Ağaç Ev: "Beyne Kafa Tutan Beden"

SİNEMA DÜNYAM

Arkadaşlarımla bir gün öncesinden sözleştiğimiz gibi bazı pazar sabahları 10 matinesine Atlantik Sineması’na gidiyoruz. O gün dünyanın en mutlu insanı oluyoruz hepimiz. Küçükken de böyleydi. Geceden sabaha uyku tutmaz, güneşin doğmasını iple çeker, sabahı zor ederdim. Heyecandan. Aynı heyecan bugün de devam ediyor. Ama bu kez Kadıköy’e, Süreyya Sineması’na “Ölüm Yarışı 2000”i seyretmeye gideceğiz. Başrollerde David Carradine ile Sylvester Stallone var. Çok iyi bir film olduğu kulaktan kulağa yayılıyor.

Pazar günleri bizim grup için Cumartesi neyse o. Tatil günleri. Hem sanat-kültür yapacağız hem de kan ter içinde kalacağımız futbol maçlarını tamamlayacağız. Kitap okumaya da zaman ayıracağız, bahçede diğer oyunlarımızı oynamaya da. Bisiklet turu da yapacağız, spor salonumuzda kum torbasına yumruklarımızı indirip, barfiks, yay ve halter de çalışacağız. Kuyu üstünde dört kafadar kızmabirader de oynayacağız, kızlarla kukalı saklambaç, ebelemece ve köşe kapmaca da. Bir de ceviz ağacının yüksek, kalın bir dalına astığımız demir çemberin içinden geçirmeye çalışacağımız topla Balık oynayacağız. Biliyorum kovboyculuk, askercilik artık eskisi gibi tat vermiyor, takvim yaprakları döküldükçe büyüyoruz. Bunun yerine yaşıtımız kızlarla çam ağaçlarının gölgesinde ya da bahçe duvarı tepesinde çekirdek çıtlatmak daha mesut edici. Fakat sinemanın eşsiz tadı başka.

Küçükken Bahçe, Can ve Atlantik sinemalarında başlayan film seyretme sevdam bahçede kendi imalatım olan tahta film makinesi ile arkadaş izleyicilerim karşısında tek başına oynamaya çalıştığım filmlerle devam etti. Sonra bunu ilerleterek, Hadımköy’de terzi eniştemin dükkânının arka deposunda geliştirdiğim yeni modellerle, üstelik asker ağabeylerimin Askeri Sinema’dan bana armağan ettikleri film afişleriyle arkadaşlarıma oynayacağım filmi tanıtmanın büyük mutluluğunu yaşadım. Yaşım henüz 8-9’du. Ancak yıllar geçerken sinema filmlerindeki değişim ile hayatımda bazı şeylerin değiştiğini görüyordum.

İlk romantik aşkım 1975 yaz sıcağında Hadımköy’ün bu nezih Askeri Sinema’sında başladı. Sivillere haftada iki gün ben ve arkadaşlarıma canımızın çektiği her gün serbestti. Ruhan’ın elini ilk kez orada tuttum. Bir zaman sonra ağabeyi Kaan ile çok iyi arkadaş olunca istemeden de olsa o eli bıraktım.

Şimdi âşık olduğum kıza ilk kez sarılarak film seyrettiğimiz yer de Mecidiyeköy’deki Kervan Geçmez Sokağı’na komşu sinemaydı. Yakınımda olsa o eli hiç bırakmayacağım da...

Sinemayla yaşımı büyüten ben, sinema sevdası denilince en önde koşacaklardan ben, şimdilerde biraz televizyon kölesi mi oluyorum acaba? Hayatın huzursuzluk derecesi bir türlü inmiyor ki. Bitmek tükenmez bilmeyen şamatalı hayatımda, her tarafa yetişmeye çalıştırdığım bedenimle birlikte sinema ikinci lige mi düşüyor? Yüreğimin sesi buna itiraz ediyor ama gerçek bu.

Sanırım kalbimin sağduyulu sesine kulak verme zamanım geldi. Bugünden yarını yok. Yine şaheser bir filmin derinliklerinde oksijen almak istiyorum. Kol saatime dakikada bir bakıp başlama zamanını kollamak, mısır, gazoz, çerez, her neyse elime alıp içeri dalmak, o konforlu koltuğa gömülmek istiyorum.

Aslında bizim yazlık sinemalarının rahatsız tahta sandalyelerini bile şimdiden özledim. Olsun koyarsın üzerine bir minder tahta olur sana taht. Yeter ki ekranda Charles Bronson, Clint Eastwood, Lee Van Cliff, John Wayne olsun. Ah bir de Jenniffer O’Neill’i, Marlon Brando’yu, Natalie Wood’u, Marilyn Monroe’yu da getirseler. Şenesenevler Bahçe Sineması’nda varsa yoksa Ayhan Işık, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Ediz Hun, Göksel Arsoy, Tarık Akan, Filiz Akın vesaire. Getirse ya Ali MacGrow’u, Jacqueline Bisset’i, Raquel Welch’i... Nerdeee???!!!

İyi ki televizyon var da ayağımıza geliyor bunlar. Dağdaki kekliğin bini bir paraya. Evde sinema üstelik bedava. Şimdi sokaktaki sinemaya git, evin bütçesini de sarsacaksın. Harçlık biriktirmek için diyor babam, harcamak için değil. Espri yapıyor zahir. Yok, olmaz, sinemada film seyretmek evde kurulup film seyretmeye benzemez. Tamam, o da olsun ama yeni gösterime girmiş filmleri adam gibi seyretmek de önemli.

Bu sinema konusunu ileride daha teferruatlı yazacağım... Ah be sinema, ufaklığımın baş belası, başıma bela açmasan olmaz sanki!

***…***

Bazen öyle karışık duygular yaşıyorum, yaşadığım duyguların tek bir anlamı oluyor kaos!!!

Çoğu zaman duygularıma misilleme beklemiyorum ama karşılıklı ilişkiyi, karşılıklı etkiyi bekler gibi görünüyorum. Eğer bir karşılık görmezsem mideme indirilmiş yumrukların verdiği acıyla iki büklüm oluyorum. Ya da, ne bileyim, bir çöp tenekesine atılmış kokuşmuş artıklar gibi kıvranıyorum. Bunların hepsi geçtiğinde sanki bir şey olmamış gibi başım havada, şan ve şöhret havasında yürümeye devam ediyorum. Görkemli bir vaziyet, ha?

Görkem, övünmeden ileri geliyor. Türklerin bağımsızlık şiirindeki “Bu ne şiddet bu celâl”deki ‘celâl’ gibi. Bekir eniştemiz ile Ayşe teyzemizin en küçük oğlunun adı gibi: ‘Sena’... Babamın pek sıklıkla tekrarladığı, muhtemelen Mehmet dedemden çaldığı, o tatlı yumuşak sözcükler gibi: ‘izzet-i nefis’... Neyse ne! İhtişam deyip ilerleyeyim.

İnsanlar böyledir. Diğerlerinin şiddetli acı ve ıstırabıyla, onların can çekişmesiyle pek ilgilenmezler. Varsa yoksa Ben, Benim, Beni/Bana, Benimki, Bendeniz. Diğer zamirler diğer şahısların kendisine aittir. Önemseme, ilgi duyma, alâkadar olma, yardım etme, hizmet verme, rehberlik yapma, saygı duyma, âşık olma duygularının hepsi havada uçuşuyor. Ne yazık ki Şakacı Dünya’da da böyle bir ruh hali hâkim olmaya başladı sanki. Gitgide yaşayan ölüler gibi uzaylılara dönüşüyor millet. Tam bir vurdumduymazlık!

İyi ki aşkıma karşılık veren biri var hayatımda. Can damarıma takılı en şaheser armağanın ta kendisi. Ya olmasaydı?

Evdeki sevgi küpünü, kimi arkadaşlarım ile olan büyük küreyi zaten ayrı tutuyorum. Benim gözlemlerim çevremle ilintili. Bakın bu son sözcük de seçmeli dersimizden. Adam beş teksir kâğıdına listelemiş. Fotokopiyle çoğaltmış biz öğrencilerine kıyak yaptı. ‘Arı Dili’ diyor adına. Yeni Türkçe kelimeler. Hoşuma gitmedi dersem yalan olur. Artık ben de bu sözcükleri kullanmalıyım. Eser değil, yapıt çıkartıyorum, cümle âleme değil, herkese vesselam!!!

Kim bilir belki Ankara’nın göğünü yere indiren hava kirliliğine benzeyen bu eski sözcük kirliliği mutlakiyetçi Fen hocamız Şükran Hanımzadenin de Osmanlıcasıyla kaybolur gider. Ne dersiniz sevgili III-H arkadaşlarım? Soyadlarımızın benzerliği dışında hiçbir tanışıklığım olmayan bu hoca ile çok farklı dünyalardanız. Sayman soyadını da kocasına borçlu olmalı ama bizden değiller orası belli.

Başıbozuk sözcüklerim karışık duygularım gibi bir kompozisyonun bilinçaltını ölümüne boğmakta, farkındayım. Ah, lüle saçlı, yeşil gözlü sevgilim, keşke şimdi yanımda olsan!!!

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 17.04.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Günler Yapraklar Gibi Dökülüyor”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Üst Üste Kuleler” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]