I Rake up The Past ~ Eski Defterleri Açıyorum

 

[📷 Çocukluk arkadaşlarım, İbrahim Çankaya & Siyami Eligül ile eski evimizin bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (1978).]

KAYDA GEÇSİN DİYE 

Önce nevi şahsına münhasır özel bir not düşüyorum... 

İnsanın bisikletiyle gezerken anılarını yazması çok hoş bir duygu. Ve aynı zamanda çok farklı bir hissiyat. Herkes çiftteker üstünde hem geçmişin kalbine yolculuklar yapıp hem de sonrasında ulvi köşesine oturup yazabilir mi? Pek emin değilim. Programladığınız gibi yürümüyor. Ne gezinin yörüngesi, güzergâhlar, ne de kaleme aldığınız notlar. Başladığınız anda kendinizi bambaşka bir dünyanın içinde buluyorsunuz. Tabii, geçmişe dair yazdığınız anıların ne kadarı gerçekçi, samimi, yani içten, açık seçik ve tarafsız yazıldığı sorgulanabilir. Ben de asla tarafsız yazılamayacağını düşünenlerdenim. Ne kadar objektif olmaya kalırsanız kalın bu duruşunuzu yerinden oynatan ve olmasını idealize ettiğiniz kurgulamalardan kaçamıyorsunuz. Ayrıca taşıdığınız veyahut yazarken karşılaştığınız, tanık olduğunuz öyle sırlar vardır ki bunları da öyle tüm şeffaflığıyla ortaya koymakta büyük endişe yaşıyorsunuz. Bisikletiniz, beyniniz ve kaleminizle sürekli bir kavgaya girişiyorsunuz. 

Doğrusu, geçmişte başka türlü gördüğüm mekânların, insanların, nesnelerin bugün dehşete sürükleyecek biçimde değiştiğine şahit olunca şok geçirdiğimi; bu düzlemde, anıların apaçık yazılmasının olanaksız olduğunu da yaşayarak öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Maalesef olmuyor. 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Ağustos 2017.] 

Bisikletinizi maziye doğru sürer, herhangi bir molada aldığınız kısa notları gün sonunda hatıra defterinize biriktirirken bir yığın anılarınızı ve kendinizi aynaya yansıtırmış gibi sürdürüyorsunuz. Ama farkına varmadan geldiğiniz bir noktada; bazı şeylerin tam da öyle olmadığını, kendinizden bile saklı biçimde olayın farklı oluştuğunu ve aradan geçen onlarca yıl içinde sizin farklı değerlendirmeye kaydığınızı algılıyorsunuz... 

Dolayısıyla, sizin yönünüzden değil, sözünü ettiğiniz yerel kişiler, mahcup yerler, nesneler açısından da bazı şeyleri anlatamıyorsunuz... Yüzünüzü maziye dönüp anıların içine daldıkça, unuttuğunuz gerçekleri, değiştirdiğiniz olayları ve asıl önemlisi, hiçbir zaman çözemediğiniz tavırları apaçık, düpedüz anlıyorsunuz. Fakat yazamadıklarınız ve arzu etmeden unuttuklarınız (!) oluyor. Tanıdığınız bazı kişileri ve olayları unutmuştan, bazılarını önemsememişten geliyorsunuz. Burada köklerimden başlayan süreci de ortaya koyarsam (ki en fazla kendi öz dedelerimin, anneannemin ve babaannemin hayatlarını milat alıyorum; her biri 1900lü yılların başlarında doğuyorlar) yüzyılın da ötesinde bir tarihten bahsedebilirim; şahsımı merkezine koyarak canlandırdıklarımı ise elli yılın da ötesinde çerçeveleyen bir yaşam diliminden söz edebilirim. 

Bu bahsi edilen doğup büyüdüğüm ve gençliğimi geçirdiğim mahalle olan “Şakacı Sokak” dizisi içerisinde yazılmasını programladığım sayfalar, fotoğraflar ve eklenti dosyaları kendine özgün tarihsel aşamaları içeriyor ve belirli bir kronolojiyi izliyor... (Bunları sırası geldikçe bir yaşam-anı serisi gibi paylaşacağım.) Ancak; nasıl tarihte gel-git’ler oluyorsa benim de yazıları kaleme alırken bir ileri iki geri gideceğim anlar olacaktır. 

[📷 Şenesenevler Parkı, Eylül 2010.] 

Şimdi; bana sorun: “E, Şeref’ciğim, bu ‘Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi’ yaşam-anıları ne kadar içten? Ne kadar yürekten?” Ben de yanıt vereyim: “Çok. Olabildiği kadar ruhumu, algılamalarımı ve anımsadıklarımı anlatıyorum. Benden önceki yaşamları ise araştırarak ve soruşturarak kaleme alıyorum.” Peki, yine sorun: “E, Şeref’ciğim, bu ‘Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi’ yaşam-anılarının altına rahatça imza atar mısın?” Yine yanıt vereyim: “Algılamalarımdan ve anımsadıklarımdan bazılarını bilerek bazılarını bilmeyerek es geçtiğimi, söyledikten sonra... EVET... 

***…*** 

ŞAKACI BİR DÜNYA 

[📷 Çocukluk fotoğrafım, (1970).] 

Ben bir delikanlı... Kendimi bildim bileli dünyayı seyreyleyen bir çocuk. Dünya dediğim de Kazasker ile Hilmi Paşa’nın tam ortasına yerleştirilmiş önde dev çam fıstığı ağaçlarıyla kocaman bir bahçe. Etrafı da büyüklü küçüklü çeşitli bahçelerle çevrili. Her birinin içinde bereketli ağaçlar, yürekler dolusu evler ve bu evlere mensubiyet psikolojisi adamış koca gönüllü insanlar. İşte hayatımın özü de burada. Kendi gözlerimle bizim Dünya’yı anlatıyorum. Çiçekleri, ağaçları, tavukları, kuzuları, kedileri, köpekleri, börtü böceği, çeşmeleri, saklambaç köşeleri, balıklı balıksız havuzları, salıncak kurulan kalın kabuklu çamları, aileleri, komşuları, çocukları, arkadaşları, iyileri, kötüleriyle içinde yaşadığımız, soluk aldığımız Dünya’yı. 

[📷 Burada bir zamanlar 18 no’lu otobüsümüzün yolcu indirip, yolcu aldığı Hilmi Paşa otobüs durağı vardı, ki ben bizim ev sokağın tam ortasında yer aldığından bazen Kazasker’e yürür, bazen de bu durağı kullanırdım; Şakacı Sokak (Şubat 2009).] 

Hayat Erenköy’e, Kozyatağı’na, Şenesenevler’e, Bostancı’ya, Suadiye’ye yakın bir mahallede, Şakacı Sokak’ta geçiyor. 

Bu ne demek? 

Şu demek: Bu benim gibiler için önemli olan yerde insan ruhları, yani insani duygu ve davranışları, bambaşka olduğu gibi doğa da çok farklı; değişken. Her şey var. Toprak, deniz, dağ. İstersek her şey bir anda toprak oluyor; sebze ve meyveler arasında emek verilenleri izliyoruz. İstersek deniz oluyor, dalgalanıyoruz. Gerçi deniz bir ‘karış’ ötemizde, tıpkı Kayışdağı gibi. Birileri tarafından araya sokuşturulan mesafelerin bizim için önemi yok. Mesele onları ruhen içimizde hissetmek. 

Ve bu Dünya’nın insanları doğal olarak bu çevresi zümrüt bahçelerle çevrili kara parçasının insanları... Önce toprakla uğraşanlar, bahçıvanlar... Sonra mahallenin gönül zengini esnafı, zanaatkârı, uyanık tüccarı... Sonra burada yaşarken başka yerde ekmeğini kazanan işçisi, emekçisi... Ve fakat bunların da en önünde gelen çocuklar, çocuklar, çocuklar... Ve gençlik... Yalnız bir farkla... Hep benim gözümle, benim bilincimdeki biçimleriyle. 

Efendim; Kozyatağı’nın o anlı şanlı ilkokul sıralarındayken yuttuğum ilk ilginç, orijinal kitaplar Kemalettin Tuğcu ile Jules Verne’in kitaplarıydı. Ama en çok etkilendiğim ise Victor Hugo’nun “Kozet”i (Sefiller), Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ı ve Eleanor Porter’ın “Polyanna”sı idi. Sonraki yıllarda okuduğum Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Ziya Osman Saba ise kendime “İnsan Kimdir, Nedir, Neyin Peşindedir, Nasıl Yaşar?” sorularını daha fazla sormama neden oluyor. 

İşin özü burada. 

[📷 Eski evimizin ön bahçesinde (bugün Mehmet Sayman Apt.), Aralık 2018.] 

Ben bir delikanlı... Kendimi bildim bileli dünyayı seyreyleyen bir ergen. Dünya dediğim de Kazasker ile Hilmi Paşa’nın tam ortasına yerleştirilmiş önde dev çam fıstığı ağaçlarıyla kocaman bir bahçe. 

İşte ben de bu nedenle şu bizim küçük “bahçeli dünya”mızda dış gerçeklik bana nasıl yansıyorsa öyle bazen kopuk, bazen bütüncül bir halde, bir takım hayat masalının gerçeküstülüğüyle, canlı bir düşe dönüştürerek var etmeye çalışıyorum. 

Bizim Dünya’nın tüm insanları iyi koşullara ulaşmak ister. İyi şartlarda yaşamak ister. Hepimizin sayısız özlemleri vardır. Ben bu özlemleri bizim bahçede yarattığım bir tür “Ağaç Ev”de topluyorum. Masallarla gerçekler birbirine giriyor böylece. 

Yanlışları düzeltecek bir kahraman değilim; ama gerçekleri yazacak kadar korkusuz biriyim. 

Gerçek dünya ile bizim küçük Dünya arasında mana kargaşası olmasın diye bizimkine “Şakacı Dünya” adını layık görüyorum. Ne de olsa adını bu sokaktan almalı diye düşünüyorum. 

Bizim Şakacı Dünya’da çok fazla kafa karışıklığı varmış gibi görünüyor: 

·        Olmak veya Olmamak

·        Sevmek veya sevmemek

·        Yaşamak veya Yaşamamak

·        Gülmek veya Gülmemek

·        Düşünmek veya Düşünmemek

·        Söylemek veya Söylememek

·        İstemek veya İstememek

·        Sormak veya Sormamak

·        Yapmak veya Yapmamak

·        Sahip Olmak veya Olmamak

·        Vermek veya Vermemek

·        Ağlamak veya Ağlamamak

·        Denemek veya Denememek

·        Cezalandırmak veya Cezalandırmamak

·        Öldürmek veya Öldürmemek

·        Kesmek veya Kesmemek

·        Yakmak veya Yakmamak

·        Ekmek veya Ekmemek

·        Vesaire... vesaire...

 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya yurttaşı, ya da kendini bu dünyaya ait hisseden herhangi biri şakacıktan yardım istediğinde, yapamayacağı yardım için niçin yalnızca basit bir şekilde “HAYIR” demeyi yeğlemezken bin dereden su getirmeye çalışır? 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya halklarının % 99’u egoist, menfaatçi çizgiye kavuşmuşken, neden %1 kendini düşünmeyen azınlık sizin yanınızda yer almaya çalışır? Buna cevap şu %99 çokluğun, %1 erdemlinin kutsallığı hakkında şüphe duymadığı için olabilir mi??? 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya’da “Ben yalnız bir kovboyum! 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya’da eğer kazanacak bir şeyin olursa mükâfatına dokunmak için arkanda yüzlerce kuyruğu görebilirsin. Şayet kaybedecek bir şeyin varsa tümüyle yalnız kalabilirsin, ey budala. 

Gelişigüzel Kafalama:

Şakacı Dünya’da birleşik büyük savaşta kendini bulamıyorsan, kendi savaşını kendin ver – kendin için kazan – kendi kişiliğin için. (İtirazım var: Yazdım ama buna katılmıyorum...) 

***…*** 

[📷 Hanımlar derin sohbette; Soldan sağa: Zehra teyzem, eşim Emel & Hayrünisa ablam, Mehmet Sayman Apt., Kazasker Şakacı Sokak, (Şubat 2010).] 

Şakacı Sokak’ta yaşanan her şey masaldaki gibi gerçekleşmez. Tir tir üşüyen minik serçe de bir sıcak yuva bulur. Üstüne konan karı silkelemek için kanat çırpar. Daha korunaklı bir ağacın tepesine doğru uçar. Kırmızı boyunlu bir bülbül ile dost olur. Beklediğimiz o olağanüstü ölüm gerçekleşmez. Döner gelir serçe, gelir ve bülbülün yuvasına konuk olur. Hayat devam eder. Ölüm beklentisi ile yaşama sevincinin çatışması gerçekleşir böylece. O bülbül yuvasıdır ki bir başka sevginin ürünüdür. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020

 

(*) Önceki Makale: Şakacı Sokak, Şakacı Sokak Olana Kadar

(*) Sonraki Makale: Hangi Ara Yazmaya Karar Verdim? 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***