DOLUDİZGİN
Doğduğum şu coğrafyada çevremi saran yaşantı yaklaşımı sürekli aldanma ve
ümit peşinde at sürmektir. Yıllar önce okumaya doyamadığım, okumayı bile
onların sayesinde öğrendiğim hatta elimin altında olanları yine aynı keyifle
okuduğum resimli romanların içinde çeşitli maceralar vardı. Beni en fazla
düşünmeye sevk eden Tom Braks’ın
maceralarıydı. Çünkü en fazla onun içinde yer alıyordu kocaman şapkaların
altındaki Meksikalı haydutlar.
Bunlara ‘Desparados’ deniliyordu. Bu haydutlar ile
amansız bir mücadele sürüyordu. Sonra bu ‘Desparados’un ‘umutsuzlar’ olduğunu öğrendim. Umutsuz olanların soygun, öldürme, ırza geçme,
katliam gibi polisiye kayıtları bir hayli kabarıktı.
Dönüyorum ülkemize bakıyorum. Umutsuzluk at başı. Her tarafta desparados’lar kol geziyor.
Televizyonun henüz evimize girmediği zamandı. İhsan amcamız gibi Kutun
ailesi de erken davrananlardandı. Hiç unutmam Amerikalı astronot Neil
Armstrong’un Ay’a çıkışı ile ilgili haberlerin ‘naklen’ yayını vardı. İbo arkadaşımla bağdaş kurmuş ağzımız havada açık bir
şekilde izlemiştik. Hemen ardından bizim kırmızı dut ağacımızı Apollo 11 gemisi yapmış gökyüzüne hayali yolculuğumuza çıkmıştık. İbo 7,5 ben 6,5
yaşındaydım.
Eloğlu uzaya gidiyor, yeni bir yıldız gezegenini (adına her ne kadar uydu dense de) keşfediyor, biz koca
coğrafyada hayattan umudu kesenleri boğazlamakla yetinen zavallı yöneticilerin
düştükleri fukara sahneyi izlemekle yetiniyoruz. Boğazın iki yakasını bir asma
köprüyle geçmek bir marifet olabilir ama bizim dut ağacının ötesini bile göremiyor
aptal politikacılar. Çünkü onların derdi fikri halkı bir güzel kandırmak, uydurdukları
yalanlarıyla uyutmak.
Halk mışıl mışıl uyusun ki onlar koltuklarında daha uzun, daha rahat
otursunlar. Bilim politikanın altında kıvransın kimin umurunda. Ancak Berlin
Duvarı’na bakarak Batı Almanlara methiye yapar, Doğu Almanlara ‘tu kaka’. Sanki bizde o duvarlardan
yok. Her mahalle kendi içinde duvarlarla bölünmüş haberleri yok.
Aslında haberleri yok değil. Hepsinin haberi var. Ama ölümler işlerine
yarıyor. Kanla besleniyorlar. Tuvalette ne çıkarıyorlar insan merak ediyor
doğrusu.
Apartmanlar yetmedi şimdi her tarafı betonla donatıyorlar. Bu ne hırstır
anlamak mümkün değil. Çocukluğumuzun yeşil kırlıkları, çayırlıkları, çiçekli bahçeleri
birer birer inşaat sahasına dönüyor. Bu yetmezmiş gibi bir de ‘bilim’in ötesine geçiyorlar. Hiç
olmayacak bir yere bir cami inşa ederek çevre görüntüsünü bozmakla kalmıyorlar
o bölgenin ruhunu da değiştiriyorlar. Çimentodan bir cami imal ederek tanrıya
ulaşmak isteyenlerin iddialarına bakın, bir de Apollo 11 mürettebatının
ulaştıkları yere bakın. Biri karada biri havada. Hangisi daha bilimsel? Hangisi
daha çok insanlık için?
Ben onu bunu bilmem; benim ve örnek arkadaşımın buçukluk aklımızla
kullandığımız bir dut ağacı bile bu karafatmalardan daha ileridir.
Kristof Kolomb’un muhteşem seferleri Jules Verne’in,
Isaac Asimov’un bilim-kurgu
hikâyelerine taş çıkartacak cinsten. Ünlü gezgin sonucunda nelerle
karşılaşacağını bilmeden bir yolculuğa çıkıyor. Hatta nereye gideceğini, nereye
varacağını bilmiyor. Ve bence gerçek kahramanlığı o hak ediyor. Çünkü Atlantik gibi bir sulu sahrada tek başına. Armstrong ve ekibinin arkasında ise
kocaman bir dünya.
Neyse. Bunu da tarihin bir cilvesi olarak not edelim. Her türlü bilimsel
buluş bizim için kayda değer. Her biri ayrı bir kompozisyon yazısı olur. Belki
bir gün bunu da yaparım.
Benim arkadaş grubunda bilimsel konular dinsel konuların önünde gelir.
Daha doğrusu tanrısal sohbetler hiç yer almaz. Hepimizin ailelerinde koyu bir
tanrısal inanç olmasına rağmen biz arkadaşlar dini konulara girmeyiz. Girsek de
en fazla maytapa alırız. İnançlı olan arkadaşlarımıza biraz hürmet eder, biraz
da gırgır geçeriz. Mahallenin hocası sayılan yaşlı muhteremlerin torunları bile
bu ikilemden en çok etkilenenlerdir. Ama arkadaşlarımız Nuri ile Nejat bizlere
katıldıklarında bile propaganda yapmayı tercih etmezler. İş beyin yıkama
operasyonuna kaldıktan sonra bunu en iyi yapabileceklerden biri benimdir. Ama
yapmam. Kendimle ilgili olanı söylerim kimseye karışmam. Zira Hüsniye Hanım teyzenin başımın üzerinde
kurşun dökme matineleri uzun zaman önce sona ermiş, incir ağacının altına ‘destursuz’ işeyerek çarpılmayacağımı
kanıtladığım günün üzerinden bir yıldan fazla olmuş, mukaddes perdeler bir daha
açılmamak üzere kapanmıştır.
Evet, benim arkadaş çevremde bilim’i
kutsamak ve bilimsel olana değer vermek çok daha önemlidir. Okulda sınıf
arkadaşlarımın bir kısmı boş bir defter yaprağı üzerinde ‘Amiral Battı’ oynarken biz aramızda
kültürümüzü geliştirebileceğimiz yarışmalar yapıyoruz. Belki Orhan Boran’a, Bülent Özveren’e yetişemiyoruz ama Cenk Koray kadar da güzel aranjmanlar ortaya koyabiliyoruz.
Hayat umutlarla dolu olduğuna göre bir gün bizim astronotlarımız da diğer
gezegenlere gidebilir. Pasifik Okyanusu’ndan Afrika’ya bağlanan uzun bir
tünelin varlığını, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Ege’de yeraltında şehirlerin hayat
sürdüğünü keşfedebilir. O zaman hayaller su üstüne çıkabilir.
Ümitleri özendiren, yaşatan sadece basit bir bahane değil midir? Öyle bir
bahanedir ki bizim bahçenin gediklileri olarak hepimiz ortaya atılan bir
bahaneye anında inanır, ondan bir şeyler umarız.
Sözü gelmişken lafı belinden kırayım.
Şakacı Dünya’nın milleti de bir acayip ve garip bir halk kitlesi. Onlar ölürken bile
yaşama ümitlerini kaybetmiyorlar. Ölenin ardından, “Vah vah yazık oldu. Çok iyi
biriydi. Gözlerini son defa açtı, bana baktı. Kendisine bir bardak ılık su
verdim. Güzelce içti. Sonra birdenbire gözlerini kapadı. Neden öldü, hiç
anlayamadım.” Der. Bunu diyebilmektedir
yani.
Her gün ölen biz değil miyiz? Biz derken umutlarımız. Ama biz masum insanlar
Ay’a da çıkıp göndere TC bayrağını
çeksek. Bilim adamlarımız tarafından imal edilen ölüm füzelerini, nükleer
bombaları da insanlığın üzerinden geçirsek. Güzelyalı
sahiline vuran yosunlardan da ekmek arası yapsak. Çayırova açıklarında yakaladığımız denizanalarının da gerçekte
hangi türün anası olduğunu anlamaya çalışsak. İşte yine oldukça saftirik bir
tarafımız var.
İçimizdeki iç savaşın yuvaları kurumuyor, her geçen gün bir fazlasıyla
artıyor. Kimleri buna anarşi diyor. Ben ‘iç
savaş’ diyorum. Çünkü artık ailelerin içine kadar
girdiğini biliyoruz. Geçen gün okulun çapraz karşısındaki apartmanda oturan iki
karşıt görüşlü kardeş birbirlerini yaraladı. (Babaannemin yaşlı annesi, Şerife ninemiz gibi, orta parmağımı büküp
masaya tıklatıyorum: iyi ki benim ağabeyimle böyle bir sorunum yok diye mutlu
oluyorum!) Mahallelerde huzur gitgide
bozuluyor. Hayat pahalılığı en çok annemle babamın yüzüne aksediyor. Komşular
artık birbirine küsmüş gibi davranmayı yeğliyor. Şimdi şu masadan kalıp,
balkona çıkıp, etrafa, “Ah neredesin sokağımızın o eski güzel günleri?” diye avaz avaz haykırmak geliyor içimden. Sanki hiç mutluluk alameti
yok gibi sarkıyor boyunlarını çiçekler.
Oysaki mutluluk sır değil. Mutlu olabilmenin sırrı “Mutlu ol...” deyişinde yatıyor. Bilmece
çözecek halimiz yok ya. Biraz da “kafalama” yaparak bitireyim:
Hayatta sahip olduğunuz her şey için önce kendinize sonra kim size
bunları sağladıysa ona minnet duyun. Azını değil fazlasını da değil hak ettiğinizi
aramak en esaslı haktır.
Beyninizi hayatta yeni şeyler öğrenmeye kilitleyin. Hayat canlı bir okul
gibidir. Gerçek okul hayatın ta kendisidir. Orada öğrenir, uygular, ya kazanır
ya da batırırsınız.
Kendinize inanın. Gücünüzü asla küçümsemeyin.
Kendinizi kendinizle paylaşmanın ötesinde diğerleriyle de paylaşın.
Aklınıza koyduğunuz ne varsa mutlaka yapın. Tereddüt etmeyin. Sonra
pişman olup, üzülmek sorunu çözmeyecektir. Yapmak istediklerinizi ertelemek
size rahatlık değil rahatsızlık verecektir.
Hiçbir şey için geç değildir. Yaşınıza başınıza aldırmayın. Karar verin
ve yapın.
Her gün önünüze yeni hedefler koyun. Hedeflerinizi bir ‘hedef defteri’ne not edin. Hedeflerinizin
peşinden koşun.
Arada bir fren yapın. Soluklanın. Güç kazanın. Sonra kaldığınız yerden
devam edin.
Her şeye ‘Evet’ demeyin. ‘Hayır’ demesini de becerin. Önünüze çıkabilecek her şeyin elbet bir nedeni
olduğunu unutmayın.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 03.04.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Ağla Ama Sızlama”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Günler Yapraklar Gibi Dökülüyor”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]