Hangi Ara Yazmaya Karar Verdim?

 

[📷 “Yaşamımdan Damıtılmış Anılar” faaliyeti, Konyaaltı, Antalya (Şubat 2010).]

GEÇMİŞ GÖZ FERİMDE 

2018’den 2019’a... & 2020’ye... “Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi” belgeseline ilişkin yapmakta olduğum bir dizi bisikletli turlarda en büyük, en önemli kaynağım aslında yıllar önce kaleme aldığım “Yaşamımdan Damıtılmış Anılar” adlı çalışmam... Hâlâ birçok şeye ışık tutuyor... 

Şimdi bisikletimle zaman makinesine atlıyor, o yıla ışınlanıyoruz... 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Ağustos 2017.] 

Dönüp dönüp bakıyorum. Olmayan oda kapısı yine kendi kendine açılıyor, hem de bununla kim bilir kaçıncı defa. 

Bir mahzene sıkıştırdığım yazın hayatımın beklediğimden fazla terletici olacağına hüküm veriyorum. Yeni evimizin ters dubleksini çalışma odasına çevirmişim. Merdivenlerin bittiği yerde neredeyse otuz beş metrekarelik dar uzun fakat oldukça geniş bir alana açıldığı bir salon burası. Tam evin ana girişindeki mutfak artı yemek odasının altına düşüyor. İki tarafında sokak kaldırımı hizasında pencereleri var: biri ön caddeye, diğeri yan bahçeye bakıyor. Netice itibariyle çok ışık aldığını söyleyemem. Aman tanrım, edebiyata düşkün biri için ne ıstıraplı bir yer! Gündüz vaktinde bile aydınlatma ihtiyacı olduğu apaçık. Çepeçevre deniz kabuğu tonunda saten boyalı duvarları vişneçürüğü renkli kütüphanelerimle donatmışım. Belki de tek aydınlık olan şey bu camekânlı vitrinlerin içindeki dünya. 

[📷 En sevgili dünyam: “Yaşayan Kütüphanem”, Koruköy, Saros Körfezi, Ekim 2018.] 

Ha, az kalsın unutuyordum. Bu içine kapanık, kederli çalışma mekânından aynı zamanda geniş yatak odamıza geçilebiliyor. Güzel taraflardan birisi bu olsa gerek. (Hımm... Polyannacılık!?) Yorulunca uzağa gitmeye gerek yok. Yatak döşek tez yanı başımda. Ama bu yer, bu alan, bu karaltı hiç bana göre değil. Yazmak için ilham perisi ister, esinlenim ister. E, bunun için de kararınca ışık ve hatta bu ışığın doğduğu, yükseldiği ve battığı şahane bir manzara ister. Yoksa karanlıklar içinde ne yazılabilir ki! Bu ortam yazın dünyamı daha şimdiden kilitleyecek gibi duruyor. Evet, benim kısa zamanda buradan kurtulmam lazım... 

Evet, evet, sanki dünmüş gibi aklımda... Her şeyi başlatan tılsımlı bir düştü. “Milenyum Düşü” adını veriyorum ben buna. 2000’li yılların ilk günü, düşüme düşen kışkırtıcı soyağacı ile onun dallarına sapasağlam tutunmuş köklerim; ve hemen akabinde yedi-sekiz yıllık hummalı bir araştırma, bilgi-veri toplama, belgeleme, yazılar, fotoğraflar, ses kayıtları, gazete-dergi-kitap arşivi, bellek külliyatı, günlük notları, hatır notları, post-it’ler, şeffaf dosyalara sıkıştırılmış dizi dizi yayınlar, çerçöp internet arşivi, müzikler, resimler, videolar... 

Ve işte bugün buradayım, her şeyin yerli yerinde, elimin altında olduğu, sistemli çalışma masamın başında. Tarihe not düşelim: 14 Mart, 2008. Günlerden Cuma... 

[Laf aramızda ben hararetli bir şekilde çalışırken düzensizliği ve disiplinsizliği sevmeyenlerdenim. Etraf sanki biraz dağınık gibi görünebilir. Ama hepsinin kasti bir amacı olduğuna şüpheniz olmasın, tabi yerlerinden bir milim dahi oynatılmadıkları sürece.] 

Bugün aynı zamanda bizim “balık+rakı+roka” gecemiz. Her şey muhteşem. Her şey muntazam. Eskilerin deyişiyle: mehabetli... 

Bir ney’imiz eksik... :)) 

[📷 Gelenek devam ediyor, Koruköy, Saros Körfezi, Ekim 2019.] 

[📷 Bu gelenek ilelebet devam edecektir, Koruköy, Saros Körfezi, Ağustos 2018.] 

Nerede kalmıştık? Ha, evet, masada... 

İnsan çalışırken ses duymak istemez, değil mi? Nerdeee! Zaten, ben ne vakit masa başında çalışmaya otursam mutlaka bir aksilik olur! Bugünün ayrıcalığı ne! Ya Pınarbaşı’nın bütün kedileri bahçe duvarında bizim ‘koca kız’a kur yapacaklardı. Ki ihtiyar Flash, İskoçya meralarında yaşamış ancestor’larından (ecdatlarından) aldığı haşmetli kromozomların etkisiyle onlara pabuç bırakacak cinsten değildir; ne de olsa genlerinde vardır... Ya komşu zevzek kadınlar kendi aralarında bir sistem dâhilinde bağırarak dedikodu yapar gibi konuşacaktı... Ya karşıki apartmanın üçüncü katındaki taptaze evlilerin dairesinde karı-koca dırdırı yine ön sahneye fırlayacaktı. Ya daha yeni asfaltlanmış caddemizde eskiyi aratan sokak satıcıları, o badanasız ses telleriyle kıyamet koparacaklardı. Ya da hava birden grileşecek, ardından sağanak yağmuru getirecekti. Veyahut az önce bahsettiğim gibi çalışma mekânımın olmayan kapısının kilidi tutmayacak, şu hınzır basamaklı giriş aralıksız açılacaktı... 

Her şeyde bir “lâtif” vardır, deyip Polyannacalık oynayabilirdim. 

[📷 Flash kendi bahçeli dünyasında, Seval Sitesi, Antalya, Ekim 2005.] 

Bilgisayarımı açtım; heyecanın bini bir para; ve ilk makalemi yazmaya başladım: Nereden Gelmiş Bu Sayman Sülalesi? 

[Bu makaleyi derleyip, toparlayıp, az biraz da güncelleyip ileride önünüze getireceğim, merak buyurmayınız, efendim...] 

[📷 Mehmet Sayman Apt., Kazasker Şakacı Sokak, Kasım 2010.] 

İyi de, ne kadar geriye gitmeliyim? 

Babamın babasının babası, Mustafa dedeyi temel alırsam, adamın doğumu 1873... Üüüü, nereden baksam yüz otuz beş yıl! Yani ben bugünlere gelene kadar “ölme eşeğim ölme” misali çok çalışmam gerekecek!! Sonra bir de bu dedemizin babası, annesi yok mu? Olmaz mı? Onlar da var tabii. Yani Selçuklu’yu filan geçtim harbiden Osmanlı tarihi olur bu! 

Hayır, hayır. Başlangıç için öyle bir tarihi almalıyım ki hem içinde Mustafa dedemiz olsun (babamın dedesi), hem de onun ecdatları. Ama önemli olan onun doğumu filan değil. Üstünde yoğunlaşmam gereken İstanbul’a göç ettikleri olayın naif gerçekliği. Evet, bu çok daha önemli. E, o zaman, Mustafa dedeyi biraz delikanlı yaşlarda tutmam gerekecek. Yani on dört, on beş yaşlarında filan. 

[📷 Eski İstanbul Fotoğrafları, (Nostalji Arşiv).] 

İyi de şimdi bunun öncesini anlatmadan olmayacak ki. Yani göçün nedenini irdelemezsem olmaz!! 

İşte o pırlanta gibi soru göz ferimi aydınlatıyor: Neden? 

İşte bu soruyu sordun mu, çok kutuplu tarihe geri dönmeden yapamazsın. Ben de döneceğim tabi. Hem de o en karmakarışık döneme. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının son çeyreğine... 

[Burada aynen planlandığı gibi kaleme alınmış: Anılarla Yaşarım {Devamı Hayat} içerisinden seçtiğim ** “Zalim Bir Dünyaya Merhaba” (19.03.2008); **  “Masumiyete Fişekli Veda” (21.03.2008) ve ** “Bağ İdiler Bostan Oldular” (23.03.2008) makaleleri söz konusu.] 

[📷 Mustafa dede, Münevver nine & en büyük oğulları Mehmet dedem, (Nostalji Arşivimden).] 

Bu yeterli mi?

I-ıh. Yetmez. 

İllaki zamanda gelgitler olacak. Mutlaka olmalı. Bir ileri, bir geri. Hem ileri, hem geri. Tamam; bu naçizane fikir şahane. Tarihi de koyalım: 1876... Uf, felaket bir tarih! Yani uğursuzluğa işaret ettiğinden filan değil. 

Müthiş bir dönüşümün tarihi bu! 

[📷 Galata Köprüsü & Eminönü, Eski İstanbul Fotoğrafları, (Nostalji Arşiv).] 

Abdülaziz, V. Murat ve otuz küsur yıl hanedanlığa iktidar olacak II. Abdülhamit devrinin kargaşası. Osmanlı’da Tanzimat ile başlayan yenileşme, reform aygıtlarının en fazla çatışmasına tanıklık eden dönem. Şimdi buradan başlamalı ki, sülalemin nereden gelip nereye gittiğini de gösterebileyim. Nasıl yaşamışlar, nelerle karşılaşmışlar, hangi tarafta yer almışlar falan filan. Ve size muhteşem bir ŞAKACI SOKAK öykü silsilesi... 

Ve o büyük harp: 93 harbi... 1877-1878 yılları arasında Osmanlı ile Rusya arasındaki o büyük savaş; şimdi bunu yazmadan hayatta olmaz. Neden?.. Neden mi?.. Çünkü, bu savaşın sonunda Osmanlı Devleti çöküyor da ondan. Çünkü; Osmanlı İmparatorluğu’nun en fazla toprak kaybettiği, Balkanlar’daki nüfuzunu büyük ölçüde yitirdiği savaştır bu. Sadece Balkanlar mı? Hayır. Hem Balkanlar’da hem Kafkasya’da sayıları bir milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır. 

O halde 1876 başlangıç için güzel bir tarih... 

Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor. Doksan üç muhacirleri... Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir. Fakat Moskof atı ve neferinin altı ayaklı vahşetle kovaladığı Türk muhacirine nispet başka muhacirler seyyah kadar eşyalı, erzaklıdır... 93 harbinde üç şeyin hududu yoktu: hastalığın, açlığın, vatan toprağının... Alevde iki göz, demirde 32 diş: Bu Moskof ordusu, Moskof süngüsü idi! 93’te ölümün uykudan uyanmış gibi sersem bir hali vardı: Kudurmuş kurt bile, kazalaşan kader bile ölümü bu kadar haksız bir şekle koyamamıştır. Dünyanın her yerinde aczin muhterem olan dört şekli (çocuk, kadın, hasta, ihtiyar) Moskof bayrağı altında yürüyen ölümün ilan ettiği müsavat (denge) önünde bir asker gibi demirle öldürüldü. 93 muhacirinin Edirne’de gömleği, Ayastefanos’ta eti, İstanbul’da derisi yoktu.(*) 

(*) Mithat Cemal Kuntay, “Üç İstanbul”, Oğlak Yayıncılık, 6. Baskı, 2007, s.15-16. 

[📷 Üsküdar, Eski İstanbul Fotoğrafları, (Nostalji Arşiv).] 

Makaleye başlayalı iki saat oldu. Deminden beri yazdığım dört sayfa boyunca o kadar düzeltme yaptım ki, pek az yazdığım halde, birçok sildim, yeniden dizdim, bir daha kaydettim sandım. Yazmadıklarımı da çiziktirmiş gibiyim. 

Bir cümlenin sonuna nokta koymak bir yazar için en tumturaklı an’dır. Noktayı koyuyorum. Şimdi şu an benim gurur an’ım. 

Ayağa kalktım. Efsanevi romandaki gibi ben de kütüphanemin camında yansıyan müellife [kitap tertip eden, kitap yazan kişi] baktım. Osmanlı’nın ıstırabını yazan sanat adamı kadar yüzüm kırmızı ve güzeldi. Yüzümdeki heyecana sevinecektim. Fakat daha henüz başlamıştım. Kökler’e dair bir cümle giriş dahi yapamamıştım. Sevincimin içine düşen bu sanrıyı, vesveseyi, şimdi bertaraf etme zamanı. Odanın havasından vitrine yayılan kasavete bakamayacak kadar heyecanla kahve makinesine koşup bir fincan kahve yaptım kendime. 

[📷 Suadiye sahilinde, Eylül 2010.] 

İkinci fasla başlamadan evvel bir saat uzanarak yazacaklarım üstünde düşünmeye koyuldum. Şeceremi bir “Excel dosyasında hazırlamıştım. En önemli kaynağım buydu. Bilinen isimler ve ilgili tarihler oradaydı; fakat bilinmeyenler de vardı. Önemsemedim. Onları nasılsa kurgulayabilirim diye düşündüm. (He-he!) 

Ya şahıslar? Yani hikâyelerin karakterleri... Bu eserler içinde gerçek isimlerle mi anılacaktı? 

Kuşkusuz. 

İsimleri değiştirmeye hiç niyetim yoktu. Kimse kim... Neyse ne... Kimsenin ismine dokunmayacağım gibi, kimseye hesap verecek de değilim. Bu eleştirilere her zaman açık bir külliyat. Beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez. Kimselerden saklayacak sırlarım yok. Yalnız burada bir açığım var. Bilmediğim o kadar çok görüngü var ki, bunlara bir çare bulmam gerekiyor. Çünkü bu eserler içinde yer alacak muhteremler adıyla sanıyla yaşadıklarıyla ebediyete taşınmalılar. Karar veriyorum. Bilmediklerimi olaylar silsilesi içinde en iyi yerlere oturtacağım. Anlatıların kâfi gelmediği yerde kurgunun hakkını vereceğim. Bu konuda yaratıcılığıma müebbet güvenim var. 

Ha-ha-hay... Şimdi sevinme zamanı: köklerim, gözlerini hayata yumduktan, hayatta olmadıktan sonra da mesut, bahtiyar olabilirler! 

[📷 Hayrünisa ablam ile birlikte, Kazasker Şakacı Sokak, Temmuz 2017.] 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020  

 

(*) Önceki Makale: I Rake up The Past ~ Eski Defterleri Açıyorum

(*) Sonraki Makale: Dipsiz Gibi Görünen Yere 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***