Maceranın Kalbini Delik Deşik Etmeye Gerek Yok

 

gEZENTİ bİSİKLET ~ E-2017/048

Esinti Tarihi: Cumartesi, 08/07/2017 

ÜTOPYA... Macera harikulade güzelse, nereye vardığının ne önemi var... 

Ve basıyorum pedallara, bomboş odalara açılan uzun koridorlara benzeyen sokaklarda, kımıldanan, yarı karanlık bedenler, belirsiz çağrılar, yabancı gölgeler arasında, hançerler gibi saplandıkları karanlığı daha da görünür kılan kent ışıklarının altında... İnsana dair bütün öykülerin çarpıp seke seke ütopyaya dönüştüğü taş kaldırımlarda... Hedefsiz, amaçsız, sınırsız, dünsüz ve yarınsız. Üzerine tam oturan bir giysi gibidir yalnızlığım. 

Yollara çıkabilir miyim yalnız? 

Bana ne kadar uzak görünse de bu fikir niye olmasın. Yalnızlığı hem çok severim hem hiç sevmem. Budala bir anlayış ama böyle. Yeri gelir yalnız kalmak için dünyaları borç veririm; yeri gelir yalnızlıktan kurtulmak için bir alacaklı gibi o verdiğim dünyaları geri alırım. Ve fakat yalnız velespitim üzerinde uzun yollar serüvenine çıkmak bana çocukluğumun domates sırığını düldül yapıp bahçenin etrafında dört dönmeme benziyor. Yalnız kovboy. 

Yalnızlık iyidir, üstadım.” ... “Evet, evet, tam krallara layık bir durum.” ... “Ama bence insanın dostu da olmalı yanında hep.” ... “Tam üstüne bastın, dosttan iyisi mi var? 

Tıpkı Shakespeare’in oyunundaki gibi!!

 

Şu bulutu görüyor musun, şurada? Bir deveye benziyor, değil mi?

Doğru vallahi, tıpkı bir deve.

Bense bir fareye benzetiyorum.

Evet, sırtı tam bir fare sırtı.

Balina sırtı mı yoksa?

Tamam, ta kendisi, balina sırtı. 

Yok, efendim, rica ederim, Hamlet ile Polonius arasındaki lâkonik söyleşiyi, tutup da, velespit turnenin ipleri birilerinin elinde karakterlerine gönderme olsun diye kullandığımı nasıl düşünürsünüz? Başka bir şey söylemek içindi bu girizgâh. Lakin, şimdi daha başka bir şey geldi aklıma. 

Niye ille de, Polonius, Hamlet’in suyuna gidiyor olsun? Niye ille de, Hamlet, Polonius’un ipliğini pazara çıkarmak için, böyle bir hinlik yapıyor olsun? Boşversek ya Shakespeare’i. Hamlet, çok samimi olarak, algıladığı gerçeği dile getiriyor, öbürü de, bu gerçeği onaylıyor olabilir. Değişkenlik, gerçekliğin parçasıdır zaten. Hamlet, durduğu yerden, bulutu farklı açılardan algılayarak, değişik görünümlerini dile getiriyor varsaymak gayet mümkündür. Bir olguya, tek bir noktadan bakılmaz ki. Siz pozisyon değiştirdikçe, gözünüzü farklı noktalara odakladıkça, size yansıyan da farklılaşmaz mı yani? Buradan deve görünür, şuradan fare, oradan balina. Hem, bulut bu, sizin baktığınız zaman diliminde, o da değişimler geçirebilir ve siz bunu anında saptayıp, ona göre vaziyet alabilirsiniz. 

Benim yalnızlığa bakış açım da böyle bir değişim mi acaba? Hele bir de mevzubahis uzun yol yolculukları olacaksa... 

Netice itibariyle, Hamlet, neye baktığını, neyi gördüğünü söylemiyor ki. Baktığı, gördüğü şeyin, neye benzediğini dile getiriyor sadece. Özle değil, biçimle ilgili. 

Hıh, işte tam üstüne bastığım gibi!!! 

Şu bulutu görüyor musun?” Burada bir tartışma yok. Görünümü de, durduğunuz yere göre değişebiliyorsa, Polonius’un tek yaptığı, kendi duruşunu ve bakış açısını, Hamlet’e uyarlamak olabilir. Hamlet, Polonius’a, farklı açılardan bakarak olguyu tanımlamayı öğretiyor da diyebiliriz. Shakespeare’i boşverirsek tabii! 

Neyse, ben başka bir şey söyleyecektim, bu araya girdi. 

Renkli boyaların spreylerden fışkırtıldığı yazılı, resimli duvarlar boyunca ilerliyorum, çöplükler, kaldırımlar, bazen insanlara, bazen aralarındaki boşluğa dikerek gözlerimi, kimi kez söze, kimi kez suskunluğa seslenerek... Artık karanlığa alışmış bakışım, bir yaprağı çekip çıkarıyorum çamurların arasından, yavru bir kediyi kucaklıyor, korkuyla kamburlaşmış bir sırtı okşuyor, öne eğilmiş bir genç kız yüzünü tutup kaldırıyor, gözleri karşısındakinin gözlerini bulsun ya da ufka ulaşsın diye. Sanki bir gardiyan teker teker kilitlemiştir bütün sokakları, bütün ışıkları söndürmüştür. Ama ben, dünyanın kapalı gözkapaklarında bunca yıl dolaşmış, sokaklara bağışıklık kazanmışımdır. 

Velespitim benim maceralı dünyaya açılan kalbimin tek yakın dostudur. Diğerleri olur mu olmaz mı gibi bir sorunun muhatabı değildir. O hep vardır. Yanımdadır. Onsuz zaten yollar olmazdı, benim açımdan. O çok yönlü, elinden her iş gelen, tüm evrenin keşfedilmiş veya keşfedilmemiş serüvenlerini ebediyen yaşamak için dizayn edilmiş çok maksatlı, çok kullanışlı bir alettir. 

Bir motosiklet (motorlu bisiklet de diyebiliriz) daha hızlı olabilir; iki sadık dost ile yürümek oldukça yavaş olabilir, ki hızlı yaşanacak maceralar, yavaş geçirilecek maceralar için daima ayrı bir yer ve zaman vardır. Kayıklar, Eskimo balıkçı kayıkları, kanolar, Kızılderili botları ve tırmanma demirleri, buz mahmuzları beni en vahşi yerlere götürebilir, en yükseklere çıkartabilir. Yabancı bir yerleşim biriminde yaşamak ve çalışmak insanı bir kültürün derinlerine batırabilir. Ama bir velespitle yapılan seyahat bu bakış açıların her birinde en iyisini yapmaya çalışır. 

Bisiklete binmek çocukluğumu yeniden yaşama hissi verir bana. Bisikletli dünyaya dair methiyeler, övgüler, anmalar basmakalıp, klişeleşmiş şeyleri teşhir eder. Ancak şu söz kalıcıdır: bisiklet sürmek bir eğlencedir... Eğer bazı şeyler eğlendirici ise, niçin ona daha fazla sırt dayamaz insan, neden ona daha fazla sığınmaz ki? Hiç kuşku yok, iyi bir şeyin onlarca yüzlerce olasılığı vardır. Kendimi bir seleye günlerdir bağladığımı düşünüyorum da yaşayabileceğim ağrıları ve yorgunluğu nasıl gömerdim içime! Bu cins eziyetli günler eğlencenin ikinci boyutudur: olayı bizzat yaşarken berbat, geriye dönük bir şekilde bakıldığında ise muhteşem, fevkalade güzel. Askerlik anıları gibi. İşte benim velespitimin bana verebileceği en değerli seçme şansı. Bunu bir başkasının yapması mümkün değil. 

Düşünün bir kere, gezegenin çevresini altı ay gibi kısa bir sürede pedallıyorum ve eve bir halt yemişim gibi dönüyorum. Elbet bu tuhaf bir seçenek gibi görünebilir. Yapmaya çalışanlar var mıdır bilemiyorum ama varsa da bu onları seçimi. Bana uymaz. Bir defa “geri dönüş” mantığına hasım olduğumdan bu seçeneğin benim önüme gelmesinin mümkünatı yoktur. Ha, Heinz Stücke adlı gezgin ne yapmış? Adam tutmuş 50 yılda 370.000 mil yol katetmiş, geleceğini bisiklet üzerinde ‘gasp etmiş’ ama doymamış, sanırım hâlâ pirosferin çevresinde dolanmaya devam ediyor! Hadi diyorum adamın izinden şöyle yola çıkayım, elli yıllık ömrümün kalmadığını görünce fena halde bozuluyorum. Hele, hele seksenimden sonra ben mi basarım o pedallara, o pedallar mı basar bana, bu da muamma J 

Kendi kendime bir seçenek olarak, ortada başka bir şey yoksa eğer, ispat sunacaksam orada uzaklarda kocaman bir dünya var görülmeyi bekleyen! 

İşte ben bu yukarıdaki iki bulanık dere arasında bir yerdeyim. Söylemek istediğim en önemli nokta da bu zaten: velespitimle uzaklara yelken açmak fikri bana, önünde sonunda hangi lanet olası seçeneği sunarsa sunsun, özgürlüğümü veriyor, ve ben bundan son derece mutluluk duyuyor, bahtiyar oluyorum. 

İşte HAYAT, şimdiye değin kulağımı dayayıp dinlemekle yetindiğim hayat önünde, bakış çizgimde, öylesine uzanmakta, beklemektedir. Ama ona hangi sözcüklerle sesleneceğimi bilemiyorum. Gelecekle ilgisi olmayan bir umutla doluyorum, öfkeden, karanlıklardan, başkaldırmak ve yok olmak isteğinden doğmuş bir umut. Sert adımlı tek başınalığımla kafa tutuyorum, nereden gelip nereye gittiğini bilen kalabalıklara... Birbirlerine değmeden, aynı yollarda yürüyüp aynı duraklarda bekler, her yerde, her şekilde mesafelere işaret ederler, fazlaca bir bedel ödemeden sahiplendikleri geceyi yavaşça kemirirler. Camların berisine geçiyor, çırılçıplak ışığa, görünmezin derinliğinden kaçabilmek için bulabildikleri her ışığa sığınmış insanların arasına karışıyorum. Dünyanın en zorlu sınavlarını, kirli savaşlarını kazanmışçasına konuşuyor erkekler, kör avcılar gibi biteviye nişan alarak, çantalarına, bozuk paralarına, erkeklerine, onları sokağın tekinsiz gecesinden koruyan her şeye sımsıkı tutunuyor kadınlar... 

Ağız dolusu fırlatılmış sözcüklerden kulağıma çarpanlarla besleniyorum, şehrin artıklarıyla beslenen martılar gibi. Floresanların altında zikzaklar çizerek sırtımda patlıyor kahkahalar. Beni layık bulmadıklarını hissettiğim mutsuzluğumun içinde giderek görünmezleşiyor, bir bakışa dönüşene değin siliniyorum. 

Ah, bu arada, önce başka bir şey daha söyleyeyim, aklıma gelmişken. 

Geçen sene bu zamanlar, memleketin birindeki derme çatma gündem değiştiren demagojik vukuatlar silsilesine değinerek, insanlardaki savrulmaların yarattığı iç sıkıntısından söz etmiştim. O memlekette, yeni bir şeyler yok. Aynı tas, aynı hamam. 

Bulgaristan macırı anneannem, o koca göçmen, yetmişli yılların ikinci perdesinde ikide bir sızlanırdı. “Gönülceğizim bulanıyo!" Yahu, bu kadıncağız nasıl bir sıkıntıyı tarif etmeye çalışıyor diye düşünür dururdum. Artık anladım. Bu memlekette develerle fareler hep aynı. Rollerini hiç değiştirmediler. Şimdi saygıdeğer hayvanları iki dudağımıza alıp ağzımızı bozmayalım, hayvanlara hakaret olur. Zamanında deveydi de, şimdi fare mi oldu, yarın balina denilebilir mi gibi sorular anlamsız. Ya olgu değişiyordur, ya durduğunuz nokta. Polonius, Hamlet’e uyarlamıştı bakışını, bulutu benzer tanımlamışlardı. Tersi de geçerli: Bulutu nasıl algıladığınız, sizin kiminle aynı açıyı paylaştığınızı da gösterecektir. Bunlar bütündür. 

Gerçi ben başka bir şey söyleyecektim. 

Diyelim ki, artık hep aynı repliği bin kere tekrarlamaktan gına gelmiş oyuncu, bir doğaçlamayla farklı bir şey söyledi sahnede. Mesela, şöyle bir diyalog çıktı, tam lafın ortasında: 

Bense bir fareye benzetiyorum.

Amma yaptın ha, ne alakası var, bence tam bir merdaneli çamaşır makinesi. 

Şimdi bir bakalım duruma. Polonius, bir önceki ortak benzetmede direnmedi. “Yok, deve” diye ısrar etmedi. Kendine farklı bir konum seçti, oradan yaptı yeni tanımını. Her iki durumda da, Hamlet’e itiraz etmiş olacaktı zaten. Yani, rolünü farklılaştırdı, karakterini değiştirdi. Bu, karşısındaki oyuncunun tecrübesiyle telafi edilebilir bir şeydir. Ya, o da repliğini değiştirip, ortaya doğaçlama bir bölüm çıkarır, ya “balina” benzetmesine geçip, diğerinin yeni hamlesini bekler. Onun güvencesi şudur: Varsın, bir repliklik “rol çalsın” partneri, bir sonraki sahnede, bir perdenin arkasına saklanmış haldeyken, kılıcını saplayacaktır Polonius’a. 

Shakespeare, öyle yazmıştır çünkü oyunu. Karakterlerin repliklerinde ufak doğaçlamalar, sahnedeki genel akışı değiştirmez. 

Bizim o memlekette de balinalar balinadır, develer deve, fareler de fare... 

Peki, hani yönetmen şöyle zebella gibi gerinip kendince bir yorum getirip, olur a, Metin Erksan, Fatma Girik ablamızı ‘Hamlet’ yapmamış mıydı, Polonius’un rolünü genişletti diyelim. Perdenin arkasına sinip kılıç yemedi de karakterimiz, oyunun temel entrikasında işlevsel bir figüre dönüştürüldü. Üstelik, izleyici, onu Hamlet’in fare dediğine, gemici lambası derken de gördü. Esas oğlanla çatışan rolü, yönetmen nereye oturtacak, eğer sahnelenen Hamlet’se? 

Zor iş, valla. 

Ne Fortinbras’a uyarlanabilir, ne Horatio’ya. Bu senaryo çıkacaksa ramp ışıklarına, Hamlet, yeni karakterler eklenerek yeniden yazılmış demektir. 

Ben ne diyecektim, unuttum itiraf edeyim ki. “Brexit Krizi”ne değinseydim keşke, nereden girdim tiyatroya, ortalık topyekûn çalkalanırken. 

İmgeliyorum da küçük, orta veya büyük formatlarda yapacağım velespit turnelerimde kim bilir nice anılar meydana çıkartacağımı. Aslında durup dururken zahmetli anları yaşamak isteyebileceğimi, ve bunun da adını macera koyacağımı zannetmeyin. Tek bir amacım var o da keyifli ve güvenli bir sürüş yapmak. Yoksa bütün tehditler bedensel zararlar verip de gazetelerin üçüncü sayfasına manşet yapılacak, TV kanallarına altyazı konusu olacaksa ben almayayım. Bunu adı macera değil “Bok yoluna gitti Niyazi” kırmızı noktası olur. Ama eminim serüvenlerimde şaheser hatıratlar üretebileceğim. Beni izleyin yeter. Güleceğim, güldüreceğim. Ağlayacağım, ağlatacağım. Özeneceğim, özendireceğim. Öfkeleneceğim, öfkelendireceğim. Düpedüz çeşitlilik. Hem yaşayacağım hem de yaşatacağım. İster bir karlı dağların sarıp sarmaladığı sarp geçitlerde, ister ıssız vahalarda, ister kavurucu güneş altında yanan kum çöllerinde, ister gece ışıklarının üstüme birer yıldız gibi serpildiği kalabalık kentlerde, ister şezlongumu atacağım bir koyun kıpırtısız kumsalında, ister bir tavşanla birlikte geceyi geçireceğim bir kuytu ormanda, ister tümseklerle dolu bir rampada, ister bayır aşağı fiskeleme inen dar bir patika yolda, ister... ister... 

Bisikletle yapacağım yolculukların farklı bir bakış açısıyla cebime tıkıştıracağım bir kredi kartı, kimlik, pasaport ve diş fırçası kadar basit olabileceğini tahayyül ediyorum. Kafeler ve çadır kamping alanları, ucuz ve fakat güvenilir, nefis, salaş restoranlar ve pansiyonlar arasında da turlarımı programlayabileceğim. Kaldı ki ben tur velespitimi kimselere muhtaç olmadan, öz yeterliliğin mütevazı bir mucizesi saymaktayım. Düşümde görmüştüm. Bisikletimi öyle doldurmuştum ki yiyecek ve giyim malzemesi, alet edevat ve pılı pırtıyla, zebella bir ağırlığın altında kamburu çıkmış gibiydi. O bir katır direnimiyle, hareket etmemekte inat ediyor bense onu bir gram dâhi havaya kaldıramıyordum. E, netice itibariyle bu bir rüyaydı. Sanırım böyle bir şeyi gerçek hayatta denemeyeceğimi ben de, bisikletim de biliyor. Çünkü böyle aptal bir davranış içerisine girmek hem ilerleyişimizi yavaşlatabilir, hem de doğadan ve turumuzdan almak istediğimiz ödül bizi ters yüz edebilir. Yolda birilerini bulsak da bir kısmını versek diye dört göz aranırız yükümüzü boşaltmak için. 

Bir de hayal edeyim diyorum; Arjantin, Şili, Peru, Bolivya gibi Latin Amerika’nın muhteşem dağlık çöllerinde bırakın bir başka ataların ruhunu kendimle bile haftalardır konuşmadan sürekli pedal çevirdiğimi. Sadece buz gibi bir rüzgâr ve arkada bıraktığımız kumlu tekerlek izlerinden de anlaşabileceği gibi nasıl bir harpten çıktığımızı. 

Boşver, diyorum, velespit turları dünyayı mı arkada bırakmaktır yalnızca. Varsın bizden de bir iz kalıversin, n’olacak. 

Beijing’in trafiğinin en yoğun noktasında ilkel bisiklet sürüsünün arasında bisiklet sürmekten hoşlanabileceğim gibi La Paz’ın kaotik caddelerinde de dokuma sanatını geliştirebileceğimden eminim. Bisiklet seyahatleri yeni tür insanlarla tanışmanın harikulade bir yolu olduğu inancını taşıyorum. Tam benlik, anamdan kalan en yetenekli mirasla, kim bilir kaç dünya arkadaş edineceğim kendime. İngilizce anlaşamasak bile, vücut dillerimiz ne güne duruyor! 

Bir yerlere vardığımda kimse beni parantez içine alamayacak, kimse bana şımarık musallat Turist muamelesi yapamayacak ve zengin yabancılar kulübünün bir üyesi olarak yaftalamayacak. 

Nerelisin? Nereye gidiyorsun? Ne, bisiklet tepesinde mi? Deli olmalısın! Gel, ailemle tanıştırmam lazım seni!” gibi, gibi standart açılışlar bekliyor olacak beni, ardından gelecek lokum gibi ikramlar. Kim bilir; belki hayatım boyunca uzak durmaya çalıştığım mabet yerleri, kiliseler, camiler, sinagoglar, tapınaklar kucaklarını açacak bana, elçilikler, okullar, yurtlar ilgiyle yaklaşacak, varoşlar, kerpiç evler, yoksul dünyanın insanları benimle tanışmak için can atacak. Yüreklerimiz birleşecek tek yürek olabileceğiz, tüm kötü dünyanın numunelerine karşı. 

Belki de en fazla karşılaşacağım istizah: “Maceralarını anlat bize! Gördüğüm müthiş şeylerden söz et bize.” Olacak. 

Bisiklet turnesi için satın alabileceğimi düşündüğüm bir marka var, dehşet pahalı. Sanki uzaya gideceğim; uçan araba alıyorum. Herifler ne icat etmişler ama. Ama bütün tur bisikletleri öyle değil. Yani yola dayanıklı, güvenilir bir bisikletin illa pahalı olması gerekir diye bir akıl yürütmek söz konusu değil. Normal fiyatlarda satın alınabilecek bir tur bisikleti ile de denenebilir pekâlâ. Ve bisiklet sürme aktivitesi bir kişiye bağlı bir prodüksiyon değil ki. Hayali ve cesareti olan her kişi uzun turlara çıkar, kendi öz imalatlarını yaratabilirler. 

Ah bir de bagaj çantanız içerisinde derme çatma çadırınız varsa, ne duruyorsunuz o vakit, derim, gidin yarın başlayın hemen! Benim öne sürdüğüm ve olmadığımı üstüne basa basa anlattığım gibi bisikletçi olmak zorunda değilsiniz. 

Kusursuzlukta olgunluk böyle buyurur çünkü. 

Zannedersem gelecek on yılımda bisiklet benim yaşantımda en aktif ulaştırma araçlarından biri olarak arşivlerime girecek. Daha da uzun sürer mi bilemiyorum, bekleyeceğiz ve göreceğiz. Ama şimdiden iddia ediyorum o gün geldiğince bile ben yine kendimi ‘bisikletçi’ addetmeyeceğim. Dileyen bacaklarındaki kılları kazıyabilir, böyle bir niyet benim aklımın ucundan katiyen geçmez. Ancak ihtimâl dâhilindedir; bisikletimin lastiği patladığı zaman, üstesinden geleceğim sanrısıyla, bir umutla üstüne eğilir, patlağı yamamaya çalışır, yok ama beceremiyorsam, o zaman yukarı doğru kıvırırım eşofmanımı, gösteririm güzel kıllı bacağımı, belki bir hatun araba sürücüsü beni görür de yardım eder lastiğimin tamirine. Şortum varsa paça kıvırmama gerek de kalmaz hani. 

Tur velespitiyle büyük turları düşlemek yaşanabilecek maceranın hasının gerçek hayatla bir sınavı olabilecektir benim için. Zira normal bir hayat ile çılgın bir hayat arasında seçebileceğim bir program olarak görmüyorum yapmak istediğim dünya turunu. Zamanında ‘normal’ bir hayatı ben de yaşadım. Çok çalışıp, çok iyi paralar kazandım, iyi yaşamaya çalıştım, yaşadım da; çeşit çeşit dostluklar edindim. Yerleşik bir düzenim farklı bölgelerde de olsa hep vardı. Ama ne para, ne pul, benim dünya görüşümü değiştirmeme engel olamadı. Ben Marksist kalmaya, sosyalist dünya görüşümden, inandığım değerlerden taviz vermemeye, elimdeki imkânlarla ihtiyacı olanlara yardım etmeye hep devam ettim. Şimdi, yani bugün, ucundaki flama ne kadar eskidiyse de, o onurlu çıtayı biraz daha yükseltiyorum. Normal sınırlarımı aşıyorum. Anormal bandına geçiş de diyebilir bazıları. Bana ne. Evet, çılgın bir projenin peşindeyim ve ben bu çılgınlığı sonuna kadar götürmeye adayım. Yerleşik düzenden vazgeçeli tam dört sene oldu. O gündür bu gündür kural dışı alanlarda hep kendimi test ediyorum. Kiminde başarılı, kiminde başarısız olduğumu görüyorum. Ama ölçü kime göre. “Ağlama değmez bu hayat” diyebileceğim bir noktadayım ve delifişek maceralarıma başlayacağım günleri iple çekiyorum. 

Sanırım bu uzun yolculukta değişik nedenlerden dolayı, bisiklet herkesin harcı değil maalesef, hele uzun bir tur serüveni yapmak istiyorsan kesinlikle kafada da hazır olman gerekiyor, ben yalnız kalacağımı öngörüyorum. Belki aralarda ailemden katılanlar olur, olursa bundan kıvanç duyarım. Ama herkesten bir yol arkadaşı olmaz. Çünkü kafaca uyuşamayız. Birbirimize engel oluruz. Çünkü aynı şeyleri planlıyor olmamız mümkün değil. Buna geçmişte bazı dostlarla birlikte yaptığımız uzun araba turlarında çok yakından tanık oldum. Nerede çokluk orada... sözü boşuna değil. Ya acınacak ortama katlanıyorsun, ya da kafana göre hareket etmeye devam ediyorsun. Oysa grup psikolojisini çok severim. Ama hepsi bir yere kadar. En azından aile fertlerimle baş edebileceğim bir noktada ilerliyorum. Sıkıntılar doğsa da birbirimizi sevgiyle, muhabbetle idare edebiliyoruz. Arkadaşlarla böyle olmuyor maalesef. Oluyormuş gibi görünüyor, iş bittikten sonra kulağa hiç hoş gelmeyen şeyler duyuluyor. Hatta bazen bitmesi bile beklenmeden, sürerken patlıyor. 

Velespitte yalnızlık psikolojisi ile ilgili belki hacimli bir makale yazabilirim. Şimdilik zırvalama bu kadarcık olsun. 

Yalnız olabilirim ama başlarken illa ‘fit’ ve kuvvetli olacağım diye bir şey kapsama alanım dışındadır. Yani gerekli değil. Ki, zaten yollar devam ederken her ikisine de kavuşabileceğimi seziyorum. Bir diğer konu da şişkin cüzdanlı olmak durumunda değilim. Hatta şuna inanıyorum: ne kadar az para, o kadar uzun ve kalıcı bir dizi hatıra... Ayrıca akıl küpü, yetenekli, hünerli veya pratik olmaz zorunluluğum da yok. Nasılsa bir öğrenim süreci her zaman olacak. İlla ‘profesyonel’ bir yerlere yazılıp, verilen anlamsız paralarla elde edilecek absürt eğitimlerle çıraklık döneminden geçeceğim diye bir prensip mi var da ben durup dururken buna atlayacak ve zihnime kazıyacağım! Her şey kendi ellerimde ve kıllı bacaklarımın kuvvetinde. Eğer Trakya’nın enfes yemeklerinden yiyip, birkaç kadeh de buzlu rakıyı mideye indirip, bir çınar ağacının altında sızıp kalmayı istemiyorsam, doğru yolu bulabileceğime ve muhtemelen yolculuk sürecini en iyi şekilde yönetebileceğimi zannediyorum. 

Diğer bir deyişle, velespitle seyahat ben nasıl istersem öyle olabilendir. 

Ben yazarken bile şaka yollu aldandığım oluyor yazdıklarıma. Lafta her şey kolay görünüyor insana. 

Bulvar tiyatrosundan bir sıvışma yolu açabilir miyim kendime acep? İş makinelerini, patlamış lağımı, toplanıp da uzun uzun izleyenlerin hiç eksilmediği bir temaşa toplumunun, izleme konsantrasyonunu skeçlere uyarlı olarak koruyabilmesi, bir garip çelişkidir. Hadi, babacığım, geçtik tafsilatlı yorumdan, karınca kararınca müdahaleden, kırmızı halıyla dokunmuş alt metin farkındalığından, geniş izleme konsantrasyonundan bahsediyoruz şuracıkta. Genetik “bulvar” oyunlarında, işler karmaşıklaşır, içinden çıkılması güç hal alır, izleyici tam kopma noktasına gelir, diyelim bir Gönül Ülkü hanımefendi çıkar, ‘gabi’ Gazanfer ustaya, “Aman Hüsnüüü, biz sana bir oyun oynadık, aslında şöyle şöyleydi, hepsi numaraydı” der, cümleten ferahlanır. Durum izahı için kafa patlatmaktan kurtulunur, sahneleyenler o işi üstlenir! 

I ıh... Sıvışamadım. Keşke dünya çapındaki fırdöndü, mesnetsiz “Uluslarası İlişkiler”i yazsaydım. Boşa döndü dolandı dil. 

Finali tüm dünyanın gözünde afişe olmuş 11. Tez’le yapayım bari: “Aslolan değiştirmektir.” Ne yönde değişeceğinden bahis var mı burada? Dünya değişmiyor mu, o malum memleket değişmiyor mu, Ortadoğu, Avrupa, Asya değişmiyor mu? Kimmiş bu değişimin dinamiklerini destekleyenlerin bonkör devrimciliğini sorgulayan? 

Hamlet’e bak sen: “Ekonomi, Horatio, ekonomi! Cenaze sofrasında sıcak yenen yemekler, düğün sofrasında soğuk verildi... 

Bu günlük bu kadar diyelim... Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla...

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Bisiklet  

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ESİNTİLER] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***