Ağaç Ev: "Günler Yapraklar Gibi Dökülüyor"

BİR KOŞU

Değişiklikten memnuniyet duyarım. Kendimde fark ettiğim her değişimden hoşlanırım. Aynı nispette rahatlığımı da ararım. Babam boşuna bana uygun bir lakap yakıştırmamış. Evde beni “hükümet adamı” diye çağırır. Bizimkilerin de pek hoşuna gider bu adlandırma. Benim sesim pek çıkmaz. Güler geçerim. Rahatıma düşkünümdür.

Böylelikle, rahatımı bozmayan her çeşit değişime varımdır. Bunu en çok gerçekleştirenin evdeki televizyon olduğunu söylememde bir sakınca yok. Alırım çerezimi, kurulurum karşısına. Olmadı annemin börekleri, kekleri yanında bir de çay oldu mu, konforuma değmeyin gitsin. Ne var ki ben televizyonu biraz farklı seyrederim. Yanı başımda mutlaka kalem kâğıt olur. Her izlediğim programla ilgili türlü notlar alırım. Yeni bir şeyler öğrendiğimde mutlaka yazarım. Sonra ağabeyime sorar, arkadaşlarımla tartışırım.

Televizyon evde en çok hayatımı değiştiren sayılıyorsa, en az gerçekleştirense yaptığımız, daha doğrusu yapmak zorunda olduğumuz akraba ziyaretleridir. Onlar sıkıcıdır. Bana pek katkısı olduğunu düşünmem. Oysa evdeki radyo, televizyon, sinema, ya da tiyatro, ve elbet kendi isteğimle gidip yanlarında uzun süreyle zaman harcadığım büyüklerim. Mesela bu sonuncusu diğer geçimsiz akraba ziyaretlerinden epeyce farklıdır. Karagümrük’te Saliha anneanneme, Mecidiyeköy’de Cemile babaanneme, Hadımköy’de Zehra teyzeme gittiğimde hayatımı değiştirecek onlarca şeyle karşılaşırım. Her birinde ayrı bir dünya ayrı bir zenginlik vardır. Bir de ailece beğenerek yaptığımız uzun şehir dışı gezileri vardır. Onlar da ya yakın akrabalara ya da birbirinden güzel sempatik ahbabımıza yapılan ziyaretlerdir ama önemli olan İstanbul dışında yaşıyor olmalarıdır. Nihayetinde günü birlik veya kısa süreli değildir. Yol boyunca farklı mekânları, farklı canlıları görme imkânı vardır.

Babamın bazen beni de yanına aldığı hastane mesaisi günlerinde görevi icabı hasta toplama ve hastaneye taşıma işleri de benim için değişikliklerin başında gelir. Ambulansın sirenine yol veren araçlar trafikte ne kadar önemli olduğunuzu hissettiriyor. Ama en hayati olanı arkada can çekişen hastanın ve yanı başında ona can vermeye çalışan yakınının ruh hali oluyor. Hemşire ve hasta bakıcının ilk yardım muamelesi ise görülmeye değer. Şoför bölümüyle arka kompartımanı ayıran buzlu bir cam var. O cam gerektiğinde acımtırak bir şekilde açılıyor. Açılmadığında işler yolunda demek oluyor.

Çocukluk arkadaşlarım arasında babalarının göreviyle alâkalı olarak ikide bir yer değiştirenler var. Onlar için bayağı üzülürüm ve bu değişikliklerin onlarda pozitif izler bırakacağını değil beklenmedik sarsıntılar yaşayabileceklerini tezahür ederim. Yanlarında götürdükleri kedileri, köpekleri bile yeni hayatlarına alışması çok zordur. Tedirginlik en kötü ruh halidir. Çevreye uyum sağlamak kolay olmaz ve kimlerle karşılaşacaklarını bilmezler. Her seferinde hayata sıfırdan başlamak zorundadırlar. Yerleşirler ve en güvenilir olanları seçerek hayata giriş yaparlar.

Sanırım her insan değişiklikten hoşlanır. Ancak bu hoşlanmanın bir temel koşulu olduğunu düşünürüm. O da bu değişikliğin kişinin isteğiyle olması durumudur. Bir evden bir başka eve, bir şehirden bir başka eve göç, insan iradesinin dışında gelişmesi, yani zorla olması nedeniyle kişileri tedirgin eder. Kim rahatından olsun ister ki! Ben bizim bahçe halkının da böyle sık sık yer değiştirmelerine katlanamaz, eskiler giderken ve yenileri gelirken hep aynı hüznü yaşardım.

Bu şimdilerde ise nedense hiç durmuyor. Artık sayımız gittikçe azalıyor. En son Alevi kültüründen Tokatlı Ali ağabeyler de gittiler. Onlar gidince koca yer, tamam bizim grup için mükemmel bir mekâna dönüştü ama gidenin yerine yenisi gelmeyeceği kesinleşti. Böylecene ön bahçemizdeki iki katlı evin alt kat bölümleri tamamen boşalmış oldu. Bir tek arka bahçedeki evin alt katındaki komşularımız Hasan amca ile Hüseyin amcanın aileleri oturmaya devam ettiğinden çok sesliliği az sayıda da olsa korumaya devam edebiliyoruz.

Bu değişimin iyiye delalet olmadığını görebiliyorum. Bir gün gelecek onlar da ya kendiliğinden ya da zorunlu olarak burayı terk edecekler. Sanıyorum babamla amcamın geleceğe dair farklı planları işliyor. Gerçi babamın aynı tarafta olduğuna kanaat getirmiyorum ama Almanya rüzgârlarını arkasına alan Muhittin amcam için aynı şeyi söyleyebilmem mümkün değil.

Arka planda buranın da müteahhide verileceği dedikodularına kulaklarımı tıkamış durumdayım. Evde bir gece bunun tartışması da çok hararetli oldu. Biz üç kardeş hepimiz karşı çıktık. Sonradan anladık ki annemle babam da bizim gibi düşünüyorlarmış. Buranın kocaman bir hatırası var. Yazık değil mi böyle bir tarihi bir demet zibidinin oyuncağı haline getirip toprağa gömmeye? Yazık değil mi bunca ağacı kesip yok etmeye? Onlar da canlı değil mi? Ya, Mehmet dedem bunu duysa ne der, ne yapardı acaba?

Böylesi değişimleri görmüyor muyuz? Suadiye’de, Bostancı’da, Erenköy’de, hatta Kozyatağı’nın büyük bölümlerinde katliam aldı başını gidiyor. Yani insan kıyan caniler bir yana, bitkilerin, tarihin de canına okuyan caniler her tarafta. Ne uğruna? Para, zenginlik, hırs... Dışımdan hepsine bir sürü ana avrat küfrü sayarak rahatlayabiliyorum ama kimsenin işittiği yok ki!

Değişim ve rahatlıkla giriş yaptığım konuda geldiğim noktaya bakın. Bir de böyle konfor arayıcıları var işte. Yurt içinde taşınanlar, yurt dışına göç edenler arasında görülen ruhsal dengesizlikler burada artık analarına babalarına ait yerleri de yok edenler arasında da görülüyor.

Biz ne biçim bir toplumuz, nereye doğru gidiyoruz? Bu gidişin sonu olacak mı? Nerede bitecek, nerede sonlanacak? Yoksa hepimiz en sonunda kafayı tırtacak mıyız? (Valla, hepimiz Bakırköy’e sığmayız bu böyle biline!)

Sosyal ekonomik bir geri kalmışlığın modele bağlı olarak bu bozuk düzen sürdükçe ne bu göçün durması beklenebilir, ne de yeşil çevrenin azgın müteahhitlerce betona çevrilmesi durdurulabilir. İnanmak istemiyorum ama bugünün zil takıp sevinenleri yarının kaybedenleri olacaktır.

Bir daktilom olsaydı ve ben daktiloda yazmayı becerebilseydim o daktilo tuşları şakır şakır işlerdi. Annem kapıdan duyardı sesleri. Babam içten bir gülümsemeyle karşılar, ağabeyim insan sevgisiyle dolu yüreğinin tüm sıcaklığıyla ensemi sıkar, ablam balkona çağırır bahçeden toplayarak yaptığı domatesli, sivri biberli, yeşil salatayı önüme sürerdi.

Yaza daha vakit var. “Günler yapraklar gibi dökülüyor,” derdi Mecidiyeköylü sevgilim. “Oturacak bir şeyler bulun çocuklar,” derdi babaannem.

Rüyamda hep kendimi yalnız bana ait bir odada görüyorum. Eğreti somyadan yatağım bir tarafta. Odanın duvarları tavana değen petek petek bordo renkli ahşap kitap raflarıyla donanmış. Raflarda her çeşit kitap. Ne kadar da çoklar! Yerdeki kırmızı halının, bir sandalyenin, bir komodinin, pencere kenarındaki büyük çalışma masasının üstleri tepeleme kitaplar, dergiler, gazeteler, küpürler, mektuplarla dolu. Etraf dağınık ama ben aradığımı rahatlıkla buluyorum. Oturarak kitap okuyacağım tek bir koltuk boş var diğer pencerenin önünde, hemen yanı başında babaannemin yatak odasındaki gibi kocaman tüylü bir gece lambası. O kadife koltuğun üzerini itinayla boş tutuyorum. Kitaplığın en özel yerinde Mehmet dedemin gençliğinden kalma güzel bir portresi. 

Ben çalışırken dünyanın en muazzam görevinin husul bulması. En iyi arkadaşımla kavga ederken yaşadığımız en kötü şey olarak bize görünmesi. Kardeşlerle yaptığım en küçük ağız dalaşının dakikalar içinde görünmez olması. Saniyesinde unutulup gidenler. Annemizin en zor şartlarda alınan giysilerimizi hor kullanmamamız için bizi ikaz niteliğinde beslediği acıtıcı çimdikler. Öğretmenimiz, “Geride kalmayın” diye bas bas bağırdığında bir arkadaşımızın evinin bahçesine saklanıp gizlenmemizin manası. Dünyanın sonunu getirmek istediğimizde oynağımız oyunu anında kesmemiz gerektiği. Aramızdaki ufak tefek kavgalara, tartışmalara son vermek için kullandığımız “Yuuuu” sesi. Bir karper peynirinin tadından çok alınması gereken maçın en anlamlı özeti. Bir Coca-Colanın bir paket Çokomik yanında ikinci gelmesi. Olimpiyat yarışlarımızda evin etrafını dört döndüğümüz atletizmin şanı değil, arka evin üst katındaki barfiksin daha büyük önemi. Aptalca görünmesine rağmen her şeyin ama istisnasız her şeyin bizi kıkır kıkır güldürmesi. Giydiğimiz kısa şortların, kısa eteklerin altında açtığımız yara berelerin sadece basit çiziklerden ibaret olması. Daha yaralayıcı olanların bizim bahçede yasaklanmış sayılması. El ele vererek kırık bir kalbi dinlemesini bilmenin saygın yüz ifadesi. Bindiğimiz bisikletlerin hepsinin farklı marka olmasının kimseye rekabet getirmemesi.

Günler hızla yapraklarını dökse de, şimdi birbirimizden uzak farklı yerlerde yaşasak da, hiçbir güç bizi eskisi gibi güldüğümüzden daha az güldürmeye, yüzümüzdeki renkleri soldurmaya, yaşadığımız gizli veya berrak aşklarımızı köreltmeye yetmeyecek.

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 10.04.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Mutluluk Sır Değil”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Beyne Kafa Tutan Beden” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]