Her Şey Minik Tatlı Hayallerle Başlar

 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/041

Esinti Tarihi: Pazar, 25/06/2017 

ÜTOPYA.. Çok garip bi düşünce.. Ama yine de düşününce.. Doğrudur yalanı sevdiğimiz.. Her gün beslediğimiz.. Aslında yalnızız.. Ama bi şekilde kanmışız.. Herkes için biri olduğuna.. Sonunda mutlu olunduğuna.. 

Şu hayatta en büyük hazinem anılarımdır. Anılarımı öyle önemserim ki, zamanı gelir, üzerlerinde olan her şeyi, belki her birine ait bir fotoğrafın kendisiyle birlikte ceviz kabuğu rengindeki sandığımın içine koyup kaldırırım, zamanı gelir, bir mektup, bir davetiye almış gibi sevinir ya da herhangi bir alışkanlık heyecanıyla açarım sandığımı, saçar dökerim ortalığa ne varsa. 

Ne kadar uzağa bakabilirim ki önümü göreyim! Dünyanın kestiği bir adam misaliyim, sanki anılarımla kolaj olmuş gibidir hayatım. Ancak ne başka hayatların insanıyım ne de başka hayatların içinde olmak isterim. Bir şeylerin yaşanıp bittiğini anlatan darmadağın manzaralar vardır ya, hani el değmemiş en ırak yalnızlıklardan bile çok daha tedirginlik dolu. Bazen öyle hisseder, düşüncelere dalıp giderim. Bedevi olsam, çekerim bir battaniye üstüme, gecenin sessizliğini bozmaz, sabahın en erken saatlerinde güneşin doğuşuyla enerji ile doldururum bedenimi. 

Doğaya borcum var mı bilmiyorum, ama alacaklı olduğum kesin. Kim bilir, belki de çok özledim yaprak hışırtılarını, su çalkantılarını, ağaçların muhabbetini ve geceden haklı olarak ürkmeyi, oysa o demli ay ışığında yıldızları seyretmeyi, çimen kokusunu, toprak kokusunu, dere, yosun ve iyot kokusunu ve o sığ sazlıklar ile derin mavilikleri. 

Biraz sabır, evlat, biraz sabır diye sesleniyorum gönül kafesimin sakladığı o eşsiz organa. Nasılsa istediğim her şey kurduğum minik hayallerle başlıyor. Dün nasılsa, bugün de öyle. Ama ertelemeye gelmez. Erteledikçe uçar, kaybolur gider o hayalin ruhu. Bir duyguda kalamamak, bir histe birikememek, mutlu olamamak, kedersiz olamamak, ne iyi ne kötü, vasatla yetinmek. Bu mudur? Kalbi kafesle gitsin. Nasılsa, Nietzsche’nin dediği gibi “batmakta olan bir çağın çömezleri olarak” göçüp gideceğiz, hazırsan. 

Endişesiz, ufacık mutluluklar denilen şeyleri doğru dürüst değerlendirmesini bildiğimi sandığım zamanlarda, bunların aslında büyük, ama hem de çok daha büyük mutluluklar olduğunu anlamıştım. 

Çocukluğumda ağabeyimden bana miras turuncu renkli bir bisiklet vardı. Adını “Orkide” koymuştum. Orkide çiçeklerine bayıldığım için olsa gerek. Zaman zaman diğer etkinliklerden ayrı olarak selesine ve gidonuna ayırdığım bütün hafta sonu sabahlarımı, bazen akşamüstlerini Kadıköy yarımadasının tenha yollarında toz toprak, ya da çamur içinde pedalladıktan sonra, eve dönüş yapıyorum. Ucuz bir pansiyon banyosuna benzer bir banyoda alelacele soğuk bir duş yapıp, bahçeye iniyor, ön bahçemizin Şakacı’ya paralel sokak duvarında birikmiş arkadaşlarıma katılıyorum. Akşam karanlığı iyice bastı mı, yan bahçenin sevgili karpuzlarına dalıyor, onaltılık çilingir soframızı kuruyoruz. Bugün olsa yanında bir de 35 cc’lik ‘Kulüp Rakısı’ da açardık tam olurdu. Ertesi günü biraz kalabalık bir kitle oluşturup uzun pedal turnesini sürdürüyor, Bostancı mendireğine gidiyor, iki ayağımız da birden suya değecek biçimde oturuyor, yanımızda getirdiğimiz minik ama nefis nevalemizi denize doğru birleştiriyoruz. Biralarımızı açtıktan sonra, hiç kimse görmeden usulcacık ayakkabılarımızı çıkarıp, bütün gün sıcaktan ve bisiklet sürmekten pişen ayaklarımızı bileğimize kadar serin sulara sokuyoruz. Ve güneş karşımızda adalara doğru batarken kuradan çıkan bir arkadaşımızın Sini’den alıp getirdiği dondurmamızı yavaş yavaş yalıyoruz. 

Sorarım size, her biri büyük bir mutluluk değil mi bu küçük mutluluklar? 

Gerçekleşmemiş mümkünler çoğunlukla tedirgin edicidir. Hayalleri kurutur. İnsanı mutsuzlaştırır. Gerçekleşmesi olanaksız onlarca şey arasından, bizleri mutlu etmesi mümkün birkaç şeyi seçip zihninde etraflıca tasarladığında, ortaya kandırmacalı bir somutluk çıkar. Maliyet muhasebesinde adına “opportunity costing” denilen bir kuram var. Fırsat maliyeti. Bu söylem ne kadar benziyor ona. Ansızın, “Aha, işte bu!” diye zıplıyoruz çılgınlıkla. Planın pik noktası burada. Oysa bu ihtimal dâhilinde sandıklarımızın ya da tasarladıklarımızın birçoğu, şahsiyetimizle, karakterimizle ilgili türlü yanılgının sonucu olduğundan, mümkünlerin gerçekleşmemesi kaçınılmaz hale geliyor. Hayaller batıyor. 

Battı balık yan gider der geçeriz kimi zaman; ama nafile neticeyi değiştirmiyor. 

Bunca felâket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada agresif, saldırgan köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmektir asıl marifet. Bu mikroskobik mutlulukları tadabilmem için, beylik anlamda mutlu olmamın, aile çevresinde huzurlu bir yaşantımın, başarıyla yürüttüğüm bir işimin, toplumda önemli bir mevkiimin, bol paramın filân olması şart değildir. Hatta bunlar, küçük mutluluklara zaman ayırmamı engelleyen safsatalardır bana kalırsa. 

Evrenin biz insanlara bahşettiği en kıymetli beceriyi bir hezeyana çeviriyor ve ondan kaçmaya başlıyoruz. Bundan dolayıdır ki ben her fırsatta hayallerimi gerçeklerin pençesinden azat etmeye çaba gösteririm. 

Eski çevremde yığınlarca dost gerçekleştirmesi mümkün olmayan hayallerin peşinden koştururken depresyona girerler, yarı yolda pes ederlerdi. 

Beş duyumuzun olması ve bu beş duyunun tam kapasite çalışması, yani sahiden görebilmemiz, sahiden işitebilmemiz, sahiden koklayabilmemiz, sahiden dokunabilmemiz ve ağzımıza koyduğumuz şeyin tadını sahiden alabilmemiz, küçük şeylerin bizi mutlu etmesine yeter de, artar da. 

Zira bizi hayvanlardan ayıran ne çok şey var. Tarih bile başlı başına bir olay. Nietzsche ne diyor? “Hayvan tarih dışı yaşar; çünkü o şimdiki zamanın içinde tükenir gider, geride tuhaf bir kesir bile bırakmayan bir sayı gibi... 

Hayatımın önemsenmeyecek kadar büyük bir bölümünde çitalar gibi metropollerde koşuşturmuş durmuşum. Kuzu gibi çalıştığım işyerlerinde kurt olup gün boyunca çeşitli aksiliklerle, küstah insan psikolojisiyle boğuşmuşum. Aslanlar gibi akşam evime dönerken trafik sıkışıklığından ötürü sinirlerim zararsız bir kuşun tedirginliğinde büsbütün bozulmuş. Bir hafta sonu, sürü ile birlikte değil ama yapayalnız, kendimle başbaşa hususi yapmak istediğim boğaz gezintilerinde bile sonunda oturacak yer bulamadığım kalabalık vapurdan itile kakıla çıkıp, perişan bir halde Kadıköy’e varıyorum. Yılların eskitemediği kitapçıma doğru yürüyünce, kafeslerdeki kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercinin uçtuğunu görüyor, muazzez Çingene kızlarının sattığı karanfillerin kokusunu alıyorum. Aklımı türlü türlü şehir ve insan şiirleri kuşatıyor. Ezbere bildiğim kimi şiirleri mırıldanıyorum yürürken. Bu arada kanarya ve muhabbet kuşlarının cıvıltısını duyuyorum; Haydarpaşa tren garına uzanan lacivert denize bakıyorum, henüz kalkmış vapurun çıkardığı köpüklere dalıyorum, batan güneşi gözetliyorum; rengârenk, pembe, yeşil, uçuk mavi bulutları görüyorum. Ve havam tümüyle değişiyor. Fransızların ‘douceur de vivre’ dediği duyguyu, yani yaşamanın tatlı keyfinin verdiği küçük mutluluğu tadıyorum. 

Ne yazık ki, çoğumuzun farkına bile varamadığı bu önemsiz görünen ama aslında çok güzel şeyleri göremezseniz, koklayamazsanız, duyamazsanız, yandınız gitti demektir. Sinir içinde evinize dönüp yaşamı kendinize de, çevrenize de zehir etmekten başka çareniz kalmaz o zaman. 

Bilmiyorum ki yaşamak sadece yaşamak mıdır? 

Yaşamak yani, sabah uyanıp diş fırçalamak, işe gitmek, gülüşmek, hırslanmak, eve dönmek, yemek, sevişmek, uyuya kalmak filan, bu kadar mıdır? Bu mudur yani? 

Sonsuz hayal üretkenliğinden vazgeçip, öfkene kapılıp, ki ona en çok ihtiyacın olduğu dönemde, o anda, yaşam, bizim oduncunun çocukları, Hansel ve Gretel gibi öfkenden kırıntılar bırakmak mıdır bir ya da birden fazla kişileştirilmiş sosyal medya hesabına: fACEBOOK’a, tWITTER’a, wHATSaPP durumuna, iNSTAGRAM mesajına? 

Küçük mutluluklar, yaşamın bizi fazlasıyla yıpratmasını engeller ama, büyük felaketlerle, büyük acılarla karşılaşırsak, hiçbir işe yaramaz diyeceksiniz. 

Felaketlerin en büyüğüne uğrayan, yani sevdiği birinin ölümünü gören insanın karsısında iki seçenek vardır: Ya kendisi de hemen ölecek ya da felakete katlanıp yaşamaya karar verecektir. Birinci seçenek ikincisinden çok daha kolaydır. Çünkü kendini öldürmek için anlık bir cesaret yeter. Oysa bir felaketle birlikte ömür boyu yaşamayı göze alabilmek için gerçekten yiğit olmak gerekir. 

Zaten yaşlandıkça aklımız başımıza geldiğinden, hantal mutluluklar peşinde koşmak budalalığından vazgeçtiğimiz için, bu küçük mutluluklar gittikçe daha önemli bir yer tutar yaşamımızda. 

Küçük mutluluklar, ağır hastalıklarda bile tüm antibiyotiklerden daha etkileyici bir ilâçtır. 

Bana gelince... 

İşitiyorum. Şu tepeden tırnağa sevinç açmış yaz güllerinin hepsi benden taraf. İçimi ısıtan, yüzümü güldüren güneş benden taraf. Hayallerim orda başlar ve orda biter, denizlere dökülmeksizin. Zamanı harekete geçiriyorum. 

Şimdi seneler sonra yeniden ama daha gelişigüzel yapacağım velespit turnelerim için kıyasıya hazırlık zamanı. 

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***