Ağaç Ev: "Üst Üste Kuleler"

SAHTEKÂR DÜNYA

Çok küçük yaşlarımdan beri doğruluğun ve yanlışlar karşısında utanıp sıkılmanın ailemin geleneğinde başta gelen edepler, erdemler olduğunu, dürüstlük ve utanma duygusu olmadan ne aile, ne de toplum yaşamı düşünülemeyeceğini kafama ‘vura vura’ öğrettiklerini yazmış mıydım?

İyi öğrenmiş olmalıyım ki bugüne değin kimseye zarar verecek yalanlardan kaçınmışımdır. Söylediğim masum yalanlar ise ya kendimi ya da birilerini koruyup kollamak için olmuştur. Sefiller’deki Thenardiers ailesi gibi yalancı ve şerefsiz olmaktansa Robin Hood gibi güvenilir ve onurlu olmayı tercih etmişimdir.

Doğruluktan payını almamış, utanması, sıkılması gereken insanlar yüzlerini hangi boya fırçası içine sokarsa soksunlar ne olduklarını, nasıl bir karakterde insan olduklarını gizleyemezler. Boşuna eskiler biriyle tanıştığımıza “Yüzü güzele kırk günde doyulur; huyu güzele kırk yılda doyulmaz” deyimini anımsatma ihtiyacını duymuyor, nedeni çok açık. En önemli nitelik huy güzelliğidir de ondan. Hayatımızda gözbebeklerimizin içine baka baka yalan söyleyenler öyle çok ki. Bir de acayip pişkinler. Yalanını yüzüne vurunca bile hemen başka bir yalana sarılıp durumunu kurtarmaya çalışmıyor mu? Hileci düzenbaz, bakar kör hilebaz, kaba saba, edepsiz, küstah, yüzsüz, kepazenin, rezilin daniskası.

Babamın çalıştığı hastanede doktorların, hemşirelerin giydikleri beyaz önlüklerinin üst ceplerinin üzerinde isimleri ve soyadları yazıyor. Tamam; onların hiç biri, ben daha beşinci sınıfa giderken babamın sevinçle biz çocuklarına armağan ettiği ama çoğunlukla benim başucumda saf tutmuş, beş ciltlik ansiklopedilerin beşinci ve son cildi “Kim Kimdir?”in içinde yer almıyorlar. Fakat hastanede herkes onları bu ceplere işlenmiş isimlerinden tanıyor. Hasta yakınları ise önce o isme bakıyor, doğru kişiyle mi konuşuyoruz diye?

Niçin bizim okulda giydiğimiz ceketlerin ya da mesela gömleklerin ceplerinde adımız yazmıyor ki? Mesela, bir kızla tanışacağım zaman en azından elimle üst cebimi tutar, ona doğru çekeler, kendisine gösterebilirim. Hatta adını sormadan önce onun ismini okur daha emin bir şekilde kendisine hitap edebilirim: “Adın Figen, değil mi? Ben de Şeref, memnun oldum...

Aslında eskiden babaannemin bize bayramlarda hediye niyetine verdiği özel mendillerde kabartma harflerle işlenmiş isimlerimizin baş harfleri bulunurdu. Özel dediğime bakmayın. Bu mendillerden herkese yetecek kadar vardı pazarda, çarşıda.

Bir de renkli çoraplar vardı tabii. Pantolonlarımızın içinde el âlemin görmesi yasak. Sadece çorap sahibi ile o çorapları kirlendiğinde odun ateşiyle yakılmış kazanın içinde ısınan suda çitileyerek sabunlayacak annelere serbest.

Gerçi malı bütün dünyanın gözüne sokmaya ne mecburiyetimiz var! Öyle yapsak gösteriş budalası olur çıkarız meydana.

Görmemişlik ki en disiplinli, en metotlu cezaya tabidir bizim aile geleneğimizde. Bunu da yazmış mıydım?

Aklıma bugünün ‘çakal’ politikacıları geliyor. Hepsi tam bir yalan-dolan makinesi. ‘Çoban Sülü’ Demirel’i, ‘Kepçe Kulaklı’ Türkeş’i, ‘Takunyalı’ Erbakan’ı ve diğerleri. İçinde belki en dürüst görüneni kanca burun karikatür tiplemesi Ecevit. Belki de bizim ailenin CHP geleneğine olan bağlılığından böyle söylüyor olabilirim. Ama bana kalırsa Karadenizli Temel’i andıran Ecevit’in de kirli çarşafları mutlaka vardır. Politikacı değil mi!

Toplumsal yaşamın düzenli bir şekilde yürüyebilmesi için, hatta şu ‘dürüstlük heykeli’ örnek politikacılar tarafından yönetilebilmesi için namuslu olmaya ve hata yaptığında da utancından özür dilemeye gereksinim duyan iki erdemin varlığına, doğruluk ve utanma duygususun olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Zaten korunmadığı ve yaygınlaştırılmadığı içindir ki siyaset alanı bini bir palavradan ibaret. Ağabeyim diyor ki bunun tek sebebi kapitalizm. Hımm, biraz derinlemesine araştırmam gerek. Bana yastık altı bir kitabı verdi: “Tarihsel Materyalizm” ve ekledi: “Bunu bizimkiler görmesin. 

E, oldu mu şimdi ağabey? Nerede doğruluk, dürüstlük? Nerede o utanma duygumuz? Bırak görsünler. Kızacakları bir şeyse bakarız, tartışırız.

Gerçi kitaba baktım, evirdim, çevirdim. Kalın bir kitaptı. Okuması uzun sürecekti. Birkaç yaprağında göz gezdirdim. Sonra kalktım gittim yanına, elimde kitap, kendisine: “Ağabey, ben bunu iyisi mi yaz tatilinde okuyayım. Hem Hadımköy’de kimse görmez, sen merak etme.” Güldü. Kitabı aldı, yanağımı sıktı. İçimden “Gördün mü bak,” dedim, “kimseye masal anlatmaya gerek kalmadı.

Şimdi soruyorum kendime. Okul hayatımda, sınıf, sokak, bahçe, mahalle hayatımda arkadaşlarım ve arkadaşım olmayanlar arasında, adları öne çıkmış, ama bütün becerileri yalanlarla dolanlarla üstte, en üstte kalmayı başarmış, aslında arkadaşlığa zarar verici, kafa yoksulu, terbiye bakımından sıfıra sıfır elde var sıfır şahıslarda şu sözünü ettiğim iki erdemliliğe tesadüf edebiliyor muyum?

Tıpkı adları gökyüzüne çıkmış, Şakacı Dünya’nın yüz karası dokuz kardeşleri gibi hırsızlıkları iyice bilinen ama türlü engellerle ispatlanamayan nice insan cirit atıyor dört bir yanımızda. Kimi politikacı, kimi sokak peştamalı, kimi iş güç sahibi patron yapıştırıcısı.

Patron dedim de ansiklopedik anlamıyla işçi çalıştırana deniyor. Yani tüm otorite bunlarda. Bir işyerinde yapılması gereken her şeyi onlar söylüyor, onlar idare ediyor. İşine gücüne yalan dolan karıştırmayanı var mıdır? Asla inanmam. İki insanın bir araya geldiği birinin iktidar, diğerinin gücük olduğu yerde güçlü olanın mutlaka ayak oyunları olacaktır. Yoksa gücünü nasıl sürdürebilir ki? Tarihte bile devletleri yönetenler böyle yapmamışlar mı? Koskoca aile hanedanlığından Osmanlı’da bile kardeş kardeşe palavra sıkmakla kalmayıp hançerin dişlerini kardeşinin boğazına geçirmemiş mi?

Yalansız dolansız patron olmaz. Yoksa cüzdanından olur. Ama onlara sorsanız, onlardan daha doğrusu, daha dürüstü yoktur. İşçiyse sefildir.  Sefil olan yalan söyler. Hırsızlık yapar. Kendileri doğrucu Mahmut, işçiye gelince tafracı! Herkes bu masala inanır.

Tıpkı nice politikacılar benzeri patronlar da senden, benden daha iyi geçinebiliyorlar, saygınlıklarından (bana kalırsa içi boş, geçici, yakıştırma) hiçbir şey yitirmeden!! Onların saygınlığı yalana çabucak kanan halkın cehaletinden.

Gerçi patron takımının türleri vardır. Cimri olanı meşhurdur. Maaşı, ikramiyeyi ve primleri sanki kendi cebinden veriyormuş gibi işçinin alacağında hep gözü vardır. Şarlatan olanı her şey ve hiçbir şey hakkında yalan söylemeyi alışkanlık haline getirendir. Kılavuz olanı telefon kablosuna bağlı olandır, her an meşgul olduğunu ispat etmeye çalışır ama aslında hiçbir şey yapmamaktadır. Otoriter olanı herkese kendi şartlarını ve kurallarını dikte edendir. Ama lafla, ama baskıyla. Yabani ot gibi olanı en korkak olandır, her şeyden korkar ama haramilik yapmaktan katiyen korkmaz. Sinsi olanın küpü de şişman olurmuş. Bir de yontulmamış patron cinsi vardır. Bunlar had safhada kaba davranışlıdır, bir hayli bencildirler. Anlayışsız, kalın kafalı patron ise bir şey anlamayan aptal tiptir.

Patron türünü uzattıkça uzatabilirim ama gerek yok. Zira liste sınırsız. Şimdi bu listeye bakınca, bildiğim, tanıdığım patron kılıklı adamlara ne çok benzediğini düşünüyorum. Babamın sabahtan akşama değin ter döktüğü Kartal Hastanesi’nde patron kılığına girmiş envaı çeşit insan bolluğu var. Kim bilir belki de ilk önce onlar aklıma gelmiş ve türlerinin esin kaynağı olmuşlardır. İngilizce’de bir sözcük var: “vice versa”... kısasa kısas... Kimine gerçekten çok gülüyor, kimine çok kızıyor ve görmezlikten geliyorum.

Okulda da böyle kendine patron çehresi biçen öğrenciler yok mu? Onlar kaçınılmaz. Önleme olanağı bulunmadığı için onlarla uğraşacak bir parmak hesabımız da yok. Kimileri bu yavru kuşlara saygı duyabilir. Ama benim kuşağımda facia etiketiyle gezen bu arkadaşlara kepim elimde nasihatim benden uzak durmalarıdır. Muhtemel bir afeti önlemek adına bu kadar alçakgönüllülükle dile getiriyorum işte.

Nasıl diyorlardı?

Her şey olacağına varır...

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 24.04.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Beyne Kafa Tutan Beden”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Buradan Nereye” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]