Ağaç Ev: "Ağla Ama Sızlama"

BOŞLUKTA

Karlar dörtnala bitti. Daha bir hafta önce bir Western salonuna davetliydik. Viskimizi yudumlarken klâsik yıldız Joan Crawford Johnny Guitar’da bir piyano başında bizi fena büyüledi. Gazeteler içli şarkının onun ağzından değil aslında sözlerinin de yazarı olan Peggy Lee tarafından muhteşem söylendiğini yazdı. Ben bunları hatırlamaya çalışırken o sessizce yanıma geldi ve dizlerimin başucuna çömeldi. Ağaçlarda çiçek tomurcukları serin serin onun uzun düz saçları arasında yellendi. Havada ıslık çalan kavakların yaprakları incir yapraklarına karıştı. Uzamaya ve yeşermeye başlamış otlar ayak bileklerimizi gıdıklamaya başladı. Kalktık ve zamanı gelince küçük tatlı yemişler veren incir ağacının dibine oturduk.

Elinde daireler çizdirdiği tacını ayakucuna bıraktı. O anda gözlerindeki kızarıklığı gördüğümü anladı. Elleriyle bir kez daha ovuşturdu, gözyaşlarını silmeye kalktı, gözleri şimdi daha kızarıktı. Alev alev yandığını hissetti. Rüzgârın serinliği biraz olsun acısını dindirdi, gözbebeklerindeki acıyı savuşturmak için üfledi, parmaklarına bulaşmış sıcaklığı serin dudaklarıyla emdi.

Birden ellerimin ellerine düştüğünü sandım. Ellerimin arasında kavramaktan yoksun gözlerimi onun uzun düz saçları arasında dolaştırdım. Acılı yüz ifadesi yumuşamıştı. Gözlerinden göğsüme ulaşan yangının teselli edici gücüyle avucumdaki eli sıktım. Parmaklarımdaki sızı, yüreğime saplandıkça ona ezeli duyduğum hürmet sempatiye dönüştü. Yüzümün buruştuğunu, onun yüzüne, yeşil çimenlere doğru yayıldığını izledim. Ağlamaktan yanmış gözleri faaliyete geçti. Dudakları titredi. Ilıklaştı ilkin. Sonra gözlerinden akan tüm acıyı dudaklarına götürdü, parmakları avucumun içinde oynadı, elimi sıktı, yüreği hızla çarpmaya başladı, ağlamakla ağlamamak arasında gitti geldi. Yüzü kızardı. Göz kapaklarının rengini aldı. Başını göğsüme yasladı. Omuzlarını omuzlarıma dayadı. Koynumda ağlamak isteği gittikçe yükseliyordu. Hava oldukça açıktı ama gök gürültüsünün şiddetli sesi yankılanıyordu kulaklarımda. İkimizde farkındaydık bunlar kalp atışlarımızdı. Döndüm, kendi yüreğimi tuttum, yerinden fırlamasını engellemek temennisiyle. O ise yüreğinin sesine kulak vermiş acısını dindirme peşindeydi. Ona doğru eğildim. Sarıldım. Hırkasının altındaki buğday teni ısındı, ateş gibi sımsıcak oldu. Yüzü pembeleşti. Dudakları pembeleşti. Saçları savruldu. Tepemizde bir serçe cıvıldadı. Bahçenin çeşitli köşelerinden insan sesleri çoğaldı. Biri tulumbadan su çekiyordu, yalaktan toprağa doğru akan su şırıldıyordu. Az ötede uzun boylu otlar hışırdadı. Ağır aksak gelen koca gözlü kaplumbağaydı. Merdivenlerden yukarı çıkan ayak tapırtıları erişti kulağımıza. Boynunu büktü. Acıyla gözlerini kamaştırdı. Yerimizde güçlükle doğrulduk. Soluklandık. Artık onu dinlemeye hazırdım.

Bu bir öykü yazısı değil. Gerçek bir olay. Ama bu kompozisyonda ne konunun içeriğine gireceğim ne de o arkadaşımın ismini vereceğim. Aramızda sır olarak kalacak. Belki ebediyete kadar.

Ne kadar sürdü konuşmamız bilemiyorum. Neler dedim teselli etmek için onu da hatırlamıyorum. O ne yaptı, nasıl kendine geldi, bana neden teşekkür etti bunları da hatırlamıyorum. Belki de hatırlıyorum. Ama yazmak istemiyorum.

Son hatırladığım ön bahçemizin sokağa çıkan beton zemininde sektiğimiz. Seksek oynar gibi yola çıkışımız ve uzun, kalın bahçe duvarının tepesinde gülümseyerek oturduğumuz. İkimiz de uzun bir maratonu bitirmiş gibi nefes nefese. Birbirimize baktık. Gözbebeklerimizde ışıltılar.

Hayatımızda ağlamak serbest. İnsan gerektiğinde ağlamalı elbet ama hiçbir zaman sızlanmamalı. Bu bir seçim. İsteyen ağlar, isteyen sızlar. Ama benim felsefemde sızlanmak ağlamanın önüne geçemez, geçmemeli.

Hayat bugüne kadar bana aşkın ve sevdiğim kişiye önem vermenin yolunu gösterdi. Kafa tuttuğum her şeyi çiğneyerek, ayaklarımın altına alarak. Fark ettim ki o bir kapandı beni cezbeden. Onca yolu gelmiştim, söylenecek hiçbir şey olmadığını düşünmüştüm. Ben sevmeyi seçmiştim...

Başkaları da vardı. Daha zayıftılar. Sevgileri kırılmıştı. Rüyaları paramparça olmuştu. Gülmeyi unutmuşlar, sesi boğulmuş çığlıklarının arkasında bırakmışlardı gülümsemelerini. Gözyaşları kurumayı bile geri çeviriyordu, yaptıkları tek şey ağlamak, ağlamak, hıçkırarak ağlamaktı. Hayatta her şeylerini kaybetmiş gibi davranıyorlardı, düzeltmenin umudu yok, ümidi yok. Yine de bağışlamayı seçiyorlardı...

Benim başıma gelse; savaşta yenik düşmüş kırık bir kalp. Beni parçalara bölen bocuk boncuk ipe dizilen hatıralar. Mandolin telim koptuğunda ve o mum ışığı altındaki beste yarım kaldığında bile çok üzülmüş ama ağlamamıştım. Her türlü ayakta kalmayı denememe rağmen çok kötü şekilde içine düştüğüm çukurda bile karanlıktan korkmadım. Yüreğime tutundum, aklımı kullandım ve insan gururunu incitici o kuyudan yıkarı tırmandım. Ben unutmayı seçtim...

Sıkıntılı günlerimde isyanım gökyüzünü delerdi. “Yeter artık yeter” diye bağırırdım. O günlerden birini gördüm arkadaşımın yüzünde, gözlerinde, yüreğinde. Kalbi kırıktı. Şöyle demiş olabilirim mesela: “İsyan et ama kendini koyverme! Değmez.” Evet, belki de tılsımlı sözcük buydu. “Değmez.” Hayatta kalma mücadelesi bu. Geçmişi göm kalbine. Bir çizgi çek üzerine. Kendine baktığında ne görüyorsun? Ödü patlamış birini mi? Yani bir hayata girişmek acıların üstünü örtmekle başlar. İşte böyle. Kalk ayağa ve yürü. Yürü zalim kalp kırıcıların üstüne üstüne...

Elektriklerin sıkça kesildiği akşam saatlerinde hayat benle dalga geçerdi. Havada korkunç yüzlerin gölgeleri belirirdi. Her attığım adımda bir saldırma duygusunu işlerdi. Beni düşürmeye çalışır, tökezlediğimi fark ettiği anda üstüme yüklenirdi. Keyfine diyecek olmaz, bana ya zırlama ya da palyaço olma seçeneğini takdim ederdi. Bense yüzüne pis pis sırıtmayı seçerdim.

Nasıl unuturum. En zayıf hallerimde birileri bana kıs kıs gülerdi. Ve bana türlü türlü isimler bahşederdi. Tek suçlu benmişim gibi sırt çevirirlerdi. Cevapların imkânsız soruların bol olduğu bir gezegendeyim. Adaletli hiçbir şeye tanıklık edemedim. Yine de yoluma devam etmeyi seçtim.     

İkinci bir şans var ya da yok. Kendimi kanıtlamak için savaşırdım. Sızlayan yüreğimi elime alır, cesur bir yüz takardım. Belki ağlar belki ağlamazdım. Küllerin arasından ayağa kalkar yaşamayı seçerdim.

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 27.03.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Karmaşık Farklılıklar”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Mutluluk Sır Değil” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]