Jennifer TÜLAY
Şimdi Mehmet dedemden bize intikal etmiş çevresi ağaçlıklı iki katlı
büyük evde sürdürdüğüm ömür yaşamın ta kendisi. Babamın işten kalan vaktinin
dışında el emeği, göz nuruyla yetiştirdiği domateslerimizle, biberlerimizle,
çileklerimizle, incirlerimizle, eriklerimizle, armutlarımızla, dutlarımızla,
nar ve hurmalarımızla ve ceviz, muşmula, çam fıstığı gibi daha birçok yemiş
veren ağaçlarımızla, evin en çok çalışan emekçi kadını annemle ve benden büyük
kardeşlerimle uğraşıp, onları tartışmaların içine çeken bir hayatı yaşıyorum.
Kıyasıya süren bir yaşantıyı...
Her sabah altıda kalkıyorum. Herkes evi terk ettikten sonra annemle baş
başa kahvaltı ediyorum. Sonra bir koşu doğru komşu bakkala. Günlük ‘Cumhuriyet’ alınacak. Azeri bakkal
Hüseyin ağabey yine pis pis sırıtıyor. “Bu gazeteyle başın derde girecek,” diye ahkâm kesiyor. Benim cevabım ise hazır: “Çalsana şu Kars türküsünü be
abi!” Bu defa gevrek gevrek gülüyor. “Sonra,” deyip geçiştiriyor.
Cumhuriyet, cumhuriyet gibi bir gazete işte, niye başım belaya girecekmiş ki! Gerçi
onu evde okuyan bir ben, bir de ağabeyim. Ablam sadece TV sayfasına bakıyor.
Kendisi babamın akşamüstü hastaneden getirdiği Hürriyet ile Günaydın’la daha haşır neşir.
Öğle öncesi okul için hazırlığım var ama erken saatte yola koyulmak artık
bir alışkanlık. Ekinciler ailesinden Yaşar’la evlerinin önündeki sıralı
çamlıkta buluşup elimizdeki küçük lastik topla Suadiye Orta Okulu’na (şimdiki
adıyla Suadiye Lisesi) gidiyoruz. Bizim çete
toplanıyor. İbo, Serhat, Zeki, Gürbüz, Hamdi, Levent Tamer ve İsmail. Beşerli, (bazen Şükrü
ile Remzi’nin de aramıza katılmalarıyla altışarlı) minyatür kale futbol maçımıza başlıyoruz. Sonrası kan ter içinde derse
girmek.
Okuldan eve dönünce şekerleme yok. Şekerleme duyduğuma göre Latinlere
göreymiş. Bizim Şakacı
Dünyalı’lar bir hata yapıp öğleyin
yatağa girmemelidirler, yoksa hiç kalkamazlar. Annemin beni uyuttuğu günleri
nasıl unutabilirim ki! Doğa böyle istiyor diye böyle her şeyi yapmamız mı
gerekiyor? Doğa belki de sadece geceleri uyumamızı ve gündüzleri hep uyanık
kalmamızı istiyor.
Doğru bahçeye. Bu defa bizim bahçe müdavimlerinin oluşturduğu çete ile
toplaşıyoruz. Maç başlıyor. Ama en güzel maçlarımız hafta sonu bahçede
kalabalıklaşarak yaptıklarımız. Aramıza katılan göbekli Yakup ağabey, boksör
ağabeyim ve kasap Mehmet ağabey oynadığımız futbola daha bir renk katıyorlar.
Bu kez amca oğlu Nedim’in diktiği meşin topu ayaklarımızda dolaştırıyoruz.
Akşam oldu mu başka bir âlem. Annemin çıngıraklı sesi akşam sofrasına
davet diyor. Ben yine muziplik yapıyor, “her akşam yemeğe bir konuk davet etsek ya” diyorum. Annem mavi gözlerini dışarı fırlatarak, “yaz gelince” diye geçiştirmeye çalışıyor teklifimi. Ne alakaysa? Doğru; biliyor ki,
yaz gelince ben buralarda olmayacağım! Annemin içinden geçenleri okumakta feci
usta sayılırım.
Uyku öncesi düş yorganının altına girmek için saat on iki’yi beklemek
gibi bir derdim yok. Ne zaman istersem yatağın yolunu bulabiliyorum. Bu konuda
da usta sayılırım. Pe-Re-Ja kolonyasına ve renksiz diş macununa sıvanmak gibi.
Gelsin sıradaki panayır cambazları...
Arkadaşlarım bana “Şarlo” lakabını uygun görmüşler. Yürüyüşüm pek benzemez ama ismimin
yakınlığından uydurmuş olabilirler. Ben yine de çok memnun oldum bu
yakıştırmaya. Çünkü Şarlo’yu çok
severim. Kenar mahallelerdeki hayatları, yoksullukları kadar o mahallelerdeki
pislikleri, tiksinçlikleri de çok anlamlı bir şekilde yansıtmaktadır
filmlerinde.
Şu hayatta iğrenç bulduğum bir şey var. O da zenginlerin yoksulluğu
başkalarına çekici bir şeymiş gibi yutturmaya çalışmaları. Gerçekten mide
bulandırıcı, gıcık edici. Sen tut aç birine bir yaş pastanın güzelliklerinden
bahset. Ööööögggh!!!
Yoksulluk ne çekicidir, ne de öğretici.
Şarlo’nun oyunculuğuna ise ancak şapka çıkartılır.
Bir de “Gizli Duygular”ın Brezilya doğumlu Amerikalısı Jenniffer
O’Neill’i var, bayılıyorum bu kadına. Onu ilk John Wayne’in rol arkadaşı olarak oynadığı, Amerikan iç savaşını
yıllarında bir tren soygununu anlatan “Son Darbe (Rio
Lobo)” filminde görmüştüm.
Vurulmuştum kadının güzelliğine. Ama beni esas kalbimden vuran başrol oynadığı
“Yaz Günü” değil “Gizli Duygular” oldu. Franco Nero’nun yanında o değil ben olmalıydım. Bir İtalyan köyüne
gittiği gibi bizim bahçeye de gelse onu kahraman değil baş tacımız olarak ilan
ederdim. Gerçi filmin konusu biraz karışık ama eminim bu tuhaf iç içe geçmiş
karışıklık mutlaka O’Neill’in kafasının bizim bahçede olmasındandır!
“Yaz Günü”nü görme şansına sahip olamadım. Ama izlemeyi çok isterdim. Babaannemin
karşı daire komşusunun oğullarından arkadaşım Can’ın büyüğü Cem ağabey görmüş,
konu bir gün Jenniffer’den açılınca o
filmi bir solukta anlatmıştı bize. İngiltere’nin bir adasında tatillerini
geçiren 15 yaşındaki akranlarımızın hayalperest dünyaları ne kadar da
benziyordu bizim beşliye. Memleket savaş
halindedir ama bizim aklımız fikrimiz epeydir uyanmış cinsel dürtülerimizle baş
etmekle geçmektedir. Acaba Hermie ben
olabilir miyim? Ya Oscy, o da pekâlâ paytak
İbo olabilir. Benjie is tamtamına Çanakkale’nin
sarı gündöndüsü Ahmet’e benzemektedir. Koltuk değneği Siyami ile tost Nedim’i
nereye koyacağız? Nereye istersek oraya. İyi de Dorothy’i kime benzeteceğiz. O belli değil mi! Cem ağabeyinin
anlattıklarını ertesi günü sevgilim Tülay’a da anlatmıştım. Hem çok gülmüş, hem
de çok kızmıştı. Kızması anlatım tarzımda bu kadar çok açık fikirli oluşumaydı.
Bugün, şu anda, şu bizim Ağaç Ev’in üstünde gülümseyen
yüzüyle bir merhaba dese ve kalbimi
çarpıntılarla boğsa. O bakışlarıyla ondördünde aşk ve macerayla dolu romantik
bir genci büyülese. Her tebessüm edişinde dudaklarından süzülen yumuşak
sözcükleri gelip benim dudaklarımın üzerine tünese. Özetle Jenniffer benim için aşkın en mükemmel örneği. O grimsi karamel
bakışlar. O ışıltılı estetik gülüşler. İllaki çay kaşığı kadar bir öpücüğü hak
eden o yanaklar, ateşli dudaklar. Şimdi aklımdan ne şarkılar geçiyor ama.
Gözyaşı döktüğünde, İlhan İrem’in ‘Haydi Sil Gözlerini’ diyesim geliyor. Kaşlarını
ürkek yukarı kaldırdığında, Tülay’ın
‘Niye Çattın Kaşlarını’ sorasım geliyor. Ve Tanju Okan’ın ‘Kadınım’ı. Ve Tülay Özer’in ‘İkimiz Bir Fidanız’ı.
Ağaç Ev’deki hülya çabuk geçiyor. Jenniffer
beyaz entariler giymiş bulutların arkasında ellerini sallayarak kayboluyor.
Başındaki desenli ipek eşarbı sallıyor. Yeşim,
‘Olmaz Böyle Şey’ diyor. Ben hüngür
hüngür ağlıyorum.
Hıncımdan “Gizli Duygular”ı üç ayrı sinemada üç kez izliyorum. Sırf onu bir kez daha görebileyim
diye. Filmin şarkılarını ve diyaloglarını kazıyorum beynime. Çalıyorum geceleri
milyar kez bir daha, bir daha, yeniden, yeni baştan. Işıklar kararıyor... Perde
açılıyor... Kamera... Hop, makinist, kırpmadan ver bak! Ve OYUN başlıyor.
Sular mendireğe değil mendirek dalgalara çarpıyor.
Perdede O’Neill’in yüzü
Tülay’ın yüzüne dönüyor. Koca ekranda yeşil gözler şarkı söylüyor. Şöyle
mırıldanıyor:
“Aşkına güven, aşkının gücüne inan, sadakati bırakma...”
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 13.03.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Gizli Islık Arkadaşlığı”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Karmaşık Farklılıklar”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]