Kim Daha İnatçı: Maviş mi, Ben mi?

Balkan Damarı

Anıların Kokusu Bebek Kokusu Gibidir 

Yazı yazmayı her zaman sevmişimdir. Ne kitap okumaya ne de yazı yazmaya doyamamışımdır. Karalamaları bir tarafa bırakırsak ilk yazım ilk pet’im olan Kınalı Kuzu üzerineydi. Okula başladığımda ise hemen her ilgimi çeken ve beni etki altında bırakan konularda yazıyordum. Zaman geçtikçe, şiirlerle, kısa öykülerle, piyeslerle, roman denemeleriyle, mektuplarla, mesleki yazılarla, siyasi makalelerle yazın sanatımı sürdürdüm ve geliştirdim. 

2000 yılına girdiğimiz o sabah, İngiltere’nin kuzeyinde yer alan Birmingham kentine bağlı Tamworth kasabasındaki ağabeylerimin evinde uyanıyorum sandım. O anda bütün çocukluk anılarım canlanıverdi; gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti. Sadece kendi çocukluk anılarım değil köklerime dair bir de gördüğüm rüyanın tesiri ile karar verdim ve bunları, evlatlarım ve tüm akrabalarım, yakın arkadaşlarım, dostlarım için hemen yazmalıyım dedim. Uzun uzun tafsilatlı planlar yaptım. Notlar almaya başladım. Kronolojik bir çalışma içerisine girdim. Klasörler dolusu kaynaklar oluşturdum. Bilgisayarın sağladığı kolaylıklar sayesinde dosyalar tanzim ettim. Anılar çorap söküğü gibi peş peşe geliyordu. Bense bu derlemeler arasında o anları tekrar tekrar yaşıyor gibiydim. O anılar ki burnuma mis gibi kokular salarak ilerliyordu. 

Herkesin, her şeyin bir kokusu veyahut da kokuları vardır bu dünyada. Kaç yaşına gelirseniz gelin sizi takip eder. Öyle zaman ve mekânda ortaya çıkar ya da çıkarılır ki, önce şöyle bir başınız döner ve ardından da allak bullak olursunuz. İşte benim de başıma gelen böyle bir şeydi. İlk bakışta anlayamadım kokunun ne kokusu olduğunu ve nereden geldiğini. Ama o artık beni öylesi sarmaya başlamıştı bir kere. Kurtulmak ne çare!.. Sonra geçmişe bir yolculuk yapmaya başladım; gözlerimi devire devire, bir şey, bir şeyler arar gibi, bir zaptiye gibi mesela. Anıların kokusu hem yanı başımdaydı hem de çok ama çok uzağımda. Bir ev kokusu, bir bahçe kokusu, bir anne-baba, kardeş kokusu, bir arkadaş kokusu, bir banyo, bir deniz ya da bir çiçek kokusu gibi. Sanki yeni doğan bir bebeğin kokusu gibi. 

Sözüm ona çocukluk dönemime aittir de gün yüzüne çıkmayı bekleyen sabıkasız tutsak gibi, özgür olmayı ve kendine bir isim verilmesini ister gibi beklemektedir. İşte o an bu andır belki de. Derinleşir birden. Kokunun kimyası kimlik edinme vaktinin geldiğini belirtmektedir. Şimdi öyle anlar yaşıyorum ki bu kokular beni sonsuza dek bırakmayacak gibi... 

Tarihin Koridorlarında Yeni Islak Düzen 

Ünlü bir sözdür: “Süngüyle iktidara gelinir, ancak üstüne oturulmaz.” ... 27 Mayıs’ı gerçekleştiren örgüt, süngüyle iktidara gelmişti. Üstelik bu genç subaylar, o gece geleneksel emir-komuta zincirini parçalayarak iktidara el koymuşlardı. Sabah olduğunda 10 yıllık bir Demokrat Parti dönemi kapanmış, ilk elde halkın desteği de kazanılmış ve yepyeni bir aşamaya gelinmişti. Şimdi, Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracak günler başlıyordu. Şimdi, o günlerin deyimiyle, “İkinci Cumhuriyet Dönemi” başlıyordu... İhtilal, Türkiye’de bazı evlere hüzün ve gözyaşı getirirken çoğunda tam bir devrim coşkusu yarattı. Sabahın erken saatlerinden itibaren balkonlardan sarkıtılan bayraklar bu bayram sevincinin ilk işaretleriydi. Sokağa çıkmak yasaktı. Ancak kimse dinlemedi. Önce tanklar selamlandı. Ardından da üzerlerine tırmanılıp, kutlamalara başlandı. Hele yasağın bitmesinden sonra ortalık tam bayram yerine döndü. Askerler omuzlarda taşınıyor, tanklar çiçeklerle süsleniyor, on binlerce insan caddelerde birbiriyle kucaklaşıyordu. Otobüsler ve taksiler Ordu mensuplarını üç gün bedava taşıyacaklarını bildirdiler. Coşku o kadar büyüktü ki ertesi gün radyodan Tezahürat artık durmalı diye açıklama yapılmak zorunda kalındı. Toplumun bir bölümü rahatlamış, adeta bir kâbustan kurtulmuştu. 

[Kaynak: M.Ali Birand.. Can Dündar.. Bülent Çaplı.., Demirkırat: Bir Demokrasinin Doğuşu, DK, Haziran 1991, s.159] 

27 Mayıs 1960’ta ordunun yapmış olduğu darbe sonrası yeni bir anayasal düzene geçilir. Dalgalar, akımlar tüm sosyal hayatın içine yerleşmeye başlar. Sadece modaya uygun olan yeni Anayasa değildir. İstanbul Radyosu programcılarından Fecri Ebcioğlu’nun, Bob Azzam’ın “C’est écrit dans le ciel” adlı şarkısına Türkçe söz yazmasıyla aranjman devri başlamış olur. 

12 Haziran 1960’ta oluşturulan Geçici Anayasa’ya göre eski Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, bakanlar ve bunların suçlarına karışmış olanlar, Yüksek Adalet Divanı adıyla kurulan olağanüstü mahkemede yargılanacaklardır. 

27 Mayıs hareketinin demokratik düzeni “daha kalıcı ve dengeli” bir şekilde tesir etmeye yönelik eğiliminin bir sonucu olan 1961 Anayasası çoğunlukla bir tepki anayasası olarak değerlendirilse de tepki demokratik süzenin kendisine değil, özellikle 1950’li yılların ortasından itibaren yaşanmaya başlayan siyasi yozlaşmaya yöneliktir. Bu nedenle siyasi erkin uygulanmasına ilişkin tüm kısıtlayıcı maddelerine rağmen 1961 Anayasası kendinden önceki anayasalarla karşılaştırıldığında en özgürlükçü ve demokratik anayasadır. Bununla beraber, en mükemmel anayasalar bile kendi başlarına vatandaşa yeteri kadar güvenlik sağlayamazlar. Hak ve hürriyet rejimlerinin gerçek ve asıl temeli doğrudan doğruya halkın kendi iradesine bağlıdır. Bunun için buna halk demokrasi sıfatı yakıştırılmaktadır. 

Bu arada önemli şahsiyetlerin de kaybedildiği bir döneme tekabül eder altmışlı yılların başları... 

Köy Enstitüleri’nin kurulup geliştirilmesinde önemli payı olan eğitimci İsmail Hakkı Tonguç 23 Haziran 1960’ta Ankara’da yaşama veda eder. 1935’te İzmir milletvekilliğine seçildikten sonra getirildiği Milli Eğitim Bakanlığı’nda kesintisiz olarak 1946’ya kadar kalan ve bakanlığı sırasında birçok okulun kurulması, Üniversiteler Kanunu’nun çıkarılması, tiyatro ve operanın devlet hizmetlerine katılması ve dünya edebiyatının klasik eserlerinin Türkçeye kazandırılması gibi önemli atılımlara önderlik yapan Hasan Ali Yücel 26 Şubat 1961 tarihinde vefat eder. 15 Haziran 1961’de de yazar ve gazeteci Peyami Safa ölür. Ancak Türkiye’nin politik tarihine damgasını vuracak en önemli olaylar 15 Eylül ile 17 Eylül 1961 tarihleri arasında gerçekleşir... 

Bunun hemen öncesinde iki önemli gelişme daha yaşanır: İlki, işgücü sıkıntısı çeken Federal Almanya ile Türkiye arasında işçi temin edilmesinin esaslarını düzenleyen protokolün 13 Haziran 1961, salı günü imzalanmasıdır. Buna göre her türlü işlem İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından yapılacak ve hiçbir özel kuruluş Almanya’ya sözleşmesiz işçi gönderemeyecekti... İkinci hâdiseye gelince; kent ulaşımına 92 yıldır hizmet veren tramvayların İstanbul’un Avrupa yakasındaki seferlerine son verilmesidir. [Son seferlerine defne dallarıyla süslenmiş olarak çıkan tramvaylar, o gün yolcuları ücretsiz olarak taşımıştır. Son çan sesinden sonra vatmanlarla biletçilerin kucaklaşarak vedalaşmaları hüzün yaratmıştır. Tramvaylar Anadolu yakasında bir süre daha çalışmaya devam edecektir.] 

Ve takvim yaprakları 15 Eylül 1961 Cuma gününü gösterdiğinde bütün kulaklar 9 ay 25 gün devam eden büyük davanın karar aşamasındadır. Yassıada’da 14 Ekim 1960’ta başlayan yargılamalar bu tarihte sona erer ve Yüksek Adalet Divanı kararlarını açıklar. [Yapılan 287 duruşmanın süresi 1.033 saati bulmuştur. Savcılığın 19 dosyada topladığı davalar biri dışında “Anayasanın İhlali Davası”yla birleştirilmiştir. Yüksek Adalet Divanı karşısına çıkan 592 sanıktan 288’i için idam cezası istenmiştir.] 

Karar celsesinde tüm dinleyici sıraları doludur. Gruplar halinde duruşma salonuna alınan sanıklar arasında Adnan Menderes’in bulunmayışı büyük bir şaşkınlığa yol açar. Yapılan açıklama ile Menderes’in sabaha karşı, biriktirdiği uyku haplarını içerek intihara teşebbüs ettiği ve tedavi altına alındığı öğrenilir. Yüksek Adalet Divanı sanıklardan 15’ini idama, 31’ini müebbet hapse, 418’ini de 6 ay ile 20 yıl arasında değişen hapis cezalarına mahkûm eder. Sanıklardan 123’ü hakkında da beraat kararı verilir. 

Milli Birlik Komitesi daha sonra Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan dışındaki idam mahkumlarının cezasını affederek müebbet hapse çevirir. İdam cezaları 16 ve 17 Eylül günleri İmralı Adası’nda infaz edilir. 

Sayman Konağın Müstakbel Planları 

Peki, bütün bu tarihsel olaylar tüm ülkeyi sarmışken bizim Sayman Konak ve çevresinde nasıl bir durum söz konusudur? Bunu yakından görebilmek için şimdi de projektörlerimizi Kazasker Şakacı Sokak’ın bu güzide berhanesinin yer aldığı bahçeye ve mensuplarına yöneltelim… 

Tümcan familyasının fertleri Sayman Konağın boş komşu arazisinde

Mehmet dedem koyu bir CHP’lidir. Onun etkisi altında kalanlar da öyledir. Hatta evlerini kiralayanların tümü de Demokrat Parti karşıtıdır. Bu sokakta yaşayanların sadece küçük bir azınlığı Menderes iktidarını alkışlayan takımdır. Ama yine de komşuluk hatırına politikacılar arasında vuku bulan o sert tartışmalar benzeri söyleşiler bu iki karşıt görüşlü sokak sakinleri arasında yaşanmaz. 

27 Mayıs, cuma günü ordunun yönetime el koyduğu haberini duyar duymaz Mehmet dedemin yüzüne şaşkınlık ifadesi oturur. Şaşkınlığı halkın sevinç naraları atarak sokaklara taşmasıyla daha fazlalaşır. Kimse sokağa çıkma yasağını takmaz. Bayrağını alan kimileri yola fırlar, kimi yaşlılar torunları ile birlikte pencerelere, balkonlara üşüşür. Hemen her evde bir bayram havası görülür. Camlara bayraklar asılır, bahçeler, sokak köşeleri marşlar, türküler söyleyen insan kümelerinden geçilmez. Mehmet dedemin bahçesinde de benzer bir manzara hâkimdir. 

Doğrusu bu kadarını o bile beklemiyordur. Saatler geçtikçe işin ciddiyeti meydana çıkmaya başlar ve insanların yüzlerindeki zafer sarhoşluğu yerini kaygılı bekleyişe bırakır. Darbe başarılmıştır. İyi de, peki şimdi ne olacaktır? 

İşte bu sorunun cevabı kolay verilememektedir. Kimilerinin neşesi kaçmış, endişelidir. Beş-on subay koskoca devleti nasıl hale sokacaktır? 

Gelen ilk haberlere göre Milli Birlik Komitesi üyesi Cemal Madanoğlu yanına aldığı yeni Ordu komutanlarıyla Harbiye’ye gider ve orada Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı istifa etmeye zorlarlar. Ancak Bayar inatçıdır. Kabul etmez ve silah zoruyla da olsa istifa etmeyi asla düşünmediğini beyan eder. Bunun üzerine Madanoğlu ve arkadaşları Üniversite profesörlerine ulaşmak için harekete geçer. Topladıkları heyetten bir Kurucu Meclis çıkartırlar. 

Mehmet dedem de ilkin içinde toplumsal bir boyut, siyasi bir düşünce derinliği olmayan bu askeri müdahalenin basit bir darbe olmadığını konak çevresindekilere anlatmaya çalışmaktadır. Şimdi renk değişecek ve taşlar yerinden oynayacaktır. 

                              ***                ***                *** 

Günler geçtikçe fikir ayrılıkları ortalığa saçılır. Kafalar biraz karışıktır. 

Askerin kışlaya dönmesini isteyen ve askeri rejimin olmadığı bir demokrasinin işletilmesi gerektiği kanısında olanlar vardır. Askerin kışlaya dönmesini istemeyenler ise çoğunluktadır. Böyle bir şey şu sıralar gerçekleşirse ülke yine kaosa sürüklenecektir. Hatta bunu ajanslardan takip ettikleri kadarıyla Kurucu Meclis’e çağrılan profesörler de desteklemektedir. Onlara göre, iktidarı tasfiye etmiş ülkeyi güvenli ellere teslim edip kışlasına çekilmeye hazırlanan Ordu henüz pes etmemeli, bilakis yasama yetkisiyle donatılmış bir ihtilal komitesi kurarak devlet reisini ve hükümeti de kendi içlerinden çıkarmalıdır. 

Beyin kadro içinde çekişmelerin, bölünmelerin olması Mehmet dedemi fazla şaşırtmaz. İnancı odur ki herkes bir acayip çıkar peşindedir ve sanki “ihtilali ben yaptım” havasına girmiştir. Aslında İsmet Paşa’nın niye hâlâ geri planda kalmak istediğini ise bir türlü anlayamamaktadır. 

Oysa darbenin yapıldığı gün radyoda mikrofon başına geçen Orgeneral Cemal Gürsel ne demişti? 

Bir aydan beri memlekette cereyan eden ve milleti süratle korkunç buhranlara sürükleyen hadiseleri biliyorsunuz. Bu gidişin memleketi kanlı bir kardeş kavgasına da götürmekte olduğunu her aklı başında vatandaşın takdir ettiğine kaniyim... Bu hal nereye kadar gidecek ve bu feci akıbete hissiz ve alakasız seyirci mi kalmak lazım? İşte vatandaşlarım, bu ahvali ıstırap içinde aylardan beri düşündüm ve bu zevata çıkar yolları gösterdim. Fakat onlar kapıldıkları politika ihtiraslarının şuurlarına verdiği bozukluklar dolayısıyla dinlemediler ve işi zorla yürütmek sevdasına düştüler. Çıkarılan kanunlar, takip edilen hareketler Türk milletini zincire vurmak kastında olduklarını gösteriyor. İşte bu düşünceler ve mülahazalarla bu feci gidişe son vermeye karar verdim ve devletin idaresine el koydum. Derhal bütün vatandaşlara şunu ifade etmek isterim ki, asla bir diktatörlük hevesinde değilim. Bütün emelim süratle bu memlekette temiz ve dürüst bir demokratik nizamı kurmak ve devletin idaresine terk etmektir. Bana inanınız ve güveniniz. 

[Kaynak: M.Ali Birand.. Can Dündar.. Bülent Çaplı.., Demirkırat: Bir Demokrasinin Doğuşu, DK, Haziran 1991, s.163] 

Mehmet dedem çok sağduyulu bir kişidir. O gün coşkudan miting alanına dönen Sayman ‘konağın’ bahçesinde her zamanki dip köşesine sessizce gider, ceviz ağacının altındaki döşeğe oturur ve yüzündeki endişe ifadesiyle düşünür. “Şimdi asker geldi, ama ne zaman, nasıl gideceği belli olmaz! 

O günden sonra da bazı CHP’lilere fena öfkelenir. Bu zatlar yapılan askeri darbeyi sanki kendi eserleriymiş gibi sahiplenmişler, hatta bir kısım askerlerle birlikte DP’lileri tutuklama kampanyasına katılmışlardır. Bu arada Şakacı Sokak’ın DP taraftarları da korkudan sinmiş, kimi evini barkını kilitleyip mahalleden uzaklaşmış, kimi perdelerini kapatmış sokağa çıkmaya korkar olmuşlardı. 

Mehmet Sayman

Bu durum karşısında Mehmet dedem ve onun gibi aklıselim olanlar taşkınlık yapmaya cüret eden gençleri durdururlar ve böylesi nazik bir dönemde komşuluk ilişkilerine zarar gelmemesi için mücadele ederler. Sevgi ve saygı tohumlarının atıldığı sıkı dostluk bağlarının bir çırpıda yıkılmasını önlerler. Önemli olan intikam hislerinden mümkün olduğu kadar uzak durmaktır. Madem müdahale demokrasiyi rayına oturtmak için yapılmıştır, o halde seçimler kaçınılmazdır. Yani kimsenin kılına bir zarar geleceği düşünülmemelidir. 

Münevver ninemiz de Mehmet dedem gibi düşünmektedir... DP’lilerin yargılanmayacağını söyler durur. Hatta o gün evinde toplanan kadınlara siyasi içerikli bir mesaj verir: “Biz ne günler gördük, behey. Memleketin bir an evvel huzura kavuşması için hemen seçim olmalı. Yoksa çok vahim olur, çok. 

Evin alt katında oturan Nejat amcaya göre ise seçimler pekâlâ olmalı ama şu DP’liler seçime sokulmamalıdır. Çünkü onlar devrilen iktidarın sorumluları olarak önce güzel bir yargıdan geçirilmelidir. 

Sokağın DP taraftarı sakinleri de ortada dolaşmaya başlayan seçim söylentisine fena kapılırlar. Hatta daha o gün Cemal Madanoğlu’nun Harbiye’de tutuklu bulunan bazı DP’lileri serbest bırakmasını gerçekten seçime gidileceğine yorarlar. 

Ama ne yazık ki böyle olmaz. Üniversite profesörleri her şeyi alt üst ederler. Salıverilen DP’liler idam kaçağıdır denilerek teker teker yeniden toplatılır. Bu arada Harbiye’de tutuklu kaldığı odanın penceresinden anlaşılmayan bir nedenle aşağı atlayan DP’nin İçişleri Bakanı Namık Gedik ölür. Basın bu duruma körükle gitmeye devam eder. Devrik rejim hakkında geniş bir kampanya başlatır. İlk günü yargılama olmayacağını söyleyen Gürsel bile bir müddet sonra ağız değiştirir: “Onların suçlu olduğuna kaniyiz,” diyerek Demokrat Parti’ye yargı kapısını aralar. 

Bir haziran akşamı eve dönen babam Nurettin doğruca babasının yanına gider ve o gün Yassıada’ya götürülen Bayar ve Menderes’in haberini verir. Mehmet dedem zaten haberi duymuştur. Asık ve sert yüzüyle bu durumdan pek hoşnut olmadığını ifade eder.

Devrik iktidarın tüm kadrosu bindikleri bir gemi ile Marmara denizinde küçük bir adaya, Yassıada’ya götürülür. O güne değin sadece bir askeri tesisi ağırlayan ada, o günden itibaren  Bir devrin yargılandığı yer” olarak hafızalara kazınacaktır... 

Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi davası beş ay süren bir hazırlık soruşturmasından sonra 14 Ekim 1960 Cuma günü başlar. On yıllık bir dönem, topyekûn bir iktidar, koca bir parti yargılanacaktır...                    

***                ***                *** 

Tek partili bir rejimin yıkılışına, Milli Şef’liğin yok oluşuna tanıklık etmiş Sayman Konak ve çevresi, ilk serbest genel seçimlerin yapılışını, demokrasinin sancılar içinde yeşertilmesini de birlikte yaşamışlardır. Ve nihayet yeni bir iktidarın doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü de. 

Atatürk’ün cumhuriyetinde bir askeri darbeyi görmek de varmış,” diyordu Münevver Nine. Hafızasında evli barklı genç bir kızken yaşadığı İkinci Meşrutiyet vardır. Çocukluğundan beri imparatorluk içinde yaşanan isyanlar, katliamlar, darbeler, birinci dünya savaşı, kurtuluş savaşı ve sonrasında gelişen türlü türlü karışıklıklar ve iktidar kavgaları hiç bitmeyecek gibidir. Bu defa gelenlerin gerekçeleri ne olursa olsun, ihtilal fırtınası esmişti bir kez. Ne var ki, görünen köy kılavuz istemez derler. 27 Mayıs sabahı iktidara el koyan subaylar kopan fırtınayı dizginlemek bir yana, o fırtına bir süre sonra darbecileri de önüne katıp sürüklemeye başlamıştır. Çünkü darbe artık kendi dilini konuşuyordur. 

Takvimler 1961 yılını gösterdiğinde Türkiye’nin iç siyaseti gibi Sayman konağın etrafında da sükût-u hayaller cereyan etmektedir... 

Eylül ayına girildiğinde, 1955 yılından beri ön bahçedeki evin alt katının arka sol cephesinde kiracı olarak oturan Nejat amcalar mekân değiştirmeye karar verirler ve Suadiye’nin Turşucu Dere Caddesi’nde buldukları bir apartmanın bodrum katına taşınırlar. Bu duruma fazlasıyla üzülecek olan annem ve ağabeyimdir. Çünkü Atife teyze ile ağabeyimin akranı Sedat’ın yoklukları onlara pek dokunacaktır. Bununla beraber dostluklar kalıcıdır ve bir ömür boyu süreceği kesindir. 

Diğer tarafta, Yassıada’da geri sayım başlamış idamlar kapıdadır. İnfazların yapılacağı yerler bile çoktan seçilmiş; hatta gerekli hazırlıklar tamamlanmıştır. Kararların açıklanması gün meselesidir. Komitenin bazı uçuk kaçık üyeleri, “hepsini asalım bunların” demektedir. 

Sayman Konak ve çevresinde yerleşmiş, darbenin ilk günlerinde sevinçten alkış tufanına katılmış, siyasal olarak gönüllerini CHP’ye vermiş onlarca insan bile bu gidişatın seyrini beğenmez duruma düşmüşlerdi. Hiçbiri idamların çözüm olmayacağı görüşünde birleşiyor, idamları destekleyen bu “kaçık” takımına diş biliyorlardı. Ancak ordu içinde kazan kaynıyordu. İş kontrolden çıkmıştı. Geriye dönüş yoktu. Beklenen karar nihayet 15 Eylül 1961, cuma günü saat 16.00’da açıklandı: “15 sanığın idamına... 

 

O sabaha karşı ölümün bu kadar yaklaştığını hisseden Menderes intihara teşebbüste bulunmuş ve hastaneye kaldırılmıştı. Zor kurtarılır. Ölümden döner. Kim bilecek? Ölümden dönen Menderes’in iki gün sonra yine ölüme döneceğini... 

Her Türlü Hüzne, Hicrana Rağmen İnşa Vakti 

Bir önceki yılın Kasım ayında yaşanan evlat ayrılığı ve 1962’nin Ocak ayında aniden ağırlaşan Münevver Nine’nin ölümünün üzerinden sadece kısa bir zaman geçmiştir. Sayman Konak ve bahçesinde olağanüstü hareketlilikler yeniden göze çarpar. 

Babam haminnesinin kaybından dolayı duyduğu üzüntü nedeniyle henüz daha yaralarını sarmamışken üç gün içinde bir ölüm haberi ile daha sarsılır. Çok sevdiği ve yazdığı şiirlere, romanlarına doyamadığı şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar da hayatını kaybetmiştir. O akşam evinde sakladığı gazete kupürlerinden oluşmuş dosyayı çıkartır. Dosyanın içinde daha önce gazetede tefrika halinde yayınlanmış Mahur Beste’yi bir daha okumak üzere çalışma masasının üzerine bırakır ve oldukça yaramaz olan Hayrettin ağabeyimi ona dokunmaması için defalarca tembih eder. 

Ön bahçedeki Sayman konağın alt katının arka sağ yan cephesinde bir büyük odadan ibaret yerde uzun yıllardır oturmakta olan Ekal ailesinin taşınmasıyla birlikte boşalan evin tadilatına gecikmeli de olsa başlanmıştır. Babam sözünde durup da babası ile anlaşmış olsaydı annem bu kadar sıkılmayacak ve Şeker Bayramı’ndan önce yeni yerlerinde oturmaya başlayacaklardır. Nasıl sıkılmasın ki! Akrabalarına karşı çok mahcup oluyordu. Ne zaman onu ziyaret etmeye gelseler onlara kalacak bir yer sağlamakta güçlük çekmekteydi. İstiyordu ki artık yalnız kendilerine ait bir yerde otursunlar, kendi başlarının çaresine baksınlar. Kendi yağları ile kavrulsunlar. Evlendiği günden beri yaşlılarla bir arada oturmak ona hem çok dokunur; üstelik Münevver nine sağ iken ona yapmadığı eziyet kalmamıştır. Nasılsa artık kocasının babaannesi hayatta değildir. Fırsat bu fırsattır. Babamı güç de olsa ikna eder. Ancak babam çekindiğinden Mehmet dedeme bir türlü açılamaz. Nihayet annem devreye girer ve kayınpederi olan dedeme usulen babamla birlikte aldıkları kararı açıklar. Dedem annem ile babamın gözlerinden onların çok niyetli olduklarını sezer. Önce biraz karşı çıkar. Çünkü oraya yeni bir kiracı almak ve gelirden olmamak gibi bir düşüncesi söz konusudur. 

Babam ileri atılır: “Tamam baba, kaça kiraya vereceksen biz sana o kirayı ödeyelim. 

Dedemin tuttuğu ustalar 1962 Şubat’ında başladığı onarım işlerini Şeker Bayramından sonra bitirirler. İki oda arasındaki duvar yıkılıp da tek büyükçe bir mekân oluşturulduğundan araya kalın bir perde çekilmesi icap eder. Böylece istendiği takdirde yatak odası ile oturma odası birbirinden ayrılmış olacaktır. Ancak tuvalet hâlâ evin dışında, bahçenin kuytu bir köşesindedir. Mutfak ise yine oturma odasının bir kenarında yer almaktadır. 

Gün Mehmet dedemin yanından ayrılma vaktidir. Annem ile babam kendilerine ait toparladıkları eşyayı alt kata indirirler ve kurdukları yeni düzende yaşamaya başlarlar. Geçen bu süre içinde babamın küçük kardeşi, Muhittin amcam dedemin yanına dönme planları yapar. Ancak onun da kafasında Münevver Nine’den boşalan yere yerleşmek fikri vardır. Nitekim öyle de yapar. Kira karşılığı nine’nin evine geçer orada yaşamaya başlar. 

Tüm bunlar olurken anneme bir haber ulaştırılır. Yıllardır pek sevdiği ve çok iyi anlaştığı Atife teyze doğum yapmıştır. Hayrettin ağabeyimin elinden tuttuğu gibi Nejat amcaların Turşucu Deresi Caddesi’ndeki yeni evlerine koşturur. Atife teyze yatağında yatmakta, yanı başında siyah saçlı, sürme gözlü çok güzel bir bebeği tutmaktadır. Hayrettin ağabeyim arkadaşı Sedat ile bir köşede oyuna dalarlarken annem de kucağına aldığı Serap’ı koklayıp öpmektedir... 

Atife teyze o an annemin maviş gözlerinin sulandığını fark eder. Onun aklından geçenin ne olduğunu çok iyi bilmektedir. Usulca koluna dokunur ve yavaşça şöyle seslenir: “Üzülme kız, yapıverirsin bir tane daha. Bak Allah istedi miydi olur bir kızın daha. Yeter ki sen sağlığına dikkat et. 

Annemin gerçekten bedensel sağlığı ile ilgili hiçbir sorunu yoktur. Atife teyzenin ima ettiği de aslında bu değildir. Beklenmedik bir şekilde ablam Hayrünisa’nın kendisinden ve elbette ailesinden dramatik bir biçimde kopartılışının onda ruhen büyük bir tesir bıraktığını anlamak için insanın falcı olmasına gerek yoktur. Başlarda anlamadıysa da ilk kez bir evladından ayrılması ona epeyce koymuştur. Hem bu ayrılık geçici bir ayrılık değil, ablası ve eniştesi ile yapılan anlaşmaya göre temelli bir ayrılık olacaktır. Serap’ı kucağında sımsıkı sarılıp tutarken o anda yeni doğmuş bebeğin handan yüzüne uzaklara giden kızının hazin yüzünün oturduğunu hissetmektedir... 

Eve dönüş yolunda annem, Atife teyzenin söylediklerini beyninde tekrarlar durur. Gerçekten de çok sevimli bir düşüncedir ama gerçeklerle karşılaştırıldığında hayallerin ötesinde kalmaya mahkûm bir durumdan ibarettir. Zira babamın kazancıyla ancak kıt kanaat geçinebilmektedirler. Yeni bir evladın bakımını üstlenebilecek koşulları yaratmadan böyle bir şeye girişmek hem kendilerine hem de hayata merhaba diyecek bebeye acımasızlık etmek olacaktır. Bu düşten hemen kurtulmak için Hayrettin ağabeyimin elini daha kuvvetli bir şekilde kavrar ve her ikisi de Şakacı Sokak’a doğru adımlarını sıklaştırırlar. Ancak hafızasına kazınmış bir söylev gibidir. O unutmaya çalıştıkça, yol kenarlarında oynayan kız çocuklarını gördükçe bu hayalden kurtulması mümkün görünmemektedir. Ağabeyim Hayrettin’in yüzüne bakar, başını okşar, sonra yavaşçacık, “Bebeği beğendin mi oğlum? Nasıl senin de böyle güzel bir kız kardeşin olsun ister misin?” diye sorar... 

Niyazi Mumcular

Yeşil ahşap sokak kapısından içeri girdiklerinde küçük kardeşi sarışın Niyazi’yi Mehmet dedemle birlikte balkonda otururken gören annem, acaba anneanneme bir şey mi oldu diye merak içinde hızla merdivenleri tırmanır. Kucaklaşırlar. Oturup konuşmaya başlarlar. Neyse ki öyle merak edilecek bir husus mevzu bahis değildir. Meseleden anlaşılır ki Niyazi dayım çalıştığı işyerinden aldığı bir görevle Kadıköy yakasına geçmiş; hazır yakınlardayken bizimkilere de uğrayıp hal hatır sormak istemiştir. Annem küçük dayımın geldiğine çok sevinir. Kendisine o akşam yemeğe kalması ve geceyi burada geçirmesi için ısrar eder. Dayım da kabul eder. 

Akşam yemeğinin sohbet konusu Mehmet dedemin ve babamın askerlik hatırlarıdır. Özellikle babamın gitmese de kendisini en az gitmiş gibi hissettiği ve anlatırken etrafındakilere hissettirdiği Kore Savaşı dilinden düşmez. Sessiz bir köşede kendi kendine oyun oynamayı yeğleyen Hayrettin ağabeyimin hiçbir şeyden haberi yoktur. Beş yaşını süren bir çocuktan ne beklenir ki? O neden ve ne amaca hizmet için çıkan savaşları, iktidar kavgalarını anlayabilecek yaşta değildir henüz. Büyüklerinin bolca lafını ettiği kahramanlık hikâyeleri bile onu hiç ama hiç alâkadar etmemektedir. O doğmadan önce trajik biçimde yaşanmış, Tan matbaasının hamasetle çileden çıkmış gençler tarafından basılması ya da 6-7 Eylül gibi siyasi olayların şimdi esamisi bile okunmamaktadır... 

Ya babasının sözünü ettiği Kore savaşı? Türk askerlerinin, 1950’lerin başlarında meydana gelen Kore savaşına, “Birleşmiş Milletler Gücü” altında, Amerikaların kumandası altında sürülmelerini nasıl da gözü boyanmış bir şekilde anlatıyordu... 

Gerçi o tarihte onun gibi düşünmeyenler bayağı azınlıktaydı. Bütün gazeteler her gün “kahraman Mehmetçik”in destanlarıyla dolup taşıyordu. Gel gelelim, bu “kahramanlığın” kimin için, kimin hesabına yapıldığına hiç değinen olmuyordu. Gösterilecek kahramanlık sayesinde ülkeye daha fazla Amerikan dolarının akmaması işten bile değildi. Hem ayrıca Türkiye’nin NATO’ya girmesi bu pazarlık sonucunda daha da kolaylaşacaktı. [Kore, bundan böyle dünya çapında başlamış “Soğuk Savaş”ın, sıcak savaş’la desteklendiği bölgelerden biriydi. İşin açıkçası, dünyanın yegâne jandarması rolünü üstlenen Birleşik Devletler, bugün yakından bildiğimiz aktif müdahale doktrinini, yani işgali, arka bahçesi sayılan Latin Amerika’yı saymazsak, ilk kez bu küçük Uzak Asya üzerinde uygulamaya başlamıştı. Öte yandan Koreli komünistlerin en aktif destekleyicisi Çin Halk Cumhuriyeti’ydi. Çin Devrim’ini birkaç yıl önce gerçekleştirdiğinden, burnunun dibindeki bir emperyalist müdahaleye doğrudan karşı koyma yolunu seçmişti.] 

Mehmet dedem ise konuyu güncele taşıyıp bayramdan az bir zaman önce ordunun içinden ‘militan’ bir kesimin giriştiği darbe teşebbüsünün iyi ki de başarısız sonuçlandığından filan uzun uzun söz eder. Söylediğine göre 27 Mayıs hareketi hemen her kesimde olduğu gibi, ordu içinde de farklı görüşleri karşı karşıya getirmiştir. Mahallede bile olan bitenleri, Demokrat Parti’ye sempati duyanların o gün CHP taraftarlarınca tartaklanmasını asla hazzetmemiş, politikacıların gelip geçici, ancak komşulukların hep baki kalacağını dile getirmiştir. 

Yine dedemin iddiasına göre, Milli Birlik Komitesi askerin demokratik düzeni geri kazandırarak görevini tamamladığını düşünürken, ordu içinde hayli etkin bir grup olan Silahlı Kuvvetler Birliği ihtilal sürecinin tamamlanmadığını, ordunun yönetime yeniden el koyması gerektiğini öne sürmüştür. 

Aslında dedemin anlatmak istediği, bu fikir ayrılığından kaynaklanan ilk kriz 24 Ekim 1961’de, seçim sonuçlarından memnun olmayan ordu mensuplarının yönetime el koymak istemesiyle yaşanır. Parti liderleriyle Silahlı Kuvvetler Birliği subayları arasında “Çankaya Protokolü”nün imzalanmasıyla aşılan bu kriz 22 Şubat 1962, perşembe günü Albay Talat Aydemir önderliğindeki bir grup subayla darbe girişimi izler. Ordunun tamamının desteğinden yoksun olan bu girişim, Silahlı Kuvvetler içinde bir çatışma olasılığını da beraberinde getirir. Tutuklanacağını öğrenen Aydemir, Harp Okulu öğrencilerini ve Ankara’daki bazı birlikleri harekete geçirir. TBMM’nin feshedilmesini ve hemen seçime gidilmesini talep ederler. Hükümet ise bunun karşılığında bazı önemli merkezleri koruma altına alır. Ayrıca hükümeti destekleyen jetler Harp Okulu üzerinde uyarı uçuşu yaparlar. Aradan geçen 24 saat sonunda, ordunun yeterli desteğini alamayan darbeciler teslim olurlar ve bir gün sonrasında da emekliye sevk edilerek ordudan uzaklaştırılırlar. 

***                ***                *** 

Nurettin Sayman

Babam 1959 yılından beri üç yıldır çalıştığı PTT Hastanesi’nden ayrılır. Artık kafasının içinde yeni parıltılar ve hayaller dolaşmaktadır. Hayatını kurtaracak özgür bir proje ile meşgul olurken bütün sorunun arapsaçı gibi sermayede düğümlendiğini analiz eder. Aslında bunun için bol miktarda hesap kitap işlerine dalması gerekmiyordur ama her akşam annemi karşısına alıyor bir elinde kalem, diğer elinde kâğıt başlıyor sayfanın üst satırından altına doğru listeler yapmaya. 

Öyle deniyor, böyle deniyor işin içinden çıkamıyor. Annem ise oturmuş sesini çıkarmadan sürekli onu izliyor. Kendisinin bu kafa karışıklığına çözüm olarak Mehmet dedeme danışmasını teklif ediyor. Bu masum önermenin karşısında yüzünü buruşturan babam anneme “Delirdin mi sen, kızım!” diye sert bir çıkış yapıyor. “Benimki de laf işte,” diye söyleniyor annem, yine aynı sessizliğine bürünerek. Bir ara Hayrettin ağabeyimin çığlık atan sesiyle derinliklere dalıp gittikleri kâğıt üzerinden kafalarını aynı anda kaldırıyor her ikisi de. Ağabeyim gecenin karanlığında camı tıklatan Muhittin amcamı görmüş büyük bir sevinçle kendisini çağıran ele doğru, pencere kenarına gitmiştir... Ne olduğunu anlamak için kalkan annem ile babam gelenin amcam olduğunu fark edince kapıya doğru yönelirler. Kapıyı açtıklarında karşılarında duran amcamı içeri buyur ederlerken babamın yüzünde yıllardır beklediği güneşli gülücükler tecelli eder... 

Nice geceler vardır düşleri örter. Bazı geceler de vardır ki yol ağzında kapıları ardına kadar açar. İşte amcamın o gece çay içmek ve laflamak için bizimkilere uğradığı gece, babamın sermayesinin bir kredi iştiraki de dünyaya gelir... Paranın kalan kısmını da babasından, amcalarından ve halasından istemeye gönlü olmadığına göre geriye bir önemli şahsiyet kalmıştır... Bu kişi kendisini on iki, kardeşini altı yaşındayken terk edip giden annesi Cemile Hatun, yani babaannemden başkası değildir. Gerçi o ne yapıp etmiş, arkadaşlarının da yardımıyla araştırıp soruşturmuş ve yıllardır kayıplara karışan annesinin izini bulmuş, bir cesaretle kendisine gitmiş: “Ben oğlun Nurettin,” demiştir. Ancak bu buluşmadan hiç kimseye söz etmemiştir. Kardeşine bile. Çünkü haberleri olsa annesiyle görüşmesini muhakkak yasaklayacaklar ve üstelik kendisine bir ton nutuk atacaklardır. Kararını verir: bu durumdan hiç kimseye söz etmeyecektir. Evlendikten sonra da anneme önce çekinerek ve bin bir tembihle söz etmiş, kendisinden sözler almıştır. Annemin ağzı oldukça sıkıdır. O da kayınvalidesi ile olan münazaralardan ve Mecidiyeköy’deki evine sık sık yaptıkları ziyaretlerden kimseye söz etmeyecektir. Yoksa bu onların sonları olur. Karı-koca bunun tam anlamıyla bilincindedirler. 

Artık talep edilen kaynağın büyük kısmı hazıra amadedir. Babam, amcamın ve babaannemin fon destekleriyle kendisine aşırı güven gelmiş vaziyetlerde Sirkeci’de tanıştığı tefeci Yahudi’nin yanına koşturur. Tefeci onu memnuniyetle kapıda karşılar. Yeni projesine anapara sayılacak fonlamanın geri kalan kısmı tefeciye borçlanarak sağlanacaktır. Tefeci parmaklarını yalayarak bonoları hazırlar ve kendisine “hayırlı olmasını” diler. Lâkin annem babamın yüksek umutlarla içine girdiği bu borç yükümlülüğünden dolayı epeyce kaygı duymaktadır. Ya işler öyle bekledikleri gibi gitmez ve ters pers olursa ne yaparlardı? Bunu düşünmek bile istemez. 

O gün evin yan tarafına portakal renkli bir araç park eder. Bu bir Volkswagen minibüstür. Aracın şoför koltuğundan şişine şişine inen babamın yeni işi belli olmuştur. Yanında da yirmi yaşlarında bir çocuk vardır. O da muavini Ali’dir. Yanında getirdiği bisküvi tenekesini anneme verir ve şöyle güzel, tavşankanı bir çay demlemesini söyler. Mehmet dedem şaşkındır; ama hiçbir söz etmez. Babama sadece kuru bir “hayırlı olsun” der. Sessizliğini koruyarak önünden yürür gider. Kucağına aldığı Hayrettin ağabeyim ile birlikte Volkswagen’in içine kurulurlar. Dışarıda ise hava bahar havasıdır. Bahçenin her köşesinden cıvıltılı sesler yükselir. Zaman bütün Sayman Konak ahalisinin katılımıyla kutlama yapılacak zamandır... 

***                ***                *** 

Babam yeni işinde bir hayli heyecanla çalışmaktadır. Sabah erken saatlerde evden çıkar; muavini Ali’yi evinden alır ve ikisi birlikte ilk yapacakları sefer için yola koyulurlar. Akşam olunca argın yorgun eve döner. Günün nasıl geçtiğini hararetli bir şekilde anneme anlatır. Ağabeyim ile biraz oynar, sonra da uykuya çekilir... 

Bir gün annem evde çamaşır yıkarken evin ön tarafından çığlıklar duyar. Ne olduğunu merak eder. Elindekileri bir tarafa atıp kapıdan çıkmak üzereyken Hikmet yengenin büyük kızı Nihal ile burun buruna gelir. Kız burnundan solumaktadır. Feveran içinde “Nevin abla, annem doğuruyor. Ebe’ye haber vermek lâzım. 

Hayrettin ağabeyimi arka bahçedeki evin ön cephesinde oturan Perihan teyzeye emanet eden annem Nihal’i de alarak doğruca Hatice ebeye koştururlar. Perihan teyze, Şerife Hanım teyzeye, o da Gülsüm hanım teyzeye ve diğer yakında oturan komşulara haber verir; doğruca Hikmet yenge’nin yanında toplaşırlar. Öğleden sonra bir müthiş bir zırlama sesi duyulur. Herkes kapıya dayanır. Ebenin kucağındaki bebeğin cinsiyeti merak konusudur. Kimi şaşkın, kimi eğlenceli yüz ifadeleri altında uğultular cereyan eder. Doğum yorgunu Hikmet yenge tufan gibi o soruyu sorar: “Bu da kız mı yoksa? 

Gelen üçüncü evladın da kız olması Hikmet yengeyi biraz burkmuştur. Ama yine de evlat evlattır işte. Meral’ini yanına ister, dakikalarca doyasıya koklar. O tarihsel anda annemin suratındaki hüznü fark eden bütün komşular kendisini teselli etmeye çalışırlar. Hatta o günün hadisesi birden hava değiştirir ve anneme telkinde bulunmalar ağırlık kazanır. 

Arkadaşlarının bu peş peşe yaptıkları doğum olaylarından fazlasıyla etkilenen annem bundan böyle daha fazla dayanamaz ve babama açılmaya karar verir. Nedenini de enikonu belirler: Ağabeyim yalnız büyümemelidir. Hem onlar bu kardeş ikilemini erteledikleri sürece Hayrettin ağabeyim ile kardeşi arasında yaş farkı gittikçe açılacaktır. Bu da maatteessüf iki kardeş arasındaki bağların cılız kalmasına neden olacaktır. 

Haminnesi Münevver nine, eğer şimdi hayatta olsaydı böyle bir serüvene asla izin vermeyeceğini bilen babam, annemin bu ısrarlı ve kararlı duruşunu çok takdir eder ve onu yanaklarından öperek heyecanına ortak olmaya çalışır. 

Artık her ikisi de benim için hazırdır. Yolculuk başlar... 

Balkan Damarı 

Nevin Sayman

Henüz yirmi dört yaşında omuzlarına fazla yüklenilmiş bir hüzzam makamı abidesi dikilir hiç antagonizm duyguları taşımayan, yüreğinde binlerce iyilik meleği konuk eden hayat karmaşasında. Aslında anası Saliha Hanım’dan kalma bir meslektir ona kadınlık ve analık, bir de başında kahırlı hayatın tamlaması varsa. Hele erkeksi bir fizik taşıyorsa, sanırsınız çoktan havale edilmiştir bu mahalleye, bu sokağa, bu konağa, bu köklü familyanın yanı başına. 

Havada bir bahar kokusu. Sayman Konak üzerine çiy basmış renkler uçuşuyor. Bu büyük bahçesiyle donanmış iki bağımsız meskenin renkleri olabilir mi? Bundan yedi yıl önce, ilk geldiğinde de aynı renkler vardı. Her gece gözünü kapadığında bu renkleri yeniden görürdü. Gördüğü renkler böylece daha o anda düşsel renkler olup çıkardı. Çoğu geride bıraktığı Çilingir köyündeki renklerdi. Sözgelimi, akrabalarının yerleştiği türlü mekânların farklı tonlardaki renkleri: Arnavutköy’ün, Hadımköy’ün, Taşlıtarla’nın, Edirnekapı’nın, Fatih’in, Aksaray’ın... Yazın kırlara giderken, tarlaların papatyalar ve bilumum kır çiçekleri ile örtünmüş otlarının renkleri. Sanki bir rumuzdu. Kışın da Sirkeci’den kalkıp da Hadımköy’e ablasına giden motorlu trenin kırmızı şeritleri, dört başı mahmur camları çakılıp kalırdı. 

Tam bunu düşünürken burnu sızladı. Acaba Hayrünisa’sı şimdi ne yapıyordur? Biricik kızının bebeksi hırıltısını duyar gibi oldu. 

Sırtını yüksek bahçe duvarına dayadı ve dev çam fıstıklarının gerisinde, kayınpederinin yıllar önce inşa ettiği heybetli yapıya baktı. O zamanlar evlerin kapılarında hep mücevher çağrışımlı tepe camları vardı. Morlara, yakut kırmızıları, sarı renkte ve cam parlaklığında yeşilleri, kimi zaman ay ışığı mavileri, elmas renkleri veya alacalı bulacalı hintsarısı ya da limonküfü tonları. Renkler arasında bu ilkyaz gezintisi gönlünü yoruyor. 

Yanı başında biten altı yaşındaki şergil çocuğun gözleri ıslak, bir nevi yağmur efekti. Dün gece küçümenlerin asla görmemesi gerekenleri gördükleri karşısında yaşadığı haşlamanın tesiriyle olsa gerek anasının eteğine tereddütlü yapışıyor. Elinde dedesinin ona armağan ettiği mızıkayı sallıyor. Annelik işte; vicdanının sesini dinlemiş olmalı. Oğlunun boyu kadar kalmak için önünde çömeliyor. Başını yumuşak ve o affedici sesi ile okşuyor. Bu bağışlanma duygusuyla çocuk mızıkayı öyle bir üflüyor ki! O dilini çene içinde yuvarlayıp üfledikçe on altı delikli mızıkadan çıkan melodiler çoğalıyor. Üfledikçe yankılanıyor ses Sayman Konak’ın arka bahçesinde komşuların küle yatırıldıkları kahve cezvelerine kadar. 

Karnını ovuşturuyor. Seçmece olacak... Olmalı bu sefer. Seçmece yapacak bu kez. 

İki ay sonra oturduğu yerde bedenindeki değişimi fark ediyor. O öğürtüleri ve kendini kaybettiği momentler seyrelmiş bir reviş izliyor. İlle velâkin bu defa seçmece yapacak karnında hissetmeye başladığı embriyonu. Hayatının akarsularını seçerken her zaman yaptığı gibi. İnadına masumiyeti aramayacak bedeninde bu sefer. Tanrıya olan inancıyla pek örtüşmese de, tanrı onu affetsin, embriyonik gelişime müdahale etmenin gerekliliğine inanıyor ve beynine böyle hükmediyor. İlla kız olmalı. Yok başka çaresi. Böyle şartlıyor kendisini. Sadece kendisini mi? Kocasını, Sayman bahçede yerleşik kim varsa, konu komşu, akraba hemen herkesi. 

Tövbe, tövbe, kızım, yapma böyle, Allah ne verirse artık,” deseler de kulaklarını tıkar böyle söyleyenlere. 

***                ***                *** 

Yaşam sancılıdır. Kim ne derse desin. İnsan bedenine verdiği sancılar bitmek tükenmek bilmez. Kim bilir? Belki de ağrılı hayat bir orospudur demek en doğrusu. 

Her şey istenildiği, hayattan beklendiği gibi gitmezse, ya da malum işler arapsaçına dönerse, o hayat hayat olmaktan çıkar. İnsanın başına bir karabasan gibi çöker. 

İşte böylesi bir hayat sahiden de fahişe gibidir. Rengi mordur. Bir de ebekuşağı bulundurur bacakları hep açık. Ses seda olmaz, yoktur sokaklarda. Bir portakal minibüsün içine yığılmış taşra koşuşturmalarında çok mu “dağınık”tır yoksa maşeri yığılmaların yarattığı kozmopolitlikle apolitiklik arasındaki ince yaşantı mıdır bilinmez ama, bu taksitli borsa oyunu kaybedenlerin sonudur. 

Bir başına çalıyor mızıkayı. O mızıkadan sefalet, sefillik ezgileri körükleniyor. Poposu hafif dışarıda erkek çocuk afallıyor kocamanların bu alelâcayip, şipşak değişken, gelgeç ruh hallerine. Daha birkaç hafta öncesine kadar her şey ne kadar normal sayılırdı. Ya da öyle miydi gerçekten? Hayatın ağabeyi rolüne erken atıldığını düşünüyor. Bu işin iki yolu var, ya ana rahminde gelişim gösterip annesinin karnını şişiren kardeşi kendine egemen bir iktidar savaşı verecek ve zafer kazanıp kafasını deve kuşu misali o saklandığı delikten dışarı çıkaracak; veyahut dönek bir ruh esaslı bir ispritizmaya gerek duymadan azmettirici vazifesine soyunacak, ruhunu celladın ellerine teslim edip gerekeni yapmasını dileyecek... 

Babamın yakınarak eve geldiği akşamların sayısı nicel olarak çoğalmaktadır. Zira kısacık ve çabucacık geçen zaman diliminde taksitlerini ödeyemediği bonolar gitgide başına çorap örmekte, evin huzurunu bir hayli kaçırmaktadır. Artık giderek düşünme yoğunluğu yaşadığı evin dışındaki boklu helâdan farkı kalmamıştır. 

Her gün düzensiz gelen müşteri tabakası bir yana, portakal Volkswagen’in sık sık yol açtığı astronomik arızalar içini çökertmektedir. Evde ailesiyle neşe içinde tutunduğu akşam saatlerinin rafa kalktığını geçelim, Jack London’ı yaratmak bile sanırım “Demir Ökçe” demek kadar sıra dışıdır. 

Saymanların çökertilmiş ruhu her nedense bir kabile gibidir. Özünde kaybedilmiş ruhsal direnişten farkı yoktur. 

Annem artık o kadar sıkılmıştır ki bu iktisat cenderesinden, çaresizliğinden ne yapacağını bilememektedir. Sonunda çareyi ablası Zehra teyzeme sığınmakta bulur. O gün ikisinin birlikte verdiği kararı babama açıkladığında babam şok olacak mevkide bile değildir. Annemin teklifini isteksiz kabul eder ve ertesi gün Jinekolog Doktor Celâlet Hanım’ın makamına çıkarlar. 

Ancak bu olay sır gibi gizli bir operasyona tabi tutulmalıdır. Çünkü yasa karşısında suçlu durumuna düşmek gibi yüksek riskler söz konusudur. 

Oldubittiye getirilecek bu embriyon cinayeti, tesadüf müdür, benim inadına yürekten verdiğim bir iktidar mücadelesinin bir eseri midir, o gün işler istenildiği gibi rast gitmez. Paraları tam çıkışmadığı için cerrahî müdahale bir başka güne ertelenir. 

Bu olaydan sonra kafasında embriyon halindeki bebesini tamamen silip bitirdiğini hükmeden annem beni doğurmamak için o zamanın olanakları içinde epeyce direnir. Celâlet hanımdan öte hantal bir cehaletle, mahallemizin saygıdeğer hemşiresi, iğneci Zehra teyzeye birtakım iğneler yaptırır, eşin dostun tavsiyesiyle bazı kocakarı ilaçları dener. 

Ne var ki ben, Nuh demekte, peygamber dememekte ısrar ederim. Dünyaya bedel öyle bir direnç, öyle bir direniş gösteririm ki annem bile bu olağanüstü katır inadı durumu hayretle karşılar. 

Yapacak tek şey zaman kaybetmeden parayı denkleştirip Doktor Celâlet Hanım’ın kapısını yine çalmaktır. Babamı ikna ederek İsmet halamızın huzuruna çıkarlar. Kahveler içilir, demli çaylarla birlikte sunulan öteberiler yenilir. Saatler ilerledikçe annemin tansiyonu çıkar. Bir an evvel babamın sadede gelip konuyu açması için mavi gözlerinden çıkan çakmak çakmak bakışlarıyla, tikli gibi kaş göz işaretleriyle ikazlar gönderir. Babam sıkıla sıkıla konuya girer. İsmet hala ile Hakkı enişte büyük bir sabırla dinlerler ikisini de. Sonra bir sessizlik çöker odanın içine. Bir müddet kesinti yaşanır. Boşalan fincanlar yeniden doldurulur. Hakkı enişte, düşünceli oturan İsmet halaya bakmaktadır. Odadaki diğer gözler de halanın üzerinde toplanır. Hala kursağını bir iki öksürükle temizler ve... 

Mehmet dedemin kardeşi İsmet Tezel

Ve o gece annem ile babam büyük haladan mütenasip bir nasihat söylevi dinlerler... 

Eve dönerlerken annem karnını ovuşturur. Kendinden nefret etmeye başlar. “Ben neden böyleyim?” diye sorar kendine. 

Annemin bu kendini suçlayıcı sesini duymuşumdur sanki... “Ben buradayım, anneciğim” dercesine bedenine yavaşça dokundurduğum minik tekmelerim bir zaman sonra onu diriltir, yaşama döndürür. 

Heyhat olan biteni anlamak o kadar zor değildir. Hayatta olmak için mekanik bir hareketlilikle çalıştırdıkları iktisadi sistem ailemi o kadar zorluyordu ki, bazen kafalarındaki peruğu çıkartıp, sözde kimliklerine göre “bir başka insan” olarak yaşamak ister hale geliyorlardı. 

Türkiye’nin iktisadi cephesi de ailemin yaşadığı dramatik filtreli hayattan farklı değildi. Alınması gereken önlemler kuşağı her kesimde söz konusu olan nazik gelişmelerdi. 

Mesela, DP dönemine damgasını vuran “liberal ekonomi” anlayışına karşı yeni dönemde egemen olan “planlı büyüme” anlayışı, Millet Meclisi’nde yapılan görüşmelerden sonra Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile 21 Kasım 1962’de uygulamaya konur. Kamu kesimi için bağlayıcı, özel kesim için yol gösterici olan plan, kamu yatırımlarını ve devlet işletmeciliğini büyümenin sürükleyici gücü olarak görmektedir. Planın hedefine ulaşması için toprak reformu, vergi reformu ve kamu yönetimi reformunun yapılması öngörülür. 

Benzer bir planlama bizim aile için de söz konusudur. İş reformu, aile ekonomisi, kalkınma ve büyüme yönetimi reformlarının yapılacağı günler hiç de uzak değildir. 

***                ***                *** 

Gece artık tüm siyahlığıyla çöküyordu. Gün ise tüm kızıllığıyla doğum yapacaktır... 

***...*** 

Seref Sayman

Pınarbası ,Antalya, 26 Mart 2009   

[📷 20 Ağustos 1962 tarihli haftalık “Akis” siyasal-aktüelite mecmuası, (Nostalji Albümünden).] 

(*) Önceki Makale: Darbe Hevesleri Osmanlı’dan Emanet

(*) Sonraki Makale: EK-49: TKP’nin Tarihi (1960-1962) 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [ANILARIM] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerik Dizini]

>>> [Devamı Hayat] 

***…***