Witches of the City ~ Cadılar Şehri


Kurbağalıdere civarında satılık eski bir köşk...

Masal Masal İçinde 

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde... 

[📷 Kurbağalıdere’de bir başka eski Köşk, Nisan 2017] 

Denize komşu kente, denize girme alışkanlığını 1918 yılında ülkelerinden kaçan Ruslar getirirler. İstanbullular onlara bakarak güneşlenme ve yüzmeyi öğreneceklerdir. Önce birbiri ardına deniz banyoları açılır. Bir süre sonra plajlar; yüzen, güneşlenen, birbirine kur yapan kadınlı erkekli kalabalıklardan geçilmeyecektir. 

[📷 Caddebostan Plajı, (Eski İstanbul)] 

İstanbul’da ilk açılan plajlardan biri de Caddebostan’dır. 1950’lerin son derece özel mekânlarından biri olan plajı, bir İstanbul beyefendisi olan ve asla kravatsız gezmeyen Reşit Bey işletmekte, kız kardeşi Naciye Hanım ise, kapıda 60 kuruşa bilet kesmektedir. 

[📷 Caddebostan Plajı, (Eski İstanbul)] 

Caddebostan plajı değişen İstanbul’a kafa tutmaz, ayak diretmez, cephanesini başucuna alıp isyan etmez. Önce kalabalık kütleler dağılacak, ardından da plaj sessiz sedasız kapanacaktır. 

Burası sonraki yıllarda Maksim Gazinosu’yla anılır. Çok değil henüz yirmi yıl önce neonların ışıkları, denizin şavkına karışmaktadır. Caddebostan’ın yakın geçmişini anımsayan semt sakinlerinin bugün büyük bir hipermarket (Migros) olan noktayı “Maksim Durağı” olarak adlandırmaları hiç de şaşılacak bir şey değildir. 

[📷 Maksim Durağı, Eylül 2010] 

Ama şimdi gidelim biraz daha gerilere...

Çok çoook... Yıllar öncesine... 

Deniz kenarında uzanan bu bölgede sadece bostanlar ve bağ evleri bulunmaktadır. Buralardaki geniş topraklarda cadı ve hortlakların yaşadığına inanılır. Bu inanç, bölgeyi uzaktan bile korku duyulan tekinsiz bir şöhrete savuracaktır. Bu kara leke nedeniyle bölgenin ismi “Cadı Bostanı” olarak anılmaktadır. Cadı Bostanı’nın bir sürgün yeri olarak değerlendirilmesi, kötü şöhretini daha da artırır. Tüyleri diken diken eden öyküler gerçek öykülere karışır. Hırsızlar, katiller ve eşkıyalar buraya sürgün edilmektedirler. Bu nedenle Cadı Bostanı açık bir cezaevi kimliği taşır. Elbette bölgeye sürgün edilenler bu açık cezaevinin nimetlerinden sonuna dek yararlanırlar. Geceleri şehre inen mahkûmlar, çaldıklarını Cadı Bostanı’nda saklamakta, kaçırdıkları rehineleri burada gizlemektedirler. 

Bir çeşit açık cezaevi olan Cadı Bostanı’nı ayaklanan yeniçeriler de mesken tutmaktadır. Bölge suçluları ıslah etmek yerine daha çok suç üreten bir şehir efsanesinin kaynağı haline böylece dönüşür. Halk eşkıyalığın garantili olduğu bu yeri külliyen lanetleyecektir. 

Cadı Bostanı’nın kaderi nihayet 1826’da Osmanlı erkine hem musallat hem baş belası olan yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte değişmeye başlayacaktır. Buranın suçtan arındırılmış bir bölge olması için ne gerekiyorsa yapılır. 

[📷 Caddebostan, (Eski İstanbul)] 

II. Mahmut dönemidir... 

İstanbul büyük bir yeniçeri avına sahne olur. Ocak tamamen kapatılmış ve korkudan sinen yeniçeriler kendilerini gizlemeye başlamışlardır. Çünkü yakalandıkları anda gözlerinin yaşına bakılmaz. Ancak kantarın topuzu kaçar. Yeniçerilerin resmi üniformaları altına giydikleri bol pantolon dizlerinin biraz üzerinde bitmektedir. 

İstanbul’un adı kötüye çıkmış yerlerine aniden baskın veren padişahın yeni muhafızları, yeniçerileri ele geçirmek için ilginç bir yönteme başvurmaktadırlar. Şüphelendikleri kişilerin diz ve bacaklarında güneş yanığı izi aramaktadırlar. Yeniçeri zulmü o kadar ileriye götürülür ki, yufka yürekli İstanbul halkı bu eziyetten son derece rahatsız olmaya başlar. Bir zamanlar astığı astık, kestiği kestik yeniçerilere mazlum gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Ama yeniçerilerin köküne kibrit suyu ekmeye niyetli II. Mahmut, önlemini almakta gecikmez. Yeniçerileri halkın gözünden düşürecek ve geçmişte olanları hatırlatacak bir hikâyeye ihtiyaç vardır... 

O hikâye bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Tırnava kasabasından gelir... 

Kasabanın kadısı Şükrü Efendi, İstanbul’a dehşet saçan cadılarla ilgili bir mektup yazar. Sözüm ona cadılar gün batımından sonra evlere dadanmaktadırlar. Özel malikânelere hırsızlık için giren cadılar, işi insanlara zarar vermeye kadar vardırırlar. Bunun üzerine cadı çıkarmakta son derece meşhur olan Nikola isimli bir kasabalıya müracaat edilir. Nikola 800 kuruş karşılığında cadıları kovmayı kabul eder. Ahaliyle birlikte kasaba mezarlığına gidilir. Nikola, kısa süren bir araştırmanın ardından cadıların olduğu mezarları tespit eder. Aslında bunlar yıllar önce ölmüş olan iki yeniçerinin mezarıdır. Mezarlar açılır açılmaz cesetlerin devasa boyutlara geldikleri, kalan saç ve tırnaklarının da aynı oranda uzadıkları tespit edilir. Ali ve Abdi adlı yeniçeriler mezarlarından çıkarılır. Nikola’ya göre, cadıya dönüşenlerin karınlarına ağaç saplamak ve kalplerini çıkarıp kaynar suda haşlamak gerekmektedir. Ancak cesetler eski olduğu için külliyen yakılmaları daha doğru olacaktır. 

Yeniçerilerden geriye kalanlar böylece tutuşturulur... 

[📷 19.yy Mezarlık, (Eski İstanbul)] 

‘Cadı Bostanı’ tamamen temizlense de bir kere halkın gözünden düşmüştür. Kimse buraya rağbet etmez. Ancak II. Abdülhamit döneminde piyade çavuşu olan Cemal Bey geleceği görür. Buradan çok ucuza topraklar kapatır. Cemal Bey, ordudaki yükselişini sürdürür. Bir paşa olunca, civara iki havuzu bulunan bir köşk yaptıracaktır. İşte Çiftehavuzlar adı buradan gelir... 

Cemal Paşa’dan etkilenenler de büyülü ve tatsız hikâyeleri bir kenara bırakıp bir zamanlar çok korkulan alanlara köşkler yaptırmaya başlayacaklardır. 

[📷 Çiftehavuzlar, (Eski İstanbul)] 

Issız zamanların boş mekânlarından biri de Suadiye’dir... 

19. yüzyıl ortalarına kadar bakir ve yemyeşil bir arazi olan Suadiye, küçücük çiftlik evleriyle dikkat çekmektedir. Buranın rağbet gören bir yerleşim yeri olarak anılmaya başlaması yine II. Abdülhamit dönemine rastlar. İmparatorluğun Maliye Nazırı Ahmet Reşat Paşa, kızı Suad Hanım’a şimdiki tren istasyonu civarında bir cami yaptırır. Suadiye Camisi, tüm semte isim verecektir... 

[📷 Suadiye Camisi, (Eski İstanbul)] 

[📷 Suadiye Camisi tadilatta iken önünden geçtiğim turdan, Aralık 2018.] 

Bağdat Caddesi üzerinde bulunan Şaşkınbakkal da İstanbul’un ilginç isimli semtlerinden biri olarak dikkat çeker. 

Buranın hikâyesi bol kepçe kazan misalidir ama üzerinde en fazla uzlaşıldığı öykü kısaca şöyledir. Bostancı’ya varmadan önceki bu semt de henüz bir asır önce sadece küçük bir köydür. Sınırlı sayıda kişinin yaşadığı bu köye günün birinde küçük bir bakkal dükkânı açılır. Bütçesi sınırlı olduğu için buraya bir dükkân açabilen bakkalı görenler onun şaşırdığına kanaat ederler. Ne var ki semt her geçen gün büyür. Şaşkın bakkalın işleri açılmıştır. Üstelik semte de ismini verir... 

[📷 Bağdat Caddesi, (Eski İstanbul)] 

Günümüzde Bağdat Caddesi, sadece Kadıköy’ün değil, tüm İstanbul’un en modern caddelerinden biri olma özelliğini taşımayı sürdürüyor. Oysa bu kalabalık caddenin şöhreti bir asırdan bile daha yeni. Cadde Bağdat’a giden güzergâh üzerinde bulunduğu için bu adı alır. Eski dönemlerde ıssız bir arazi üzerinde bulunan yol, Ayrılık Çeşmesi’nden başlayıp, Fenerbahçe Stadyumu’nun yanından akarak Bostancı’ya buradan da Anadolu’ya ulaşır. 

[📷 Bağdat Caddesi: Suadiye, (Şakacı Koleksiyonu).] 

Cadde boyunca, Caddebostan, Suadiye ve Şaşkınbakkal gibi İstanbul’un kalburüstü semtleri sıralanır... 2700 yıllık çınarın körpe dalları... Eskiler sık sık hayıflanırlar... Onların bu serzenişlerini anımsamak tem yeri: “Buralarda adam keserlerdi. Şimdi sokaklara adam sığmıyor. Kiralık dairelerin de, satılık dairelerin de yanına yaklaşılmıyor. 

[📷 Bağdat Caddesi: Erenköy, (Şakacı Koleksiyonu).] 

Ama şimdi gelin bir muhteşem hikâyeyi de dinlemek üzere Sermet Muhtar Alus üstada kulak verelim. 

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde... 

Eski Caddebostanı & Suadiye (*) 

<<Kendimi bildim bileli bu Anadolu sahilindeki iskelelere vapur işler. Köprü’den, alaturka galiba on buçukta kalkan 17 numaralı Şahin vapuru, tıpkı şimdikiler gibi, Moda’dan başlayarak, Kalamış’a, Caddebostanı’na, Bostancı`ya, uğrayıp Adalar’a giderdi. 

Köşkleri sahile civar olanlar, hatta olmayıp da deniz keyfi sürmek isteyen beyler, paşalar, bu vapura rağbet ederler, Kalamış’la Fenerbahçe arasına, yazlığa çıkan ecnebilerle tatlı su Frenkleri de, gemiyi hıncahınç doldururlardı. 

Amanın efendim, o ne madamlar, ne matmazellerdi! Arkalarda, tiril tiril markizetten ince krepdöşinden renk renk ketenden elbiseler. Kollar açık, göğüsler dekolte, bacaklar meydanda. Saçlar alaca alaca dağılmış, yüzleri pençe pençe kızarmış, tenleri dalga dalga pembelenmiş. O günlerde, bunları rüyada görene ne mutlu. 

Küfür küfür esen güvertede, ayağı ayağın üzerine attılar mı etrafındakilerde ne bet kalır ne beniz; ne derman kalır ne iman. Atalar sözünün unutmayalım. En koyu mutaassıplar bile “güzele bakmak sevaptır” rey-i rezininde (sağlam düşünce) bulunmuşlar. Emini ki dünya yüzünde, çeşmiçerezin (gözle bakmanın) haram olduğunu iddia edecek ne bir kimse gelmiştir, ne de gelecektir. Bu işe o zaman da cevaz (izin) verilir ve boyuna sevaba girilirdi. 

Benim kanaatime nazaran, Şahin vapuruna rağbetin rükn-ü aslisini (asıl temelini), herhalde bu teyemmüm keyfiyeti teşkil ediyordu. Mesela, saçlı sakallı, enseli gövdeli, rütbeli nişanlı bir paşa efendi; yahut rical-i Mülkiye’den, münşi, katip, püredep ve nezaket bir beyefendi. Taksim bahçesine gidemez; Tepebaşı’na uğrayamaz. 

Konkordiya, Kristal haddine düşmemiş. Mesirelerden birine adımını atamaz. Mübareğin canı yok mu? Mütenasip bir kadın vücudu, güzel bir çehre, uygun kaş göz görmek murat etmez mi? Zavallıcık ne yapsın? Atlardı Şahin’e, yayılırdı bir köşeye, uzaktan, yutkuna yutkuna, seyrederdi madamları, matmazelleri. 

Vapurdaki yolcuların dörtte biri Moda’ya, dörtte ikisi Kalamış’a indikten sonra, meydanda benat-ı Havva (Havva’nın kızları, kadınları) namına kimse kalmaz, çeneleri de bıçak açmazdı. 

Göztepe, Erenköy, Kozyatağı’nda oturdukları halde Kalamış’a inip orada arabaya binmekteki hikmet de galiba bu idi. Operatör Cemil Paşa’nın ihyagerdesi (ihya ettiği) olan Çiftehavuzlar önündeki meşhur Salistıra dalyanı geçildikten sonra Caddebostanı’na vasıl olunurdu. O zamanki Caddebostanı da ibretin kudreti. Aşağı yukarı kuru toprak. Ragıp Paşa’nın şatosu daha kurulmamış. Sahilde, ilkpeşin (önce) zift fabrikası, ardından Avni Paşa’nın köşkü, Sadrazam Kamil Paşazade Şevket Bey’in, Horoz Ali Paşa’nın köşkleri. Bu Horoz Ali Paşa’nın bahçesi, şimdiki plaj yeri ile cazbantlı gazinonun bulunduğu mahaldir. 

Ali Paşa’ya horozluk lakabının nereden geldiğini, maalesef bilmiyorum. Hayal meyal hatırımda kalan bir nokta varsa o da şudur: Süvari kıtaatı kumandanı olan paşa, askeriye selamlık yerine gdierken, guya muzika, Namık Kemal’in “Amalimiz efkarımız ikbal-i vatandır” şarkısını güldür güldür gürletmiş ve merhum derhal sigaya çekilerek sürgüne sürülmüş. 

Caddebostanı iskelesi aynı yerde idi. Yenikapı’da, Kumkapı’da odun kayıklarının yanaştığı salaşlar vari bir şeydi. Sıcaklar basınca, iskelenin sol tarafına, biri erkeklere, üç dört yüz adım ilerisindeki kadınlara mahsus olmak üzere iki deniz hamamı yapılırdı. Bu hamamların erkekler kısmına, İsmail Efendi isminde, eski hovardalardan biri bakar, kadınlarınkine, Merdivenköyü’nde oturan ve çok çocuklu Emine Hanım denilen hatun göz kulak olurdu. 

Deniz hamamının başlıca müdavimi, Münif Paşazade idi. İdman Cemiyetleri İttifakı sabık reisi Ali Sami Bey biraderimiz; o zamanlar yeniden yeniye sibahate (yüzücülüğe) başlamış ve icagerdesi olan seri yüzmeye hadim (yarayan), yanları kanatlı tahta kaloşları, ilk defa burada tatbik etmişti. 

Kadınlar hamamı, erkelerindekine o kadar uzaktı ki dürbün ile erkeği kadını fark edemezdi. Civarda, Sadrazam yaveri Cemal Paşa`nın, Şemseddin Sami Bey merhumun ve Doktor Celal İsmail Paşa’nın köşklerinden gayri belli başlı bir ev hatırıma gelmiyor. Cami ise daha ne kadar sonra yapıldı. 

Bağdat Caddesi denilen şimdiki asfalt yolun hali de allahlıktı. Caddenin fecaatine öküz arabaları bile tahammül edemez, sapacak kestirme yol arardı. Güzergâh yukarı doğru biraz daha takip edilince, şimdi Şaşkınbakkal denilen, hâlbuki o zamanki ismi Bolderos olan ağaçlıklı mahalleye ayak basılırdı. Burası, yerli Hıristiyanların gözbebeği bir yerdi. Ağaçların altındaki kuytu kahvede laterna sesi eksik olmaz, beş kişi bir araya toplanınca kasap oyunu da nihayet bulmazdı. 

Suadiye civarına Domuzdamı denildiği iyice hatırımdadır. Vaktiyle burada cins-i hınzır (domuz cinsi), kesretle (çok) üretilir ve yağlı olduklarından, Galata’da, Domuz Sokağı’ndaki kasaplar, en evvel buraya başvurularmış. Havali o zaman, aksa-yi bait (uygarlıktan uzak) ve eski tabirle, arazi-i vasia (geniş arazi). Ne in vardı ne cin! Ne hayvan geçerdi, ne kervan! 

Hala yerinde duran ebenin köşkü dedikleri bina göze çarpar. Gazeteci Mihran çatanasıyla gelip gider. Şimendifer direktörü Hügnen’in malikanesi ise daha meydanlarda yok. Sadi Bey’in meşhur  alim ve dillere destan donanma geceleri müstesna, bu caniplere gerek yayan gerek araba ile ayak basılmaz, baharlarda avcılar dolaşır, Tanrı’nın günü tütün kaçakçılarıyla mekik dokurdu. 

Zürriyete ermek maksadıyla civardaki devletliden toprak alacaklar yahut İçerenköyü’ndeki şarapçı Tomson’dan eski şarap tedarik edecekler, bazan buralardan mürur ve ubur ederlerdi (gelip geçerlerdi). 

Esna-yi rahta (yolda giderken) gözler kapanır, çeneler kilitlenir, taşlar çukurlar arasında, yasabur çeke çeke dokuz doğurulurken yaşlılardan biri kerameti savururdu: “Eski zamanın tahtırevanı olsaydı da bineydik! 

Seraskerzadenin Başıbüyük’te çiftlik kurmaya kalktığını duyanlar küçük dillerini yutarlarken pişkin kimseler imdada şitaban olmuşlar. (yetişmişler) ve: “Zengin arabasının dağdan aşırır; züğürt düzlükte yolunu şaşırır! Naam darbımeseli söyler söylemez, bu yufka akıllıları habtetmişleridir (susturmuşlardır)”... >> 

(*) Kaynak: Masal Olanlar, Akşam (9 Temmuz 1931), Sermet Muhtar Alus, İletişim Yayınları. 

[📷 Yaşam merkezim, Koruköy, Saros Körfezi, Ağustos 2018] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Mart 2019

 

(*) Önceki Makale: We had Seen These, too... ~ Bunları da Görmüştük...

(*) Sonraki Makale: Gökyüzü Neden Başımıza Düşmüyor? 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***