Gökyüzü Neden Başımıza Düşmüyor?


Bütün dünler bugünleri aydınlatan fenerlerdir.

Artık Bir Beton Mezarlığıdır Şakacı Sokak

Mazi iyice yükünü alıp geleceğin ise sayılı yılları kaldığı zaman insan hatıraları ile yaşamaya, hep onları anmaya ve anlatmaya başlar. Bu belki de geçmişin artık kabına sığamayışı, bir manada sahibini zorlayışıdır. Bu zorlayış en çok kişide anmanın ve anlatmanın ötesine geçerek yazma arzusunu da körükler... Maziden ibaret hale gelmiş bir hayatın artık gelecekten pek fazla bir beklentisi yoktur. O mazi bilhassa yalnızlık anlarında insanın beynini kurcalar, hafızasına epeyce jimnastik yaptırır... İçinde yaşadığı zamanın geçmişinden farklılığı sebebiyle geçmişine duyduğu hasret bu yazma isteğini daha da şiddetlendirir. Hele birkaç nesli kaplayacak bir değişikliği bir ömürlük zaman içinde yaşamışlardan ise... 

Bir günümüz bile sensiz geçmezken

Şimdi mezarına hasretiz KAZASKER’im...

Issız bir mezarlık, kimsesiz bir yer

Gölgesinde ulu, loş bir mâbedin

Bir yığın toprakla bir parça mermer

Sırrıyla haşr olmuş orda ebedin.

Bir yığın toprakla bir parça mermer,

Üstünde yazılı yaşınla, adın;

Başucunda matem renkli serviler

Hüznüyle titreşir sanki hayatın.

Seni gömdük ŞAKACI SOKAĞIM yıllarca evvel

Gözyaşlarımızla bu sevdalı yere

Kimsesiz bir akşam ziyaya bedel

Matem dağıtırken hasta kalplere.

Kimsesiz bir akşam, ezelden yorgun

Hüznüyle erirken Kozyatağı da sessiz,

Erenköy de, Bostancı da, Suadiye de

Öksüzlük denilen acıyla vurgun

Şimdi bir başka ölüyüz bu toprakta biz. (*) 

(*) Ahmet Hamdi Tanpınar, “Annem İçin”. (Şiirde geçen bazı sözcüklerin yerine bizim semtlerin isimlerini ben yerleştirdim.) 

[📷 Benim Saros’um, Mart 2012.] 

BAZEN BAHÇELİ BİR EVİN ÇİÇEKLİ KOKUSU BAZEN DE SOKAĞA DÜŞEN O YEŞİL GÖNÜLLÜ YAPRAKLAR… 

[📷 Sutton Coldfield, İngiltere, Eylül 2007.] 

Zaman hızla akıp giderken ve geçmişten teselli bulmaya çalışırken o müthiş değişimlere uyum sağlayıp sağlamama meselesi değildir. Belki uyum sağlayamayanlar için bir özür sayılabilir ve varlığı ile çocukluğunu, gençliğini özler durur diyebiliriz. Bununla beraber kişisel olarak hiçbirimizin reddedemeyeceği bir öz geçmişi olmuştur. Bu geçmişin içinden büyüyerek bugünlere gelmişizdir. Tıpkı anneannelerimiz, babaannelerimiz, dedelerimiz sonrasında da annelerimiz ve babalarımız vesaire gibi... 

İşte; kâh orada kâh burada... Geçmişe dalan kimi buğulu gözler, kim bilir belki de 49 yaşında amansız bir hastalığa yenik düşmüş o büyük şahsiyeti, o güzel kumral saçlı mavi gözlü kadını, annemi anıyorlardır, o da keşke aramızda olsaydı diye iç geçiriyorlardır... Kimine anne, kimine kız kardeş, kimine de dünür... 

[📷 Bakımlı bahçenin hali bir başka oluyor. Soldan sağa: Hayrünisa ablam, Zehra teyzem & kayınvalidem Sebahat Işık, Saros, Ağustos 2006.] 

Şimdi yolumuz düşmüş sayalım diğer uca

Önce elli beş plaka; sonradan olma

Yetmiş yedi kapı no’lu çamlı konağın

Mehmet dedemizin dul annesi, mukavemetli

Ninemiz Münevver Hanım

Birinci Emperyalist Harp’ten tutsak

Eşi döndüğünde paylaştırılan toprak üstünde

Pek de delikanlı zanaatkâr Mehmet dedemiz

Diktiğinde iki katlı heybetli beton konutu

Sıcak bir yaz gecesi bir fırsatta kaçmıştı

Nur yüzlü babaannemiz Cemile Hatun

Geride bıraktığı on iki dişli Nur-ettin ile

Altılı ganyan Muh-ittin’i

Bahçe o vakit tohumlanmış, bağ bağlık saklanmış

Meyveler pir gelmiş ardı ardına

Rahmet duası nefeslenmiş soluk borularında

Deyi anlatır dururlardı...

Derken onlar geldiler usulca;

öçlerini aldılar: önce çamları devirdiler,

cevizleri indirdiler, akasyaları kestiler,

sonra gururlarını kırdılar çocukların,

çağdışılığın anılarını ağlayan bahçelerde

çukurlara gömdüler... 

[📷 Mehmet Sayman ‘Konak’; Tümcan ailesinin bahçesinden göründüğü kadarıyla (1959).] 

Sözgelimi; sizi bilemem, ama ben bir dirhem çırpı bacakken müthiş bir  Nazım; bir de minikken dehşet bir  Baudelaire âşığıydım. 

Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı

Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman

Sembol ormanları içinden geçer insan

Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi

Bir derin, bir karanlık birlik içinde

Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş

Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi

Renkler, sesler, kokular karışır birbirine

Kokular vardır çocuk tenlerinden taze

Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil

Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül

İnsana sonsuz şeylerin tadını veren

Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular

Duyuları, düşünceyi alıp götüren (*) 

(*) Charles Baudelaire: “Çoklukta Birlik” 

(**) Charles Baudelaire (9 Nisan, 182131 Ağustos, 1867) 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden. 1821’de Paris'de doğdu. Mutsuz bir çocukluk geçirdi. Babası 1827’de öldü. 1839’da okuduğu okuldan disiplinsizlik yüzünden atıldı. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Quartier Latin'de bohem bir hayatı seçti. Burada Frengiye yakalandı. 20 Yaşında Hindistan'a gitmek üzere yola çıktı. 1842’de Fransa’ya döndü. Sonradan metresi olan Jeanne Duval ile tanıştı. Babasının mirasını aldı ancak bu parayı hesapsızca harcadığı için ailesi miras hakkını geri aldı. 1846’dan sonra Kötülük Çiçekleri kitabına girecek şiirlerini yazmaya başladı. 1847'de Edgar Allan Poe'yı keşfetti ve eserlerini Fransızcaya çevirmeye başladı. 1848’de devrimcilerin yanında yer aldı. 1857’de Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) (Elem Çiçekleri) kitap olarak yayınlandı, içindeki altı şiir kamu ahlâkına aykırı bulunduğu için Baudelaire hakkında dava açıldı. 1860’da Yapay Cennetleri yayınladı. Bu eserde de uçlarda gezinen bir kişilik sergiledi. Bir tür otobiyografi olan Çırılçıplak Soyulan Yüreğim üzerine çalıştığı ve 1862’de "Paris Sıkıntısı" adıyla düzyazı şiirlerini yayımladığı sırada frenginin yan etkileri giderek kendini daha fazla hissettirmeye başladı. İki yıl kaldığı Belçika’dan dönüşünde felç olan sanatçı 31 Ağustos 1867 tarihinde Paris’te 46 yaşındayken öldü. Mezarı Paris Cimetière du Montparnasse'dadır. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal-1857) ve Paris Sıkıntısı (Le Spleen de Paris-1869), Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzları olur. Gerek klasik geleneğe, gerekse egemen çağdaş zihniyetlere karşı isyanı ve gerçekliğe kafa tuttuğu imgelemi, zamanında şiirlerinin yasaklanmasına kadar varan düşmanlıklar uyandırır. Sonradan bu başkaldırı ve imgelem, öncü sanat ve edebiyatın çekirdeğini oluşturacaktır. [Vikipedi] 

[📷 Nazım Hikmet & Charles Baudelaire] 

Böyle duygusal birlikteliği çığrıştıran şairin bir de “Kuğu” başlıklı şiiri vardır... 

Bu şiirin ikinci bölümünde Paris’in ürkünç biçimde değişmekte olduğundan bahseder, bu yüzden de eski ve yeni yapıların, mahallelerin, taşların, kendisine alegorik göründüğünü belirtir ve “anılarım kayalar gibi ağırdır” diye ekler. Öfkeyle düş kırıklığının iç içe geçtiği şiirin daha sonraki bir dizesi yürek burkucudur: “Düşünüyorum, asla bulunmayacak bir şey yitireni”... 

İşte her daim yaşam düşlerime mazhar olmuş Kazasker ve çevresi de böyle bir değişim çemberinden geçmiş rant peşinde, aile bütçesine müşterek getirim biçiminde rahatlık arayanların bugün nasıl içinden çıkılmaz bir karanlığa gömüldüklerine şahit olmuştur. Ancak ekonomik çarkın feleğinde, kazançların varsayımı yitirilenleri ısrarla görmeyi engellediği gibi müzeye kaldırılmış sokağı girdiği koma halinden çıkarmak da artık mümkün değil. 

[📷 Şakacı Sokak çevresi, Ağustos 2010.] 

Aslında bu saçma sapan alegorik değişimin yetmişlerin sonlarına doğru başladığını, seksenlerde füze hızında ilerlediğini ve doksanlara gelindiğinde artık boş bir arsanın bile kalmadığını yerinde beton mantolu gökdelenlerin sivrilmiş olduğunu tespit etmek isterim. Eğer aralarda birkaç bahçeli ev kalmışsa bunun bu gökdelenlere karşı sergilenmeye çalışılan bir direniş ruhu olduğu sanılmasın. Göbekteki görüntü ya nesilden gelen tapusal bir miras kavgasına yenik düşülmüşlüğün tablosudur, ya da imar kanunun olanak tanımadığı ve bazı kamusal zorlukların yaşandığı engellere takılmış olmanın lakonik eseridir. 

[📷 Şakacı Sokak çevresi, Mevkure Kardeşler. (Şakacı Koleksiyonu)] 

Dün gibi çok iyi anımsıyorum. 

1984 yılının sonuydu ve Londra’dan bir sömestr tatilini fırsat bilip beş yıl aradan geçtikten sonra yeniden doğduğum mahalleme havadan diklemesine ayak bastığım zamandı. Karanlık iyice çökmüş, alafranga sokak lambalarının bile yüksek binaların gölgesine takıldığı, gece yarısının hayli ilerlemiş bir vaktiydi ve ben kimselere haber vermemiştim. Havaalanından tuttuğum cep-taksi ile Kazasker’e yönelmiştik. İşte o gece ben hayatımda ilk defa Kazasker’imi tanımamış, semtimi epeyce geçmiş, nedense ancak bir süre sonra geçtiğimin farkına varmış ve cep-taksiyi Bostancı Dörtyol’dan tekrar gerisin geriye çevirtmiştim. Korkunç bir tecrübeydi benim için ve daha o zaman bizim ev bir apartman dahi değildi. Yani kocaman blokların arasında cücük gibi kalmış bir bahçe içinde miras anlaşmazlığı sürüyordu. Kimine göre zararsız, kimine göre frenleyici olan bahçemizin bu eskiz vaziyeti, yalnızlığı seçmiş tren yolu başıboş çocuklarının mahzunluğunu ifade ediyordu. Ve ben çevreme hicran dolu baktığımda pencerelerden dışarı sızan parıltılı ışıkların yansımasında ne ay’ı doyasıya görmem olanaklıydı ne de sıcak insan suretlerini... 

[📷 Eski evimiz ve delikanlılığımın bahçesi, Kazasker Şakacı Sokak, (1977).] 

Gerçi adının bile mizahçıyı onore eden

Bu “Şakacı Sokak” ve yakın etrafının

O geçmiş devirde atlı arabalarından başka

Bir vasıtası mümkün olmayan

Hatta varsıllar kulübüne gedikli olanların

Altında tek tük ithal otomasyonların

Selama durduğu Anadolu çelik raylı projesi

Haydarpaşa-Bağdat rotalı demiryolu hattı

Pek çok namlı simanın yerleştiği

Yağlı köşklerden tek bacalı bahçeli hanelere

Birlikte yaşamayı gurur yapmadıkları söylenir

Nicedir sahili dolma komşu yollara nispet

Uzuncadır Arnavut taşlı sonra asfalt döşemelidir

Ve mülkiyet değiştirmiş olsa bile dedikodudur

Bahçelerde mevzun yemişli ağaç gövdeler

Rengârenk çiçeklerden gizemli şaheserler

Tabulara taş çıkartacak cinsten mahrem şaleler

Hem de aslen mutlakıyet soyundan Kazasker

Hem de birazı ahşap birazı kâgir ama çoğu taştır

Ortada isim babası Hilmi Paşa’dır

Ve nice resim elli sanatkârlarının resmettiği

Tuval donlu kartonların üzerinde karakalemli

Bizim dönemimizde de cümle bilgin olduğu gibi

Cumhuriyet’ten ellilerin son kederine terk edildiği

Ve altmışların doğurduğu canların kafa sayısı kadar

Ünlü bürokrat, nazır, vezir, paşa, eşraf, erkân

Ve de doktor, bakkal, tüccar, arabacı, hocalarla

Meskûn mahal ikamet edilmiş olduğu da fişlenmiştir 

[📷 Şakacı Sokak çevresinden tablo gibi bir ev. (Şakacı Koleksiyonu)] 

Sözünü ettiğim gibi aradan geçen uzun bir ayrılık süreci sonrası 1984’ün Aralık ayında doğuş anımdan itibaren çocukluğumun ve ilk gençliğimin 16 yılını geçirdiğim Kazasker’e gitmiştim. Tatil iznim üç hafta sürecekti. Kaldığım süre içinde o çok geride kederle bıraktığım yılları şişercesine koklamak, inadına kalmayı sürdüren tanıdık simaları bulmak umudunu taşıyarak kapıları çalmak istemiştim. Öyle ki kalktığım ilk sabah benim gündüzüm değildi. İri gövdeli çamları arkamda bırakıp dışarı saldığımda kendimi, hatta bir sol tarafıma, Kazasker meydanına, bir de sağ tarafıma, Kozyatağı bozcasına, titrek ayaklarımla yürüdükten, bir iki sokak, birkaç ara yollar geçtikten sonra, şaşkınlıktan dona kalmıştım. 

Yahu nereye gitmişti bu “şakacı” mahalleler! Resmen mahalle diye bir şey yoktu orada. Sanki yer yarılıp yerin dibine girmişti her biri. 

Ve yine yıllar sonrasıydı. Ne o eski “Şakacı Sokak” ne de “Mehmet Sayman Konak” vardı. Tıpkı diğer komşu çizgideki bahçeler içinde yeşermiş tek katlı veya iki, hadi bilemediniz, üç katlı haneler gibi yok olmuşlardı. Şakacı Sokak’ı, adım başında beton bloklarla donatarak canına okuyan orantısız imar, geçmişe odaklı canlı hafızaların da canına okumaya hazırlanmıştı. Bir tarihte yaşadığım mitolojik fıkırdak anılarım, Baudelaire’in dizesindeki gibi “lök gibiydi kayalıklardan” ama buzultaş düşmüş beynime yerleştirebileceğim, hatta hayatta tutabileceğim, gözlerimde canlandırabileceğim boyut yerle bir edilmişti. 

[📷 Mehmet Sayman Apartmanı; Bu kez Tümcan familyanın 3 katlı evi arka planda (Şubat 2008).] 

Heyhat işte böyle

Ama zaman tünelinin girişinde dursun

Kazasker Şakacı Sokağımız biraz öyle

Ve biz sürdürelim bahçeli evler masalımızı

Ve daha yakın mercekten gözleyelim

Yetmiş yedi kapı no’lu ev ile sokağımızın onlarca hanesine

Sanırım Kozyatağı cephesinden başlardı

Teneke üzerine yazılı ve bahçe duvarına çivilenmiş

Kapı numaraları

Bir kapı no olsa gerek Kozyatağı Havuzbaşı

Son numara ise Kazasker deki esnaf âlemi

Peki, biz şimdi büyükten küçüğe sıralayalım

Ya da sokağın aşağısından yukarıya başlayalım

Ama esnafı hoplayıp konuk olalım berhanelere

Ve poyrazı önüne almış, lodosu da arkasına

Her yontu taş ilk çakıldığı gibi yerli yerinde

Mehmet dedemizin aklı şura’sı bu ya

Ektiği altın keseleri her bir temel taşı altında

İki yana devleşmiş çam kozalaklı çamları ardında

Ve çukurun üst tarafında kalan sokağa meyilli

Komşu sınırları taş duvarlar arkasında kalan

Ulu dutlar, cevizler, incirler ile bezenmiş

Tohumlarını veren yaşlılarımız gibi kocamış

Ve etrafını çevreleyen yeşil dokulu

Her dönem konforlu saltanat harcına bulaşmış

Mütevazı bahçeliklerinde sade evleri

Kimi balkonlu kimi cumbalı kimi de taraçalı

Ve bence çıngırdaklı ekseri görkemli

Hizaya geldikleri sokağa paralel

Sessiz ve mağrur idiler 

[📷 Validem & pederim eski evimizin bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak(1976).] 

Kimi sokaklara mesken tutmuş evler, yaşadığı tarihleri ile kimi sokaklara ikamet kurmuş haneler, dillere destan güzellikleri ile gönüllere taht kurarken, Şakacı Sokak’ı konutları kendi halinde akan bir su gibi sakin ve her bir bahçenin içinde mutlaka yer bulmuş sembolik bir ağaç gibi ağırbaşlı, geleceğinin hayalini kurmak için geçmişinde durmuş gibi biraz utangaç poz keserlerdi Şakacı Sokak’ına karşı... 

[📷 Pire🚲 ile Trakya turunda, (Nisan 2018).] 

Şimdi bu sokağın küçük bir parçasında o günleri bir kez daha naklen yaşar gibi tertiplemeye çalışayım: 

Kazaskerin göbeğini işgal eden Çarşı meydanından Hilmi Paşa kavşağına kadar sokağa cephe sınırında ilerlediğinizde sol kolda üç katlı binaları (Handan Apartmanı ile İkizler Apartmanı), hemen yanı başında yer alan bir çıkmaz sokak içinde şipşirin bungalovları, devamında demir parmaklıkla çevrili bahçesinde sütçülük yaparak geçim sağlayan bir ailenin yaşadığı iki katlı betonarme bir evi, taş duvarla çevrili bahçe içindeki Aliye ablaların (Muharrem ağabeylerin) tek katlı taşkın kondu’yu, mahallenin en göze çarpan varsıllardan sayılabilecek tabiplerin derin ve büyükçe bahçesindeki iki katlı alengirli köşkü... 

Tümcan familyanın baş konukları Naciye Hanım teyze ile Cevdet Bey amcanın (adları gibi kendileri de güzel olan iki kızları: Gülzerin ile Güzin ile birlikte) yaşadığı iki katlı sevimli ahşap evi... Sırasıyla ona komşu küçük bir parsel içinde oturan Havva Hanım teyzenin tamtakır evini, Bedia Hanım teyze ile Necati Bey amcanın gül bahçesine donanmış iki katlı baldudak evini elinizle koymuş gibi bulabilirdiniz. 

Şakacı komşular arasından bir sıcak gülümsemeyle selamlayarak geçtiğinizde; Hilmi Paşa kavşağının kesiştiği noktada yüksek taş duvarlara sığınmış kocaman koruluk bir meydan içinde ailesiyle birlikte oturan, Hayrettin ağabeyimin yaşıtlarından, Cengiz ağabeylerin fıstık çamı aromalı natürel evlerine varabilirdiniz... 

Başınızı çarşı meydanında dik tutup sağ yöne çevirdiğinizde ise önce kâgir tek katlı ahşap evi yakalayabilir, sonra önünde küçük bir havuzu olan Kevser ablaların üç katlı süper ‘apartmanı’... bir adım sonrasında ise Raif amcaların bir dizi yığışım meskenini... Eligül familyasının hanedanlık parselinde mülk sahibi paytoncu dede ile Hadiye Hanım teyze, Ayşe abla ile Tahsin ağabeyin, Emel Abla ile Turgut ağabeyin oturduğu bungalovları... hemen bitişik nizamda bir uzun bahçe duvarı kadar sınırdaş komşuları Yüksel familyanın (Münevver Hanım teyze ile Muzaffer Bey amcanın) ehil bir bahçıvan eli değmiş bahçe içindeki üç katlı abidemsi evlerini avuçlarınız içinde tutabilir, yanı başında Şakacı Sokak’a en az elli metre kadar geride kalmış bahçelerine uzanan hafif meyilli toprak yoldan aşağı indiğinizde de Kutun familyadan Gülsüm Hanım teyze ile Abdullah Bey amcanın baştan tek katlı, sonra ailenin biricik oğlu Yakup Kutun’un günü gelip evlendiğinde üste çıkılan ‘protez’ katla beraber iki kata dönüştürülen evlerine uğrar, kendilerini bir fincanlık Türk kahvesi için ziyaret edebilirdiniz... 

[📷 Semra yengem & Aslı kuzenim eski evimizin merdivenlerinde, Kazasker Şakacı Sokak(1980).] 

Sınır komşumuz sayılan bu bitişik muhlis evden sonra bizim meşhur yetmiş yedi kapı no’lu bahçe gelmektedir. Şakacı Sokak seviyesinin altında kalan hamarat bahçenin hem ön hem arka tarafında birbirinden bağımsız iki katlı konutlar oturtulmuştur. İki dönüm içinde yok yoktur... 

Diğer sınır komşumuz ise Mehmet dedemin en küçük kardeşi İhsan amcamız ile eşi Necla yengemize ait aynı büyüklükteki adına çim dedikleri sert otlarla dokunmuş bahçe içindeki tek katlı bungalov evleridir. Sonrasında ise küçük parsellere inşa edilmiş tek katlı bahçeli evler sıralanır ki, bunlardan ilki Hocaların (Fatma teyzelerin) evidir. Yanı başında da Güllü Hanım teyze ile Kazım amcanın evi yer almaktadır... 

[📷 Artık bir beton mezarlığıdır Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Bir anlamda dört yol ağzı olan Hilmi Paşa kavşağının dört köşesini tutan bahçeli evler arasında topu topu yedi ilâ on metrelik mesafe söz konusudur. 

[📷 Mehmet Sayman Apartmanı, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: Witches of the City ~ Cadılar Şehri

(*) Sonraki Makale: Where do I begin? ~ Nereden başlamalı? 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***