Bütün dünler bugünleri aydınlatan fenerlerdir. |
Artık Bir Beton Mezarlığıdır Şakacı Sokak
“Mazi iyice yükünü alıp geleceğin ise sayılı yılları kaldığı zaman insan hatıraları ile yaşamaya, hep onları anmaya ve anlatmaya başlar. Bu belki de geçmişin artık kabına sığamayışı, bir manada sahibini zorlayışıdır. Bu zorlayış en çok kişide anmanın ve anlatmanın ötesine geçerek yazma arzusunu da körükler... Maziden ibaret hale gelmiş bir hayatın artık gelecekten pek fazla bir beklentisi yoktur. O mazi bilhassa yalnızlık anlarında insanın beynini kurcalar, hafızasına epeyce jimnastik yaptırır... İçinde yaşadığı zamanın geçmişinden farklılığı sebebiyle geçmişine duyduğu hasret bu yazma isteğini daha da şiddetlendirir. Hele birkaç nesli kaplayacak bir değişikliği bir ömürlük zaman içinde yaşamışlardan ise...”
Bir
günümüz bile sensiz geçmezken
Şimdi
mezarına hasretiz KAZASKER’im...
Issız bir
mezarlık, kimsesiz bir yer
Gölgesinde
ulu, loş bir mâbedin
Bir yığın
toprakla bir parça mermer
Sırrıyla
haşr olmuş orda ebedin.
Bir yığın
toprakla bir parça mermer,
Üstünde
yazılı yaşınla, adın;
Başucunda
matem renkli serviler
Hüznüyle
titreşir sanki hayatın.
Seni
gömdük ŞAKACI SOKAĞIM yıllarca evvel
Gözyaşlarımızla
bu sevdalı yere
Kimsesiz
bir akşam ziyaya bedel
Matem
dağıtırken hasta kalplere.
Kimsesiz
bir akşam, ezelden yorgun
Hüznüyle
erirken Kozyatağı da sessiz,
Erenköy de, Bostancı da, Suadiye de
Öksüzlük
denilen acıyla vurgun
Şimdi bir başka ölüyüz bu toprakta biz. (*)
(*) Ahmet Hamdi Tanpınar, “Annem İçin”. (Şiirde geçen bazı sözcüklerin yerine bizim semtlerin isimlerini ben yerleştirdim.)
BAZEN BAHÇELİ BİR EVİN ÇİÇEKLİ KOKUSU BAZEN DE SOKAĞA DÜŞEN O YEŞİL GÖNÜLLÜ YAPRAKLAR…
Zaman hızla akıp giderken ve geçmişten teselli bulmaya çalışırken o müthiş değişimlere uyum sağlayıp sağlamama meselesi değildir. Belki uyum sağlayamayanlar için bir özür sayılabilir ve varlığı ile çocukluğunu, gençliğini özler durur diyebiliriz. Bununla beraber kişisel olarak hiçbirimizin reddedemeyeceği bir öz geçmişi olmuştur. Bu geçmişin içinden büyüyerek bugünlere gelmişizdir. Tıpkı anneannelerimiz, babaannelerimiz, dedelerimiz sonrasında da annelerimiz ve babalarımız vesaire gibi...
İşte; kâh orada kâh burada... Geçmişe dalan kimi buğulu gözler, kim bilir belki de 49 yaşında amansız bir hastalığa yenik düşmüş o büyük şahsiyeti, o güzel kumral saçlı mavi gözlü kadını, annemi anıyorlardır, o da keşke aramızda olsaydı diye iç geçiriyorlardır... Kimine anne, kimine kız kardeş, kimine de dünür...
Şimdi yolumuz
düşmüş sayalım diğer uca
Önce elli beş
plaka; sonradan olma
Yetmiş yedi
kapı no’lu çamlı konağın
Mehmet
dedemizin dul annesi, mukavemetli
Ninemiz Münevver
Hanım
Birinci
Emperyalist Harp’ten tutsak
Eşi
döndüğünde paylaştırılan toprak üstünde
Pek de
delikanlı zanaatkâr Mehmet dedemiz
Diktiğinde
iki katlı heybetli beton konutu
Sıcak bir yaz
gecesi bir fırsatta kaçmıştı
Nur yüzlü
babaannemiz Cemile Hatun
Geride bıraktığı
on iki dişli Nur-ettin ile
Altılı ganyan
Muh-ittin’i
Bahçe o vakit
tohumlanmış, bağ bağlık saklanmış
Meyveler pir
gelmiş ardı ardına
Rahmet duası
nefeslenmiş soluk borularında
Deyi anlatır
dururlardı...
Derken onlar
geldiler usulca;
öçlerini aldılar:
önce çamları devirdiler,
cevizleri indirdiler,
akasyaları kestiler,
sonra gururlarını
kırdılar çocukların,
çağdışılığın
anılarını ağlayan bahçelerde
çukurlara gömdüler...
Sözgelimi; sizi bilemem, ama ben bir dirhem çırpı bacakken müthiş bir Nazım; bir de minikken dehşet bir Baudelaire âşığıydım.
Bir
tapınaktır doğa, sütunları canlı
Anlaşılmaz
sözler duyulur zaman zaman
Sembol
ormanları içinden geçer insan
Tanıdık
bakışlar süzer gibidir sizi
Bir
derin, bir karanlık birlik içinde
Aydınlık
kadar sonsuz, gece kadar geniş
Uzaktan
söyleşen uzun yankılar gibi
Renkler,
sesler, kokular karışır birbirine
Kokular
vardır çocuk tenlerinden taze
Obua
sesinden tatlı, çayır gibi yeşil
Kokular
da vardır azgın, zengin, gürül gürül
İnsana
sonsuz şeylerin tadını veren
Misk,
amber, aselbent, buhur gibi kokular
Duyuları, düşünceyi alıp götüren (*)
(*) Charles Baudelaire: “Çoklukta Birlik”
(**) Charles Baudelaire (9 Nisan, 1821 – 31 Ağustos, 1867) 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden. 1821’de Paris'de doğdu. Mutsuz bir çocukluk geçirdi. Babası 1827’de öldü. 1839’da okuduğu okuldan disiplinsizlik yüzünden atıldı. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Quartier Latin'de bohem bir hayatı seçti. Burada Frengiye yakalandı. 20 Yaşında Hindistan'a gitmek üzere yola çıktı. 1842’de Fransa’ya döndü. Sonradan metresi olan Jeanne Duval ile tanıştı. Babasının mirasını aldı ancak bu parayı hesapsızca harcadığı için ailesi miras hakkını geri aldı. 1846’dan sonra Kötülük Çiçekleri kitabına girecek şiirlerini yazmaya başladı. 1847'de Edgar Allan Poe'yı keşfetti ve eserlerini Fransızcaya çevirmeye başladı. 1848’de devrimcilerin yanında yer aldı. 1857’de Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) (Elem Çiçekleri) kitap olarak yayınlandı, içindeki altı şiir kamu ahlâkına aykırı bulunduğu için Baudelaire hakkında dava açıldı. 1860’da Yapay Cennetleri yayınladı. Bu eserde de uçlarda gezinen bir kişilik sergiledi. Bir tür otobiyografi olan Çırılçıplak Soyulan Yüreğim üzerine çalıştığı ve 1862’de "Paris Sıkıntısı" adıyla düzyazı şiirlerini yayımladığı sırada frenginin yan etkileri giderek kendini daha fazla hissettirmeye başladı. İki yıl kaldığı Belçika’dan dönüşünde felç olan sanatçı 31 Ağustos 1867 tarihinde Paris’te 46 yaşındayken öldü. Mezarı Paris Cimetière du Montparnasse'dadır. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal-1857) ve Paris Sıkıntısı (Le Spleen de Paris-1869), Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzları olur. Gerek klasik geleneğe, gerekse egemen çağdaş zihniyetlere karşı isyanı ve gerçekliğe kafa tuttuğu imgelemi, zamanında şiirlerinin yasaklanmasına kadar varan düşmanlıklar uyandırır. Sonradan bu başkaldırı ve imgelem, öncü sanat ve edebiyatın çekirdeğini oluşturacaktır. [Vikipedi]
Böyle duygusal birlikteliği çığrıştıran şairin bir de “Kuğu” başlıklı şiiri vardır...
Bu şiirin ikinci bölümünde Paris’in ürkünç biçimde değişmekte olduğundan bahseder, bu yüzden de eski ve yeni yapıların, mahallelerin, taşların, kendisine alegorik göründüğünü belirtir ve “anılarım kayalar gibi ağırdır” diye ekler. Öfkeyle düş kırıklığının iç içe geçtiği şiirin daha sonraki bir dizesi yürek burkucudur: “Düşünüyorum, asla bulunmayacak bir şey yitireni”...
İşte her daim yaşam düşlerime mazhar olmuş Kazasker ve çevresi de böyle bir değişim çemberinden geçmiş rant peşinde, aile bütçesine müşterek getirim biçiminde rahatlık arayanların bugün nasıl içinden çıkılmaz bir karanlığa gömüldüklerine şahit olmuştur. Ancak ekonomik çarkın feleğinde, kazançların varsayımı yitirilenleri ısrarla görmeyi engellediği gibi müzeye kaldırılmış sokağı girdiği koma halinden çıkarmak da artık mümkün değil.
Aslında bu saçma sapan alegorik değişimin yetmişlerin sonlarına doğru başladığını, seksenlerde füze hızında ilerlediğini ve doksanlara gelindiğinde artık boş bir arsanın bile kalmadığını yerinde beton mantolu gökdelenlerin sivrilmiş olduğunu tespit etmek isterim. Eğer aralarda birkaç bahçeli ev kalmışsa bunun bu gökdelenlere karşı sergilenmeye çalışılan bir direniş ruhu olduğu sanılmasın. Göbekteki görüntü ya nesilden gelen tapusal bir miras kavgasına yenik düşülmüşlüğün tablosudur, ya da imar kanunun olanak tanımadığı ve bazı kamusal zorlukların yaşandığı engellere takılmış olmanın lakonik eseridir.
Dün gibi çok iyi anımsıyorum.
1984 yılının sonuydu ve Londra’dan bir sömestr tatilini fırsat bilip beş yıl aradan geçtikten sonra yeniden doğduğum mahalleme havadan diklemesine ayak bastığım zamandı. Karanlık iyice çökmüş, alafranga sokak lambalarının bile yüksek binaların gölgesine takıldığı, gece yarısının hayli ilerlemiş bir vaktiydi ve ben kimselere haber vermemiştim. Havaalanından tuttuğum cep-taksi ile Kazasker’e yönelmiştik. İşte o gece ben hayatımda ilk defa Kazasker’imi tanımamış, semtimi epeyce geçmiş, nedense ancak bir süre sonra geçtiğimin farkına varmış ve cep-taksiyi Bostancı Dörtyol’dan tekrar gerisin geriye çevirtmiştim. Korkunç bir tecrübeydi benim için ve daha o zaman bizim ev bir apartman dahi değildi. Yani kocaman blokların arasında cücük gibi kalmış bir bahçe içinde miras anlaşmazlığı sürüyordu. Kimine göre zararsız, kimine göre frenleyici olan bahçemizin bu eskiz vaziyeti, yalnızlığı seçmiş tren yolu başıboş çocuklarının mahzunluğunu ifade ediyordu. Ve ben çevreme hicran dolu baktığımda pencerelerden dışarı sızan parıltılı ışıkların yansımasında ne ay’ı doyasıya görmem olanaklıydı ne de sıcak insan suretlerini...
Gerçi adının
bile mizahçıyı onore eden
Bu “Şakacı Sokak” ve yakın etrafının
O geçmiş
devirde atlı arabalarından başka
Bir vasıtası
mümkün olmayan
Hatta
varsıllar kulübüne gedikli olanların
Altında tek
tük ithal otomasyonların
Selama
durduğu Anadolu çelik raylı projesi
Haydarpaşa-Bağdat
rotalı demiryolu hattı
Pek çok namlı
simanın yerleştiği
Yağlı
köşklerden tek bacalı bahçeli hanelere
Birlikte
yaşamayı gurur yapmadıkları söylenir
Nicedir
sahili dolma komşu yollara nispet
Uzuncadır
Arnavut taşlı sonra asfalt döşemelidir
Ve mülkiyet
değiştirmiş olsa bile dedikodudur
Bahçelerde
mevzun yemişli ağaç gövdeler
Rengârenk
çiçeklerden gizemli şaheserler
Tabulara taş
çıkartacak cinsten mahrem şaleler
Hem de aslen
mutlakıyet soyundan Kazasker
Hem de birazı
ahşap birazı kâgir ama çoğu taştır
Ortada isim
babası Hilmi Paşa’dır
Ve nice resim
elli sanatkârlarının resmettiği
Tuval donlu
kartonların üzerinde karakalemli
Bizim
dönemimizde de cümle bilgin olduğu gibi
Cumhuriyet’ten
ellilerin son kederine terk edildiği
Ve altmışların
doğurduğu canların kafa sayısı kadar
Ünlü
bürokrat, nazır, vezir, paşa, eşraf, erkân
Ve de doktor,
bakkal, tüccar, arabacı, hocalarla
Meskûn mahal ikamet edilmiş olduğu da fişlenmiştir
Sözünü ettiğim gibi aradan geçen uzun bir ayrılık süreci sonrası 1984’ün Aralık ayında doğuş anımdan itibaren çocukluğumun ve ilk gençliğimin 16 yılını geçirdiğim Kazasker’e gitmiştim. Tatil iznim üç hafta sürecekti. Kaldığım süre içinde o çok geride kederle bıraktığım yılları şişercesine koklamak, inadına kalmayı sürdüren tanıdık simaları bulmak umudunu taşıyarak kapıları çalmak istemiştim. Öyle ki kalktığım ilk sabah benim gündüzüm değildi. İri gövdeli çamları arkamda bırakıp dışarı saldığımda kendimi, hatta bir sol tarafıma, Kazasker meydanına, bir de sağ tarafıma, Kozyatağı bozcasına, titrek ayaklarımla yürüdükten, bir iki sokak, birkaç ara yollar geçtikten sonra, şaşkınlıktan dona kalmıştım.
Yahu nereye gitmişti bu “şakacı” mahalleler! Resmen mahalle diye bir şey yoktu orada. Sanki yer yarılıp yerin dibine girmişti her biri.
Ve yine yıllar sonrasıydı. Ne o eski “Şakacı Sokak” ne de “Mehmet Sayman Konak” vardı. Tıpkı diğer komşu çizgideki bahçeler içinde yeşermiş tek katlı veya iki, hadi bilemediniz, üç katlı haneler gibi yok olmuşlardı. Şakacı Sokak’ı, adım başında beton bloklarla donatarak canına okuyan orantısız imar, geçmişe odaklı canlı hafızaların da canına okumaya hazırlanmıştı. Bir tarihte yaşadığım mitolojik fıkırdak anılarım, Baudelaire’in dizesindeki gibi “lök gibiydi kayalıklardan” ama buzultaş düşmüş beynime yerleştirebileceğim, hatta hayatta tutabileceğim, gözlerimde canlandırabileceğim boyut yerle bir edilmişti.
Heyhat işte
böyle
Ama zaman
tünelinin girişinde dursun
Kazasker Şakacı Sokağımız biraz öyle
Ve biz
sürdürelim bahçeli evler masalımızı
Ve daha yakın
mercekten gözleyelim
Yetmiş yedi
kapı no’lu ev ile sokağımızın onlarca hanesine
Sanırım
Kozyatağı cephesinden başlardı
Teneke
üzerine yazılı ve bahçe duvarına çivilenmiş
Kapı
numaraları
Bir kapı no
olsa gerek Kozyatağı Havuzbaşı
Son numara
ise Kazasker deki esnaf âlemi
Peki, biz
şimdi büyükten küçüğe sıralayalım
Ya da sokağın
aşağısından yukarıya başlayalım
Ama esnafı
hoplayıp konuk olalım berhanelere
Ve poyrazı
önüne almış, lodosu da arkasına
Her yontu taş
ilk çakıldığı gibi yerli yerinde
Mehmet
dedemizin aklı şura’sı bu ya
Ektiği altın
keseleri her bir temel taşı altında
İki yana
devleşmiş çam kozalaklı çamları ardında
Ve çukurun
üst tarafında kalan sokağa meyilli
Komşu
sınırları taş duvarlar arkasında kalan
Ulu dutlar,
cevizler, incirler ile bezenmiş
Tohumlarını
veren yaşlılarımız gibi kocamış
Ve etrafını
çevreleyen yeşil dokulu
Her dönem
konforlu saltanat harcına bulaşmış
Mütevazı
bahçeliklerinde sade evleri
Kimi balkonlu
kimi cumbalı kimi de taraçalı
Ve bence
çıngırdaklı ekseri görkemli
Hizaya
geldikleri sokağa paralel
Sessiz ve mağrur idiler
Kimi sokaklara mesken tutmuş evler, yaşadığı tarihleri ile kimi sokaklara ikamet kurmuş haneler, dillere destan güzellikleri ile gönüllere taht kurarken, Şakacı Sokak’ı konutları kendi halinde akan bir su gibi sakin ve her bir bahçenin içinde mutlaka yer bulmuş sembolik bir ağaç gibi ağırbaşlı, geleceğinin hayalini kurmak için geçmişinde durmuş gibi biraz utangaç poz keserlerdi Şakacı Sokak’ına karşı...
Şimdi bu sokağın küçük bir parçasında o günleri bir kez daha naklen yaşar gibi tertiplemeye çalışayım:
Kazaskerin göbeğini işgal eden Çarşı meydanından Hilmi Paşa kavşağına kadar sokağa cephe sınırında ilerlediğinizde sol kolda üç katlı binaları (Handan Apartmanı ile İkizler Apartmanı), hemen yanı başında yer alan bir çıkmaz sokak içinde şipşirin bungalovları, devamında demir parmaklıkla çevrili bahçesinde sütçülük yaparak geçim sağlayan bir ailenin yaşadığı iki katlı betonarme bir evi, taş duvarla çevrili bahçe içindeki Aliye ablaların (Muharrem ağabeylerin) tek katlı taşkın kondu’yu, mahallenin en göze çarpan varsıllardan sayılabilecek tabiplerin derin ve büyükçe bahçesindeki iki katlı alengirli köşkü...
Tümcan familyanın baş konukları Naciye Hanım teyze ile Cevdet Bey amcanın (adları gibi kendileri de güzel olan iki kızları: Gülzerin ile Güzin ile birlikte) yaşadığı iki katlı sevimli ahşap evi... Sırasıyla ona komşu küçük bir parsel içinde oturan Havva Hanım teyzenin tamtakır evini, Bedia Hanım teyze ile Necati Bey amcanın gül bahçesine donanmış iki katlı baldudak evini elinizle koymuş gibi bulabilirdiniz.
Şakacı komşular arasından bir sıcak gülümsemeyle selamlayarak geçtiğinizde; Hilmi Paşa kavşağının kesiştiği noktada yüksek taş duvarlara sığınmış kocaman koruluk bir meydan içinde ailesiyle birlikte oturan, Hayrettin ağabeyimin yaşıtlarından, Cengiz ağabeylerin fıstık çamı aromalı natürel evlerine varabilirdiniz...
Başınızı çarşı meydanında dik tutup sağ yöne çevirdiğinizde ise önce kâgir tek katlı ahşap evi yakalayabilir, sonra önünde küçük bir havuzu olan Kevser ablaların üç katlı süper ‘apartmanı’... bir adım sonrasında ise Raif amcaların bir dizi yığışım meskenini... Eligül familyasının hanedanlık parselinde mülk sahibi paytoncu dede ile Hadiye Hanım teyze, Ayşe abla ile Tahsin ağabeyin, Emel Abla ile Turgut ağabeyin oturduğu bungalovları... hemen bitişik nizamda bir uzun bahçe duvarı kadar sınırdaş komşuları Yüksel familyanın (Münevver Hanım teyze ile Muzaffer Bey amcanın) ehil bir bahçıvan eli değmiş bahçe içindeki üç katlı abidemsi evlerini avuçlarınız içinde tutabilir, yanı başında Şakacı Sokak’a en az elli metre kadar geride kalmış bahçelerine uzanan hafif meyilli toprak yoldan aşağı indiğinizde de Kutun familyadan Gülsüm Hanım teyze ile Abdullah Bey amcanın baştan tek katlı, sonra ailenin biricik oğlu Yakup Kutun’un günü gelip evlendiğinde üste çıkılan ‘protez’ katla beraber iki kata dönüştürülen evlerine uğrar, kendilerini bir fincanlık Türk kahvesi için ziyaret edebilirdiniz...
Sınır komşumuz sayılan bu bitişik muhlis evden sonra bizim meşhur yetmiş yedi kapı no’lu bahçe gelmektedir. Şakacı Sokak seviyesinin altında kalan hamarat bahçenin hem ön hem arka tarafında birbirinden bağımsız iki katlı konutlar oturtulmuştur. İki dönüm içinde yok yoktur...
Diğer sınır komşumuz ise Mehmet dedemin en küçük kardeşi İhsan amcamız ile eşi Necla yengemize ait aynı büyüklükteki adına çim dedikleri sert otlarla dokunmuş bahçe içindeki tek katlı bungalov evleridir. Sonrasında ise küçük parsellere inşa edilmiş tek katlı bahçeli evler sıralanır ki, bunlardan ilki Hocaların (Fatma teyzelerin) evidir. Yanı başında da Güllü Hanım teyze ile Kazım amcanın evi yer almaktadır...
Bir anlamda dört yol ağzı olan Hilmi Paşa kavşağının dört köşesini tutan bahçeli evler arasında topu topu yedi ilâ on metrelik mesafe söz konusudur.
Seref Sayman
Saros
Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019
(*) Önceki Makale: Witches of the City ~ Cadılar
Şehri
(*) Sonraki Makale: Where do I begin? ~ Nereden başlamalı?
***…***
[ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ]
>>> [İçerikDizini]
***…***