Bir Hayale Uzanır Değmez Olur Ellerim

 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/057

Esinti Tarihi: Pazartesi, 17/07/2017 

ÜTOPYA... Dünyanın fısıltılarını dinle kalbim, o fısıltılardır ki dünya senin için aşk dokur... 

Dünya engin bir havuz. Yüzmeye mi karar verdin, etrafı kolaçan et, bir sinek dahi görünmüyorsa soyun, atla dal içine, sıkı gerilla tipler varsa etrafta giy mayonu, bikinini öyleyse. Dünya kocaman bir havuz. Herkese yetecek kadar su damlacıkları biriktirir. Ama yeter ki elin ayağın baştan aşağıya dezenfekte olmuş olsun. Olmuş mu? E, güzel, artık sen de o havuza ters, balıklama, çivileme, kancalama atlayıp bağırıp çağırarak dünya halklarını rahatsız etmekte, yüzerken insansı varlıklara çarpmakta, sadece ağız kısmını suya batırıp “Bırlılılılıll” gibi acayip sesleri çıkarıp kendi kendine eğlenmekte özgürsün! 

Havuz dar mı geldi? Dünyayı alt etmeye mi geldin? Kazarsın bir hendek toplarsın develerini. Evet, deve. Uzun eşek gibi. Canım bunda ne var, demeyin. Deve güreşi yapmak veya sevmediğin arkadaşlarını boğmayı denemekte bile özgürsün, yeter ki ayaklarında mantar ve bakteri bulunmasın. 

Daracık dünyada geniş memleket sevdalısı olmak böyle bir şey herhalde. Varsayalım çevresini turlamaya gönüllü velespitlerden ibaret bir tarih sayfasıdır o. Yol açtığı sonuçlar, bir ‘emekçi’ cumhuriyeti için tramplenler oluşturur mu, sosyal bir bisikletçi tayfasına mevzi kazandırır mı sorularından azadedir “dünya”. Bu yüzden, ister ‘yola çıktım bütün yollar benim’ edasıyla havuzcu kalkışmayla, ister kuşatmalı planlarla kökü kazınmaya çalışılsın, ya umursamamakta, ya da “resmi ideolojiyle” mücadele olarak değerlendirip bisikletçiler derneğini desteklemekte beis görmez. 

Oysa danışmatik havuzlar dünya âlemden bambaşkadır. 

Söylemiştim... 

Fikirlerin dünya kulüplerine gelişiyle birlikte bir fikir çatışması, teşekkül etmiş, sonra da bu fikirleri istedikleri gibi eğip büken bir mürettebat zenginliği ortaya çıkmış her önüne gelene ahkâm beslemeye kalkışmış, diye.

Ahkâm kesmek bu dünyalıların hakkı diye bir inanca sahip olursak, e, o zaman, biz de kalkalım gidelim başka âlemlere takılalım, başka nezaket kuralları düzenine bağdaş kuralım ve dünya misafiri olmanın raconunu aktaralım. Nasılsa, hâli vakti yerinde arkadaşların, başka bir saltanat imkânını kullanmanın, yani dünyaya derdest misafir olmanın gerektirdiklerini bizzat kaleme alacakları konusunda hiç şüphem yok. 

Prensip olarak en önemli sermaye şudur: Dünyanın büyük havuzlarında, o çok aşina olduğunuz spesifik, bilindik, size ait olan havuzun kurallarıyla hareket edemezsiniz... 

Ederseniz, sizi ne geride bıraktığınız koyu kırmızı çitlerle örülü sılanızın elçiliği kurtarabilir, ne de girdiğiniz o yeni ilaçlanmış, deterjanlanmış havuz suyunun içinden sitti sene kurtulmanız mümkün olabilir. 

Üstelik kendinizi dertten bir türlü tahliye olmayan başınıza çorap gibi örülecek bir yeni mekanizmanın eşiğinde bulabilirsiniz. 

Dedim ya, bir zihin jimnastiğidir, pratikle kirlenmemiş steril teori arayışıdır sürerken, olup biten her şeyi kabullenme noktasına gelir, bunu da aşar, destekleyici olur anakronizme düşmüş kazazede akıl hocaları. 

Kendi çapında Cumhuriyet ya da diktatorya, bağımsızlık ya da vasallık, kamusal duruş ya da özelleştirme talanı... 

Benim esasen böyle şahane bir ‘aklıevvel’ derdim olmadığı için rahatım; yani gideceğim yerlere kafamda ne bir cumhuriyet, ne bir diktatorya vesaire vesaire taşımak gibi bir niyetim yok. Varsa yoksa, hafızamdaki tek manivela, masumane girdiğim yerden kabahatsiz çıkabileceğim bir bisiklet yolculuğu yapmak... 

Misal; 

Yöresel mutfakları yerli yerinde tadabilir, kurabiyeci tecrübemi zenginleştirebilirim. Kim demiş hamura şeker katamam diye? Emek her yerde emektir. Yol masrafımı çıkarabileceğim her türlü işe yeltenebilirim, elbette yeteneklerim dâhilinde. Yoksa gereği veya nedeni yokken kim usta köteği yemek ister? 

Misal; 

Yuh bu kadar da bir mavilik, ha!” diye ünlem yapabileceğim bir su birikintisini gördüğümde, hemen oraya nakil edebilirim. Hatta geniş bir perspektiften bakarak doğa ana ile geçici bir ikametgâh senedi üzerinde anlaşabilirim. Berrak suyun mavi derinliklerine kendimi bırakıp yorulana kadar yüzebilirim. Yorulmak gibi bir şikâyetim olmaz, çünkü tez bir bekleyenim olmadığından ne zaman kalkıp gideceğime sıhhatim karar verecektir. Yalnız, bazı bölgelerde, her su böyle içilecek kadar temiz olmayabilir, hatta dış görüntüsü bulanık, içi bakterilerle oynaşıyor olabilir. Etrafta “Girilmez” tabelası var mı yok mu önce bir ona bakmak lazım. Güvenlik açısından riskli olduğu belirtilen ya da görünen sularda yüzmeyi ve suya girmeyi aklımın ucundan bile geçirmemeye dikkat etmeliyim. 

Misal; 

Canım mı sıkıldı, açarım teybimi, koyarım eskilerden bir yol kaseti ya da CD’si, mesela Mary Hopkin’den “Those Were The Days”, Dalida’dan “Portofino” veya Charles Aznavour’dan “Yesterday When I was Young”... diyeceğim de, yolda sürüş esnasında, bisiklet tepesindeyken, bu enfes tada varamıyor insan. Malum kulaklar dik ve açık olmalı sonuna kadar. Aslında yolda avaz avaz, bağıra bağıra şarkı söyleyebilirim. Bakın, bu çok iyi fikir gibi geldi bana. Lakin vız vız maya arılara dikkat etmeyi unutmamalıyım. Ha, bir de bölgelerinden yakın mesafede geçtiğim çok sevimli dört ayaklı dostlar bu ender sesimi pek beğenmeyebilirler. Yoksa orantısız melodimin hazin, acılı bir arabeske dönüşme ihtimali çok yüksek olur. 

(*) Az önce yöresel yemekleri tanıma fırsatı doğacaktır demiştim. İçecekleri de ekleyeyim ki, onlar zira bana göre yemeklerden daha önemli bir yer teşkil ederler mide kültürümde. 

Mesela; 

Daha önce hiç tatmadığım, alkol derecesi farklı içkilerin tadına bakmadan bir yudum ilerlemem. Konakladığım mehtaplı ve yıldızlı gecelerde mutlaka birkaç numunenin icabına bakmış olurum. Kar varsa etrafta ısıtıcı içkiler yanında farklı usullerde kahve ve çay türlerini de çay ocağımda deneyebilirim. İçkiden maksat sarhoşluk değil nazenin bir tür çakırkeyif halleridir. 

Yola çıkmışım, kafamda bin bir türlü cambazlık. Tilkiler mi sardı etrafımı? Yok, aslında izleyeceğim programım son derece rahat ya, rotanın başıyla sonu arasında öylesine şiddetli bir zaman sorununum pek yok ya, giriş yaptığım yeni cumhuriyette ne çok aktivite var hâlbuki, kamp dışında katılabileceğim o bir sürü şeyi yakından görmeden çekip gidersem yuh desinler bana! Bu hayal gücümle içimdeki hobilerimi dışa sermenin zamanı, o zaman değilse, ne zaman? 

Akıldan çıkarmayalım, Dünya havuzunda ikram, sunuş bol ve bedavadır. 

Hiç dikkat ettiniz mi, sallapati yapılan minik ev havuzları, genel dünya havuzuna göre sessizdir. Çoğunlukla sadece suyun şırıltısı duyulur. Hatta alçak sesle konuşulur. 

Oysa dünya havuzu öyle çok seslidir ki, hareketsiz ve gürültüsüz bir gününüz olursa eksik yaşamış sayarsınız kendinizi. Çünkü zaten doğanın göbek taşındasınız, arada bir kentli, kasabalı, köylü yaşam biçimleriyle de sarmaş dolaş olup koklaşmak hiç de fena olmaz. Ama kalabalıktır diye de galeyana gelmemek lazım. Yoksa kırmızı ışıkta “Heyooooo” diye bağırıp koşarak pedal basmak değil söylemek istediğim, sakin sakin gireceksiniz. Adeta kasabanın sularını incitmekten korkarmış gibi. “Şıkırt” diye bir ses çıksın sadece! Siz hafifçe suya gömülün ve mümkün olduğu kadar sessiz yüzün. Sessizce geçip gidin yani... 

Çok seslilik dediysem herkesin iyi kötü genel bir ananeye uyumlu yaşantısı var. O hayatın içine etmeye girmiyorum ben. Ne gerek var amonyak seviyesini yükseltmeye. Zaten böyle bir şey yapsam hemen boyası çıkar ortaya. Al başına bela! Zaten ben yapmam da, hani yapmaya yeltenenler olursa diye, kulağa küpe manasında söylüyorum. Zaten kirli bir dünya isteyen o kadar çok mukavemetçi var ki. Adamların hırsı boyunlarını felaket aşan cinsten. Etraflarındaki bölgenin suyu az buçuk renklensin, etrafa, konu komşuya rezil olsun, hatta bazılarını boğsun o renkli su diye icat edilmiş bir yöntemi savunageliyorlar tarihler boyu. 

Hayır, ben de yapmam tabii, ben bilgi olarak verdim! 

Dedim ya benim ütopyam hep iyiliksever ve hoşgörülü bir dünya teferruatı ile. Yoksa o pisliklerin aksine, biliyorum ki nice cömert, konuksever ev havuzlarında ikram bol ve bedavadır. 

Ben de onları davet ederim kampıma. Her şey karşılıklı değil mi? Izgaralar gelir, meyve tabakları gider, çaylar, kekler, kurabiyeler filan derken eski dünya yıkılır, yeni bir dünya kurulur. Tafsilatlı açık büfe dünyası da diyebilirim buna. 

Hayatı paylaşmanın bir de üst perdesi vardır. Hayat kurtarmak. O akort bazen karşılıklı, ama çoğunlukla karşılıksız olur. Can kurtarmak. Babam yıllarını can kurtarmaya adamıştı. İstanbul’un en işlek semtlerinde kullandığı cankurtaranla kim bilir kaç canın kurtulmasını sağlamıştı? Ama nedense bu kurtarıcılara sanki normal göreviymiş gibi bakılır, ve onların adları sanları duyulmaz hiçbir yerde. Ya, birisi kafaya taksa, yolda bıraksa, arkadaki canı! Yapamaz mı yani, istese, bal gibi yapar, ama vicdan muhasebesidir, yapmaz... Onun için iyi anlamak lazım onları, pohpohlamak belki de yeri geldiğinde. 

Ben de gerekli gereksiz, canım maydanoz çeken durumlarda, canımı düşünmez cankurtaranlığa soyunurum. En dip dalgalarda, bacağıma kramp gireceğini adım gibi bilsem de, cankurtaranlığı üstlenir, keyfiden değil, adalet duygusuna inancımdan, ve asla oradan, yani hadise bölgesinden sıvışma ihtimalini yok sayarım. 

Can güvenliğimiz için, insan gibi yiyelim içelim! Değil mi? Altın kural bu aslında. Ama hayat öyle badireli desen ve renklerde bir havludur ki bazen o havluya sarınır kurularsınız kendinizi, bazen de vartaya havlu atar yan gelir yatarsınız. 

Neyse, efendi gibi, düz, lacivert, beyaz, ne bileyim sakin desenli bir havlu edineyim de, kimseleri sinirlendirmeyeyim! 

Velespitimle yapacağım idman günleri yaklaştıkça proje dosyama habire bir şey eklemekten geri kalmıyorum. 

Misal; 

Uzun yolculuk nasıl bir duygudur?.. Uzun yolculukta hemen hemen korkusuz rüyalar?.. Ya da; Neredeyse bıçkın haller?.. Edepli bir bisiklet turculuğu... Gibi konulara da başlıklar açtım. Yetmedi şunları da ilave ettim: Dünya turu bir sevgiliyi kucaklamak gibidir... Hayaller nasıl gerçekleşir?.. Cehaletin uzvunu değiştiren memleket/dünya turu... Uzun yol öncesinde derin düşüncelere dalmak... Her macera aslında bir çılgınlıktır... Bisiklet üstü yetmez, at ve sal üstünü de denemek lazım... Bisiklet sürmek yetmez, yürümek de lazım... Pedallara mola, küreklere hurra... Bisiklet yaşlanmayı öldürür!.. Gibi, gibi... Büyük projeme hisseden düşen bu konulara da bir gün el atmak isterim elbet. 

Düştü, hazırlık aşamasıydı, bütçeydi, tarzdı, rotaydı, lojistikti, ekipman ve pılı-pırtı donanımdı derken bugün bu yazıda turda yapabileceklerimi hoş bir senaryo eşliğinde yazmaya çalışıyorum. 

Kolay değil, romantik heyecanımı bastıramıyorum. Ütopyamı yazmak, kelimelere dökmek istiyorum. Haliyle bazen uçrak oluyor, marjinalleşebiliyor, toplumsal hayatın münzevi rutininden çıkıp sıradışılaşabiliyorum. Dalga geçmek hayatla, bir dünya turu hevesiyle, bir velespit ütopyasıyla kıran kırana aldırmaz bir Kaf dağı kılma, ve o Kaf dağının ardında kimilerine gelebilecek uzun sıkıcı betimleme karmaşası. Şahsen umurumda değil. Okumak isteyen, buyurur okur. Okumaktan sıkılan, bir tık’la ‘hooooop’ bye-bye... hiç de zor değil yani... 

Rüyayla gerçek arasında sıkışıp kalmış bir dünya, geçmişini aramaktan usanmış, geleceğini arayan gizemli bir ‘genç’ adam ve modern dünyanın kayırıcı son modeli Velespit... 

Benim zaman zaman Beyaz Kelebekler’im gelir. Sizin gelmez mi? İçinde bulunduğumuz hayattan rahatsız olup geçmişe ve belirsizliğe sığınmak isterim bazen. Uyumsuzluk yaşadığım her an onların naif şarkılarıyla özdeşleşip hüzünlü bir hikâyeye kendimi kaptırmak cezbedicidir. Sırası gelir kendimi Cunda adasına atıp loş masalardan birinde rakı içmek hayaliyle yanıp tutuşurum. Yunan trajedilerinden çıkıp gelmiş alaturka koro sahne alır Meis adasında; bana o kadar eğlendirici ve aynı oranda da gerçek gelir ki kendime baktığımı sanırım. Hüzünler dağılır havaya yumak yumak. Çekip gitmek hayali, hiç dinmeyen bir sızı gibi. Değil öyle tabii. Her çekip gittiğimde bilirim ki biraz daha ileriye atmaktayım adımlarımı ve geri dönüşüm o denli zorlaşmakta. 

Nereden musallat oldu bu velespit bana bilmiyorum... 

Günlerdir kurtulamıyorum ondan. Aklımın bir kenarında. Hep onunla dolanıyorum. Onunla yatıp onunla kalkıyorum. Sanki aklımın içinde de başımın etrafında, göz erimimin dışında bir yerlerde benimle birlikte dolaşıyor. Kulağımın civarında, şakaklarımda, ense kökümde, saçlarımın içinde, burun deliklerimde, hep benimle birlikte... Onu bir süre görmüyor, unutacak gibi oluyorum, derken bir gün, fotoğraflı bir mecmuanın sayfalarında gezinirken, bir lafımın ortasındayken, bir lokma yemek borumdan aşağı süzülürken, pencereden çatıdaki martıya bakarken, kaldırım taşlarını sayarak yürürken, tırnaklarımı kemirirken ansızın gelip dikiliyor gözümün önüne. Teklifsiz pat diye. Her ne yapıyorsam yarım kalıyor o anda. Dikkatim dağılıyor. Okuduğum yere işaret eden parmağım kâğıdın üstünde donup kalıyor, sözüm oracıkta kesiliveriyor, lokma boğazıma takılıyor, martı şaşkınlığıma şaşırıp kaçıyor, kaldırım taşları birleşip tek parça oluyor, tırnaklarım birer buz tabakasıyla kaplanıyor. 

İşte gözlerimin önünde yine onun hayali: Altında iki teker, ağzında koca bir salya, “hadi gidelim artık” diyor... 

Asabi olmaya gerek yok. Bilirim heyecan dozunu biraz aşınca sinirlerin uç kısmına hücum ediyor, kan basıncı kontrol edilemez noktaya varıyor. Ama o ön kapıdan çıktığımda ve pedallara hafifçe dokunduğumda o da, ben de bir başka yolculuğun tadını çıkartmaya gidiyoruz demektir.

 

Bir karanlık, bir aydınlık

Geçip gider günlerimiz

Bir hayale uzanır da

Değmez olur ellerimiz

 

Hoşça kalın der gibidir

Ufka giden kırlangıçlar

Ayrılığın ilk çizgisi

O umutlu başlangıçlar

 

İnan bana sevdiceğim

Aynalar da yalan söyler

Şarkılardır bize kalan

Bir de çılgın öpüşmeler

...

Duruyor, başımı hafiften geri çeviriyor ve ardımda kalan uzun yola bakıyorum. Sanırım hayatımı kökten değiştirebilecek büyük yolculuğuma böyle revan olacağımı söylerken abartmıyorumdur. Hâlâ kendime kendim dışındakilerden daha fazla şaşırıyorum, kıvanç duyuyorum, 53 yıllık bir versiyonla aşırı cesaretle, cüretle, metanetle nasıl bir yolculuğa çıkıyorum diye. Aslında maceralardan uzak kalmadım yaşantımda. Ne çok bilinmeyenleri tornavida ve penseyle bozar gibi üstüne gitmiş, ne çok haddim olmayan işlerde seksek oynamıştım. Yoksa hep genç kalmak isteyişimin bir bedeli miydi bu kendime öğüttüğüm? Belki de hiç fena olmamıştır, hani o yolun yolcusu olmak, herkese pek kısmet olmaz da... 

Gittiğim muhtelif lokasyonlarda mutlaka bir yığın kokteyl ile karşılaşıyorum. Bunun naif düşüncesi bile insana değişik bir güç veriyor. Aykırılıklar ve karışık duygular. Kimine göre felaket bir bileşim, kimine göre macera. Cennetini arayan bulurmuş. Yola çıkmak kâfi. Meydan okumanın bir başka tarifi olsa gerek. 

Yaşadıklarımı günü güne yazmak, inişleriyle ve çıkışlarıyla, kalbi pompalayacak bir başka hadise. Şayet insan bir de ‘official’ emekli sayılmışsa, hayattan başka ne dileyebilir ki. Her şey onun emrine amadedir. Belki de gerçek hayattan kopmanın sırrı da burada yatıyor. Reel yaşamı terk et, gir gizemlerin dünyasına, gir girebildiğin kadar, git gidebildiğin yere kadar. Yürü aslanım, kim tutar seni! Nasılsa kendi kendimin patronuyum şu saatten sonra. Kendi kurallarımı kendim koyuyorum. Şu çalar saatte kalkılacak, şu çalar saatte yatılacak gibi bir dünya dolusu baskıcı normlar çöpe. Suçlu da benim, avukat da benim, yargıç da benim. Nihayet sevdiğim, beğendiğim şeyleri kendi başıma buyruk, özgür irademle yapabileceğim. Emekli sözcüğünün dışa yönelik suretinden bile çok daha değerli. Hayır, emeklilik diye bir şey olmaz bu hayatta. İşte velespitim, işte ben. Yollardayız ve emek harcıyoruz. Karşılığında para kazanıyor muyuz? Bu mu yani o tuhaf iç gıdıklayıcı soru? İstersem kazanırız, istersem kazanmayız. Bunun fikir tartışmasını yapacak olan da, karar vericisi de benim. “Hey özgürlük! 

Bu yolculuklarımda yapacağım en değerli şey iyi bir hatıra defteri oluşturmak ve çekimini yapacağım fotoğraf ve video albümlerim ile bu anıları ebedîleştirmek olacaktır. “gEZENTİ bİSİKLET”e de bu yakışır. 

Neyse fazla uzatmayayım; fırsatlarım ve imkânlarım dâhilinde ulaşmayı hedeflediğim bazı ‘cek-cak’larla bitireyim:

 

ü  Hiç olmadığı kadar coğrafya bilgilerimi tazeleyeceğim. Ne bir liseliden az, ne bir üniversiteliden çok.

 

ü  Dünya atlasına bir de benim penceremden bakabileceğim.

 

ü  Çadırımın manzaralı odasında rahat yatağımdan dışarıda çiseyen yağmur damlacıklarını, lapa lapa yağan kar taneciklerini, güneşin doğuşunu, gece üstüme cicoz taneleri gibi dizilmiş samanyolunu seyredeceğim.

 

ü  Tehdit altındaki doğal ortamları korumaya çalışanlar ile akrabalık ilişkilerimi geliştireceğim.

 

ü  Kültürel miras sadece kültür alanlarını işgal eden yapılara uğramak değil, aynı zamanda o yörede yaşayanların geçim kaynaklarına da bağışta bulunmaktır. Pamuk elimde ne varsa artık; hülasa bir yoksul çocukla bunu paylaşmanın mutluluğunu tadacağım.

 

ü  Her memleketin adına milli park dedikleri muhteşem doğa mekânları var. Bunların sayısını bilmek önemli değil. Önemli olan ben bunların hepsini yakından görecek ve doğal yaşam literatürüme resimli katkıda bulunacağım.

 

ü  Organik sebze-meyve bahçelerine dalacak, sebzelerden sepet sepet toplayacak, meyvelerden ise toplarken tadına bakacağım.

 

ü  Kuş gözlemciliği sanatımı en konforlu şekilde ilerleteceğim.

 

ü  Bisikletimin giremeyeceği yerlere, doğa yürüyüşleri yapacak en güzel manzara görüntülerini fotoğraflayacağım.

 

ü  Aktiviteler varsa videomun zumundan kaçamayacaklar.

 

ü  Çarşıları gezecek ama elimle dokunduklarımı alır gibi yapmayacağım; bisiklet tepesinde olduğum için almamın imkânsızlığını bir teşekkürle kendilerine belirteceğim.

 

ü  Belki de alacak ve kendime bir müze açacağım! JJJ 

Şimdilik bu kadar olsun. Upuzun yolculuğun kısa listesi mi olur? Düşlenen listenin sonu asla gelmez. Yakın gelecekte gerçekleşen “cek-cak” hayallerimi paylaşmak isterim bundan sonra. 

Darısı uzun yolların hasretliğini dindirmek isteyenlere... 

Sırada kamp yapma mevzusu var, yarın bu ‘macera meraklısı’ çehreye el atacağım. 

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***