Ağaç Ev: "Karmaşık Farklılıklar"

KIYAS

Bir yanda soygun ve sömürü, bir yanda cinayetler, bir yanda trafik kazaları, bir yanda kaçakçılık haberleri, bir yanda milli piyango hastalığı. Nasıl bir coğrafyada dünyaya gelmişiz; bize de bu piyango çarpmış gibi.

Oldum bittim şu İstiklal Marşı’na kanım ısınmamıştır. Hazmetme sorunu ile karşı karşıya olduğumu düşünmüşümdür hep. Ortaya başladığım ilk günden beri, her pazartesi günü Suadiye Lisesi’ne komşu kırtasiye dükkânının dibinde, duvar köşesinde bekleşiyoruz ben ve benim gibiler. Cumaları ise çıkışta pırrrrr sivri uçlu demir parmaklıklardan atlayanların en önündeyim. Arkada kalanlara hüzünle bakıyorum. Cingöz hocalar tarafından yakalananlara da üzüntüyle.

Halk piyangoya hastalık gibi sarmışsa, umutsuzluğun içinde umut arayışının rumuzudur bu. Üstelik ablamın “Hey” dergilerine rumuz bilmem ne koduyla yazılan mektuplara benzemiyor. İnancım var. Bir gün bu vatana da bir şeyler olacak, bir şeyler değişecek. Gelecek güvencesi sağlama alındığında piyango bir iki kişiye değil tüm yurttaşlara vurmuş olacak.

Ağabeyime ve onun çevresine bakıyorum. Üniversiteye girmek için verdikleri uğraş benim de mi başıma gelecek diye kaygı duymama sebep oluyor. Kazanamadıklarında düştükleri durum ise daha acı. Keşke hepsine o güzel piyango vursaydı.

Öte yandan acılı ve karanlık günler yaşıyoruz. Gerici ve yıkıcı faşist güçler baskı ve terör eylemlerini arttırıyor, memleket çapında yaygınlaştırıyor. Daha dün neler yaşanmadı gözlerimizin önünde.

Bu kanun dışı hareketler hepimizin farkında olduğu merkezler tarafından yürütülüyor. Ülkemizin geleceği olan ilerici, yurtsever, devrimciler kahpece pusuya düşürülüp, vuruluyor. Bu cinayetler ise karanlıkta kalıyor. Kimin işlediği bilinmesine rağmen yapanlar ortaya çıkartılmıyor. Tehlikeli bir oyun oynanıyor. Okulda bile düşünce özgürlüğünü savunduğu için müdürümüzün gri saçlı kafasını kırmaya kalkıştılar. Üstelik bir defa değil iki defa. Kafasında saçları kalmamış şakacı matematik hocası giydiği beyaz önlüğün ceplerine ellerini koyuyor, “Atatürk devrim ve ilkelerini rafa kaldırırlarsa olacağı budur,” diyerek şikâyetini dile getiriyor.

Erenköy'e gitmemiz artık hayal gibi. Dedem hayatta olsaydı ve bugünleri görse ne yapardı çok merak ediyorum? O da tren köprüsü yolundaki dükkânını açmak için bastonunu mevcut eşkıyaların ayaklarına doğru sallayarak kafalarını patlatır mıydı, yoksa marangozhanesini başka bir semte mi taşırdı? Sadece Erenköy mü? Kozyatağı’nda da işler karışıyor. Çocukluğumun en güzel mahalle çeşmesine komşu Havuzbaşı’ndaki güzelim havuz kurt kaynıyor. Küçükyalı’yı hiç saymıyorum bile. Varsa yoksa Bostancı. İyi ki de var. Şakacı Dünya ise hâlâ zapt edilmedi. Uğraşıyorlar ama ele geçirmeleri şimdilik zor. Çünkü burada hâlâ iyi, hoş, akıllı insanlar oturuyor. Bununla beraber ben adım gibi eminim. Casus filmlerinde olduğu gibi burada da yaşayan kötüler, ispiyoncular var. Hem de hemen yanı başımızda!!!

Yine de sanki bu uzun çetin sokakta bir bölünmüşlük havası hâkim. Birlik olunsa daha farklı olacak ya; herkes kendi arkadaş grubunu koruyor.

E, biz de öyle.

Bizim dünyamız (Şakacı) her gezegene (mahallelere) benzemez. Bizde hayat tüm dertlere rağmen bütün coşkusuyla sürer ve en saçma konular bile konu edilir.

Geçenlerde bir arkadaşım ile karşılaştığımda ilginç bir konuşmaya daldık. Sonra işi büyüttük gizli mekânımızda kese kâğıdı içinde sakladığımız biraları açtık ve sayımızı da az biraz çoğaltarak çeşitli mevzuları tartışmaya başladık. Konu birden kilo alma verme meselesine geldi. Evet, kimimiz kilolu kimimiz sıska kimimiz de ne kilolu ne sıskaydı, orta gruptandı. Kızlar nedense kilo vermenin onlar için ne kadar önemli olduğunu ısrar ettiler. Bu fikrin en şiddetli savunucusu benden oldum bittim hoşlanmayan, hatta her önüne geldiğinde “sarı çıyan” diye iltifatta bulunan iki kız kardeşin büyüğü, esmer dokuması çirkin Zarife idi. Ama bu kez onunla aynı fikirdeydim. Yetmedi. Onunla aynı fikirde olduğumu söylediğimde anası Hatice Hanım teyzenin asık suratlı kızı kulaklarına inanamadı ve ben sanki başka bir şey söylüyormuşum gibi yine bana saldırmaya kalktı. Yanımızda iyi ki dünyalar tatlısı kız kardeşi sarartma lüle saçlı sevimli Zühre vardı da ablasını aynı şeyi savunduğumuza ikna etti.

Konu ise Bigalı Ahmet’i pek sarmamıştı. Çünkü o içimizde en ince yapılı olanımız. Ona fikrini sorduğumuzda omuzlarını silkti. Belki kafasından geçen az sonra yokuşun başında görünecek babasının nasıl bir ruh halinde geleceğinin hesabıydı. Birden hepimizi şaşırtan şu sözcükleri mırıldandı: “Eğer kendinizi tartının ‘0’ rakamı ile karşılaştırırsanız hepiniz kesinlikle şişmansınız.

Hepimiz sus pus olduk. Başımızı önümüze eğdik ve bu kadar cılız bir çocuktan bu kadar güçlü bir tercüme nasıl çıkmıştı hayret ettik. Omzuna elimi koydum ve onun ne kadar haklı olduğunu ifade etmeye çalıştım. Ama ağzımdan kelimeler çıkamıyordu. Sadece başımı sallıyor ve kendisinin haklılığını övüyordum. O ise aynı yavan şekilde devam etti: “Fakat eğer kendinizi kendinizden daha şişman biriyle kıyaslarsanız, o zaman da şişman değilsiniz.

Mekânı yine kalın bir sessizlik perdesi örttü. Sonra ne olduysa hep bir ağızdan kıkır kıkır gülmeye başladık. Arkadaşımız son derece haklıydı. Her şey kendimizi ne ile kıyasladığımıza bağlıydı.

Hepimizin dili tutulmuştu. Söyleyecek söz bulamıyorduk. Biralarımızın son yudumunu da midelerimize gömmüş evlerimize dağılmıştık. Ama eminim hepimizin kulaklarında küçük sarı arkadaşımızın, ki biz çoğu zaman onu ‘Pal SokağınNemeçek’ine benzetiriz, söyledikleri yankılanıyordu.

O gün yaşadıklarımız hepimize bir başka tecrübe oldu.

Belki hepimizin aklına gelebilecek bir şeydi ama ilk onun ağzından çıkmıştı. Şimdi bunları yazarken bile ben bu yaklaşımın ne kadar önemli olduğunu düşünüyor, çevremizi saran tuhaf sorunlara karşı ne denli mükemmel bir çözüm oluşturduğunu varsayıyorum. Aslında çoğu zaman basit düşünmeyi bir kalemde reddediyor ve işleri olduğundan daha karışık hale getiriyoruz.

Aklıma ilkokul öğretmenim, Özgül öğretmenin kulağıma fısıldadığı şu altın sözcükler geliyor: “Ona dokunmadan bir çizgiyi nasıl kısaltırız?

Sonra altına çizdiği kocaman kalın çizgiyi hatırlıyorum.

Cevap bu kadar basitti işte!!!

Gün gelir olduğumdan kilolu birine dönersem benimle ‘şişko’ diye alay edeceklere sevinçle duyurulur: “Mutlak surette ŞİŞKOR’um. (Kordaki kızgın şiş gibi sıcakkanlı ve çekici)... İltifatınız için teşekkür ederim!!!”

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 20.03.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Mendirek Sulara Çarpınca”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Ağla Ama Sızlama” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]