Çok dayanıklı bagaj taşıyıcıları

·        Güçlü bir aydınlatma sistemi; Farlar

·        Park ayaklığı

·        Çamurluk

·        Diğer 

***…*** 

Bu elemanları en iyi derecede karşılayan velespitimle artık uzun yola çıkabilir miyim? Uzak diyarlar benim için yakınlaşırlar mı? 

Pek tabii... Ama o da nesi, üst düzey yardımsever bir el ojeli parmaklarına takılı naçar malzemeleri uzatıyor, sırıtıyor, “Bunları unuttun!” diyor. Heyecandan herhalde. Hafifçe gülümsüyorum. Bana uzatılan kaskımı ve eldivenlerimi alıyorum. Yolda bunlara ihtiyacım olacak. Kullanmadan olmaz. 

Dikkatli git.” Bir sürücünün arkasından söylenen, geleneksel ‘iyi yolculuklar’ dilemenin bir başka eklemlenmiş halidir bu kısacık özlü tümce. Emir kipi gibi gelse de önerisi hazmetmeye değer altın gibi ve ehemmiyetli bir kuraldır. Zaten trafik kurallarına harfiyen uymak zorundayım. Yolda düz bir çizgide sürmek adettendir. ‘S’ çizmek istersem yeri yurdu bellidir, yoksa şehir trafiğinde, şehirlerarası çevre yolunda sadece kornayı yemem, ‘tatlı-sert’ küfrü de yiyebilirim. Üstelik daha önceleri kanıtladığım için, trafik kurallarına yeteri kadar özen gösterip layıkıyla uyduğumda, gerek kalabalık şehir içlerinde, gerekse şehirlerarası karayollarında trafik tacizine maruz kalmıyorum. 

Ya zorlanırsam? 

Al canım kardeşim velespitini eline, ya da bir güzel sırtla kendisini, çek otostopunu, atla bir iyiliksever kamyonete, gidiver en yakın kamp yerine. “Amma da yaptın, ha, ben bunu mu demek istedim şimdi?” Neyse ne. Yollar tehlikelidir. Yola çıkacaksan iki defa düşüneceksin. ‘Laf ola beri gele’ kanaat bildirir gibi kimse bir şey olmayacağını iddia edemez. Misal yolda seyir halinde olan sarhoş bir sürücüye rastlarsın. Uyanık olmalısın. Sakın kontrolünü kaybedip it dalaşına girme. İt dedim de... bu iki ayaklı itlerden başka bir de bunların dört ayaklıları vardır... Misal pusucu köpekler çıkar önüne, takılır peşine, panik yaparsan ayvayı yersin, sakin ol ve hemen dur, atla aşağı ve bisikletini kılıç-kalkan ekibinin bir üyesiymişsin gibi hisset, panik yapmadan oynayacağın yörenin folkloruna tatlı, sakinleştirici sözlü girizgâh yap, ekseriyetle çayda çırayı tavsiye ederim, baktın ki anlamamakta ısrar ediyor itler, en iyisi mi yavaşça oradan ayrıl. Yok, pusuyu erken fark edersen bence it çemberine dalmamak en mantıklısı. Yoldan geçen birileri varsa onlardan yardım almak ise en hayırlısı. 

Ve işte kısa menzilli turnelerimden geri dönüyorum. Neden kısacık yollara çıktığımı bilmediğim gibi, neden döndüğümü de asla bilemeyeceğim. Fırsat varken çek git, uza, uzat yolunu. Hâlbuki hiçbir ses çağırmamıştır beni, ne de sessizlik. Durdurmamıştır da... Belki bir büyüteçle bakmışçasına, olduğu gibi görmüşümdür geceyi, kabarcıklarla, çatlaklarla dolu, pütür pütür... Benim değildir ki bu gece, hiç olmamıştır. Belki karanlığa dağılıp gitme korkusudur beni azat eden özgürlüğümden ya da yoğunlaşıp pıhtılaşmak, gecenin gözbebekleri kadar kararmak korkusu. Ya da o tuhaf istektir, su yüzeyinde açan çiçekler gibi ansızın beliren... 

Durmak, orada, bomboş sokaklarda, ıslak taşlara çöküp kalmak isterim. Omuz omuza oturmuş iki ihtiyarın yanına... Geceyle gündüz kadar farklıdırlar ama kardeş olduklarını sezerim. Biri hırpani kılıklı, iri yapılı, sert bakışlıdır, yüzü, karanlıkta ateş topları gibi parlayan gözleri dışında sakallarla kaplıdır. Sere serpe, sakınmasızca, neredeyse gururla kaldırıma uzattığı tek bacağının yanına bir çift koltuk değneği koymuştur. Diğeri daha ufak tefek, ak saçlıdır, yeni tıraş olmuş, özenle giyinmiştir. Bir ermişinki kadar duru yüzünü eğmiş, ney üflemektedir. Bakışlarını çalgısından ayırmadan... Tekdüze, yalın, buruk bir ezgidir çaldığı, yabanıl ama şaşırtıcı derecede insani, şaşırtıcı derecede öfkesiz. Gecenin ayazında kalakalırım, yapayalnız bir çığlığı çizen, boğuk, buğulu ney sesine yakalanmış... 

Bütün sokakları yitirmişimdir, bütün yolları, kentleri, denizleri... 

Ne kadar çok yitirmişimdir kısacık turne hayatımda, yitirmenin ya da sahip olmanın kendisini bile. Çantamdaki son parayı eğilerek kutuya bırakırım. Topal dilenci, ondan hiç beklemediğim çocuksu bir neşeyle, içtenlikle teşekkür eder. Diğeriyse ara vermez ezgisine. İhtiyar neyzene doğru biraz daha eğilir, kör olduğunu fark ederim. 

Ney ise geçtiğim yörelerde bazen bir klarnet, bir kaval, bazen bir saksafon, bazen de bir trombon olarak nefeslere karışır, yolumu soluklandırır. Belki de elden ele geçerek eski çağlardan gelen bu tamamlanmamış ezgilerdir, bana gecenin anlamını öğreten... 

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***