VİŞNELİK
Ilık bir cumartesi sabahıydı. Bahar tüm güzelliğiyle rengârenk kır
çiçeklerinin üzerindeki kalın yorganı kaldırmış güneşe dönük yüzüyle
gülümsüyordu. Sık vişne ağaçlarının arasında biri derin derin nefes alarak
koşuyordu. Bu kişi mahallenin sporcu bakkalı Cevdet Demirci’den başkası
değildi. Her zamanki gibi yine sabahın kurulu erken saatinde kalkmış,
eşofmanlarını, spor ayakkabılarını giymiş, ağaçlık alana doğru yürüyerek gelmiş
ve orada başlamıştı günlük koşusuna. Hiç aksatmadan yapardı bu sporunu. Görenler
onu bakkal olmadığını bilseler mutlaka sporcu etiketiyle yaftalarlardı.
Kırk yaşlarında çakı gibi adamdı Cevdet Demirci. Babadan kalma bakkal
dükkânını üstüne almış, içini gerektiği kadar büyütmüş, mallarını daha bir
zenginleştirmiş tüm mahallenin sevgilisi olarak yediden yetmişe herkese hizmet
vererek geçimini sağlıyordu. Kimseyle didişmez, ağız kavgalarına dahi girmez,
her daim mümkün mertebe herkesin gönlünü yapacak bir şeyler bulurdu. Böyle naif
bir zihniyete sahipti. Spor ise onun çocukluğundan beri sahip olduğu en büyük
tutkuydu. Ufak tefek hastalıklar haricinde hiç aksatmamıştı günlük koşularını.
İsterdi ki karısı da ona eşlik etsin, yanı başında nefes açsın, sağlığına
dikkat etsin. Ama Neriman hem çok sigaraya düşkün biriydi hem de spordan nefret
ederdi. Varı yoğu mutfağa tıkılıp yemek çeşitleri üzerinde marifetlerini
geliştirmekti. Her seferinde sofraya yeni bir yemek tarifiyle gelir, Cevdet’in
fikrini sorar, ondan mutlaka güzel sözler duymak isterdi. Çocukları olsaydı
belki onlar katılırdı babalarının idmanlarına. Ne yazık ki yıllarca hiç
çocukları olmamış, kabahatin kimde olduğunu öğrenmek bile istememişlerdi.
Şu cumartesi sabahı da derin düşünceleri arkasında bırakmış, nefes nefese
koşuyordu Cevdet. Sporunu bitirip eve döndüğünde saatini düşürmüş olduğunu fark
etti. Tam banyoya girip yıkanacakken tekrar giyindi ve bir koşu ağaçlık alana
gitti. Etrafı didik didik aramasına rağmen bulamadı saatini. İçinde bir
tereddüt oluştu. Acaba kol saatini takmış mıydı, bileğinde miydi koşarken,
yoksa başka bir yerde mi bırakmıştı, aklından bir sürü sual geçti durdu. Sonra
kendinden emin oldu, çünkü saatsiz hiç dışarı çıkmaz, hele onsuz koşmazdı.
Sporunu bile saatiyle ölçerdi. Bu yüzden mutlaka burada bir yerlerdeydi. Ama
nerede?
Saati az önce vişnelikten geçen bir yaşlı adam bulmuş ve maden bulmuş
gibi sevinerek bileğine geçirmiş evinin yolunu tutmuştu. Sonra içine kurt
düşmüş, saatin sahibini merak etmişti. Kim böyle bir yerde saatini düşürebilir
ki? Bir düşündü. Ağaçlığa gelenler ya top oynamak için toplaşan çocuklardı, ya
da orayı kendisi gibi kestirme yol olarak kullanan kimselerdi.
Eve vardığında saati bileğinden çıkardı, yakın gözlüklerini takarak
saatin deri kayışını, orasını burasını yokladı, gümüş renkli metalin
arkasındaki yazıları okumaya çalıştı, okuyamadı, gözlüklerini silip tekrar
baktı. Yazılar o kadar ufacıktı ki, yakın gözlükleri bile işe yaramadı.
Vazgeçti. Elinde saat düşünmeye başladı. İlk defa burnuna kötü bir koku
geldiğini hissetti. Saati burnuna yaklaştırdı. Küflü kaşar peyniri gibi
kokuyordu. Sanki biraz da zeytin ezmesinin kokusu karışmıştı. Burnunu üst
dudağının üzerinde yukarı doğru kaldırarak çirkin bir yüz ifadesi ile “sanki Salı pazarının
peynirci tezgâhından satın alınmış bu saat” diye mırıldandı.
Bir kadın telefonda konuşuyordu. “Onu çakal gübresinin yanı başında mı buldun?” Telefonun diğer ucundaki adam açıklama yapmaya çalışıyordu. “Bildiğimiz bok yani? Tamam,
tamam, dışkı, her ne ise. Hem sonra iğrenç gübrenin çakaldan çıktığını nereden
biliyorsun?”
Kadına dışkının nasıl göründüğünü tarif etti. Şarap mantarını açmak için
kullanılan burgulu alete benzediğini söyledi. Tirbuşon, diye düzeltme yaptı
kadın. Ayrıca vişne çekirdekleri vardı içinde diye anlatmaya devam etti adam.
“Çakallar fırsatçı hayvanlardır,” dedi, elindeki
telefonun ahizesini geniş omzunun üstünde kulağıyla sıkıştırarak. Bir gözü
masanın üzerine koyduğu içi dışkıyla dolu kavanozdaydı. İlgiyi başka yöne doğru
çekmek için, “Bu pekâlâ sokak köpeklerinden, kedilerden, kirpilerden hatta tilkilerden
de gelmiş olabilir. Teşhiste hata yapıyor olabilirim.”
Kadının aklı bulanmıştı. Cevap vermeden önce umutsuzluk içinde kıvrandı.
Yabancı bir adamla, oldukça tuhaf bir konu üzerinde sohbet etmek onu
rahatlatmıştı. Vişne ağaçlarının yoğun olduğu bir korulukta çeşitli hayvan
türlerini tanımlamak gibi bir şeydi bu. Canavarlar ve onların kakaları.
Geçenlerde gördüğü ‘Tarzan, Ormanların Kralı’ filminden bir sahne aktardı adama. Adam boğazını temizlemek zorunda
kaldı. Sonra bir an sessizlik oldu telefonun iki ucunda. Filmlerde böyle saçma
hatalar olabilir diye düşündü kadın. Kuşkusuz mağara adamlarının çizdiği
şekilleri okumak herkesin harcı değildi.
Ahize gereğinden fazla ısınmıştı. Karşı tarafta ise adamın sesi
yükselmiş, kulağa fazla bağırıyormuş gibi geldi. Kadın telefonu kulağından
uzaklaştırmak zorunda kaldı. Adamın kurduğu birkaç cümle anlaşılmadan havaya
doğru uçuştu. Başıboş pullar gibi.
“Tehlikeli misiniz, gerçekten?”
Adam tehlikeli olmadığını söylüyor ve bunu birkaç cümleden fazla
abartarak anlatmaya çalışıyordu.
Kadın kendisini bir vişnelikte değil de meşe ormanında olduğunu hayal
etti bir an. Bir hayvanın ot aradığı gibi meşe palamudu ve mantar arıyordu.
Yıllardır fuzuli sorunlar yaratmamaya çalışıyor, kendince çaba gösteriyordu.
Şimdi artık bu heveskâr hallerini durdurmanın zamanı gelmişti. “Sadece kendim için,” dedi.
Telefonun diğer ucundaki ses kesilmiş, onun ormanda mantar ve meşe
palamudu aramasını kafasında hayal ediyordu.
“Gerçekten kadınlar, erkekler gibi kaslı olarak mı geri döndüler?”
Kadının bu sorusuna da yanıt vermedi adam. Tuhaf bir sessizlik oldu
aralarında. O akşamüstü kendilerine hiç de uzak olmayan göl kenarındaki meşe
ağaçlı tenha çay bahçesinde buluşmayı kararlaştırdılar. Adamın bir elinde
sustalı bıçak, diğer elinde kol saati vardı; kol saatine uzanırken kadının eli
adamın avucundaki sustalıya çarptı, sivri bıçak yere, kadının ayaklarının
üstüne düştü. İnce kırmızı deriden pabuçlar giyiyordu kadın, buna rağmen sustalının
sivri ucu ayakkabısının üstünde daracık bir delik açmış, içeri sızmış, küçük
başparmağını yaralamıştı. Adam ayağa saplanan sipsivri uçlu sustalıyı bir
kertede çekip parmaktan ayırmış, hemen oturmasını istemişti kadından, kadının
bacağı kendi bacağının üstünde, kırmızı derili pabucu çıkardı yavaşça. Kadının
zaten yanmış olan canını daha fazla acıtmak istemiyordu. Garsonun iki çay
yanında getirdiği antiseptikten birkaç damla damlattı ayak parmağının üstüne,
kadının kendisine verdiği ipek mendili tampon yaparak bastırdı kanı. Adamın adı
Cevdet Demirci’ydi. Ama kadının adını öğrendiğinde, Neriman’dan kendisini ‘Cevo’ diye çağırmasını istedi. O
da kadını, ‘Neriş’ diye çağırmaya karar verdi.
Cevo sustalıyı aldı, kabuğundan dışarı fırlamış sivri uçlu bıçağı yerine,
kabına yerleştirdi ve cebine attı. Kadın da kol saatini almış el çantasının
içine koymuştu. Çaylarını içerlerken hantal bir sessizlik oldu masada,
hayatlarında bir kez daha kabul edilmeme ile karşılaştıklarında nasıl
karşılayabileceklerini merak ediyordu her ikisi de. Adam derin bir nefes aldı
ve onun telefon numarasını istedi.
Neriş bir kahkaha fırlattı, gülmekten kırıldı. “Beni aramıştın, hatırladın
mı?”
Adamın yüzündeki utangaç kırmızılık görmeye değerdi, Cevo onun böyle
kıkırdamasından nefret ettiğini kadına bir hatırlatmak istedi; herhalde hiçbir
şey bu kadar kolay acıklı bir sahne ortaya koyamazdı. Cevo birden durgunlaştı.
Uykulu bir hali vardı sanki. Bakışları donuklaştı, koltuğunda kaykılıp uykuya
dalmak istedi. Kafasında gözlerini kapamaktan başka bir düşüncesi yoktu.
Neriş’in el çantasına koyduğu kol saatinin alarmı çalmaya başladı. Garson
iki çay daha getirdi. Yanında da kablosu yerlerde sürünen bir kırmızı telefon.
Telefonu masanın üzerine yerleştirdi, boşları alıp gitti. Cevo’nun uykusu
dağılmıştı. Kaykıldığı yerde bedenini toparladı, doğruldu. Sonra ikisi birden
garsonun verdiği numarayı çevirdiler. Telefonun diğer ucunda bir başka kadın
sesi vardı, geçkin, sanki ömründen ömürler tüketmiş gibi derin ve nezaket dolu.
Boğazdan gelen sesinin derinliği içtiği sigaradandır diye düşündüler. Bunu
düşünürlerken telefondaki yaşlı kadına nasıl tanıştıklarını anlatıyorlardı.
Neriş heyecanla konuşurken onun bu hali Cevo’ya kız kardeşini anımsattı. Elinde
sigara, sigarayı tutan iki parmağını havada sallayarak konuşurdu, dramatik ve
sürükleyici. Gri duman yayılırdı oraya buraya. Küller savrulurdu yerlere. Sıra
adama geldiğinde bu kez Neriş bir şeyi fark etmişti. Cevo birbiri ardına
kurduğu cümlelerle söylemek istediklerini anlatırken süslü konuşmaya özen
gösteriyordu, tıpkı ağabeyi gibi. Telefon konuşmasını bitirdiklerinde
birbirlerinin yüzlerine baktılar. Cevo, Neriş’in konuşurken kız kardeşine çok
benzediğini, Neriş de Cevo’nun konuşurken ağabeyi gibi süslü püslü konuşmaya
çalıştığını söyledi. İkisi de çok güldüler bu duruma.
“Lütfen hatırla, hiç birimiz tek değiliz bu dünyada. Mutlaka bir ikizimiz
var. Bir yerde, bir yerlerde,” Cevo söyledi.
Bunu söyler söylemez ayağa kalktı, kadının elini eline aldı ve çay
bahçesini el ele terk ettiler. Göl boyunca yürürlerken, Cevo’nun sağ kolu
Neriş’in omzunda, Neriş’in sol kolu Cevo’nun belindeydi. Sonbahar geldiğinde
yaban ördeklerinin bu gölün kenarında toplandığından söz etti adam. Sonra
avcıların nasıl kamp kurup onları avladığını.
Bir avcı gibi davranıp o da Neriş’i avlamıştı. Evinin merdivenleri hiç o
gün ona bu kadar kısa gelmemişti, her basamakta kadının kalçalarını incelemiş
onun çok güzel bacakları olduğuna kendisini inandırmıştı. Evin her tarafı
tablolarla doluydu. Kadın mest oldu, her bir tablonun önünde durup, dakikalarca
seyretti. Bir taraftan Cevo’ya âşık olmanın heyecanını yaşıyordu. Sabaha kadar
şarap içip resimlerden konuştular. Şarap şişesinin sonu geldiğinde yatakta yan
yana birbirlerine sıkı sıkı sarılmış yatıyorlardı. Sabahın güneşini böyle
karşıladılar.
Bir genç adam koşuyordu korulukta, bir genç kadın mutfakta yemek
pişiriyordu. Yemek kokusu ter kokusuyla birleşiyordu. Eve koşarak döndüğünde
Cevo, karısı Neriş onu kapıda mutfak önlüğü ile karşılıyor, saatlerce
öpüşüyorlardı. İçeriden yemek kokuları geliyor, adam pis pis sırıtıyor
karısına, “Sen ihtisasını yemek yapmak üzerine mi yaptın?” diye dalga geçiyordu. Karısı bundan gücenmiyor, tersine çıldırasıya
hoşlanıyor, mahalle bakkalı Cevo’nun böyle konuşması ona iltifat gibi
geliyordu.
Kimi zaman aşırı yağmur yağıyordu. Gökyüzü deliniyor sağanak boşanıyordu
sanki. Yağışlı hava durumu sadece sabah sporunu etkilemiyor, bakkaliye işlerini
de yavaşlatıyordu. Böylesine kara günler işini de tehdit etmekle kalmıyor,
evliliğini de sarsıyordu. Zira Neriş, gök gürlemesinden feci korkuyor, sinir
krizleri geçiriyor, kendi eliyle diktiği yorganın altına saklıyordu kendisini.
Bununla da kalmıyor, Cevo’nun yanında olması için yalvarıyordu. Adam dükkânı
kilitleyip eve gelse bir türlü, yok dükkânı açık tutsa ve eve akşam gitse başka
türlü. Her ikisinde de mutlaka bir zırıltı çıkıyor, birbirlerine giriyorlardı.
Sağanak geçene kadar Cevo evde Neriş’in yanında, dükkân orada kapısı müşteriye
kapalı.
Bir keresinde yaşlı bir mahalleli nasihatte bulunmuştu kendisine, eğer
dükkânını böyle zırt pırt kapatacaksa yanına bir çırak almasını tavsiye
etmişti. Yoksa mahalleli kaçar bir daha geri dönmezdi. Başta çok öfkelenmişti ihtiyar
adama. Sonra hak vermişti. Müşterisinin azalmasını istemezdi. Ama durup
dururken bir çırağı tutacak kadar müsrif değildi o. Bunun yerine yağmurlu
havalarda Neriş’in yanına gitmesi için komşuları Güler’den ricada bulunuyordu.
Çözüm bulunmuştu sanki. Tavsiyede bulunan yaşlı adamla dükkânında tekrar
karşılaştığında ona teşekkür etmiş, ancak kendisine yanına çırak almayı
düşünmediğini ve can alıcı sorunun kısmen karşılandığını anlatmıştı. Yaşlı adam
kıs kıs gülmüştü.
Kadının biri ona kocasıyla nasıl tanıştığını anlatmak istemişti. O
anlatmış, Cevo dinler gibi yapmıştı. Aslında merakla dinlemişti de birisi o
anda çıkar gelir diye ödü patlamıştı. Ne patavatsız kadınlar vardı dünyada? Laf
uzamış, kızıl saçlı kadın aldığı paketi kucaklamış, bir zeytin tenekesinin
üzerine koyduğu eski bir gazete parçasının üstüne oturmuş anlatmaya devam
etmişti. Cevo, ne yapsın kadını kovacak hali yok, onu dinlemeye almıştı.
Umutsuz bir kadının aşkını konuşmaya başlamışlar, Cevo o her zamanki tatlı
diliyle kadını teskin etmeye çalışmıştı. Tam bu sırada kapı açılmış, içeri
çocuklar girmişti, çeşitli hayvan şekilli bisküvilerden almak için. Kadının
yüzü kızarmış, Cevo’ya iyi günler dileyerek dükkânı hemen terk etmişti.
Mahallenin hayta çocukları bakakalmıştı hızlı adımlarla kıvırtarak uzaklaşan genç
kadının ardından. Cevo duruma hâkim olmuş, kolundaki saate bakmış, çocukların
istediklerini verip bir an evvel gitmelerini sağlamıştı.
Eve gittiğinde karısı sormuştu, “Başın dertte mi?”
Neriş, ortada bir sebep yokken, niye böyle bir soru sorardı ki? Acaba
birisi bir şey mi yumurtlamıştı?
Kadın elinde tuttuğu deri kayışlı kol saatini Cevo’ya uzatıyordu.
Bunu bu sabah sen vişnelikte koşudayken Güler getirdi. Onun evinde
unutmuşsun.
Güler, kızıl saçlı yosma!
Bir bakkal müsveddesi için vişnelikte koşar gibi yapmak, yoldan sapıp bir
vişne güzelinin altında nefes nefese kalmak. Derisi yine terli, kalbi yine
ritimli. Eros’un okları, yaylar, toplar ve zincirler... Bir vişnelikte gömülü
olmak kader mi? Hiçbir şey göründüğü gibi değil bu dünyada. Nefesler tutulmuş,
kol saatinin iç gıdıklayıcı alarmı çalıyordu.
Vişnelik... Kayıp kol saati... Ve kızıl saçlı güzel yosma, Güler...
Cevo’nun başında turuncu şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, başından
aşağıya soğuk yağmur suları boşanıyordu. Kendini karısının bizzat kendi
elleriyle diktiği yorganın altına atmak ve cebindeki sustalıyı çıkartıp kalbine
saplamak, bir değil, iki değil, sokup sokup çıkarmak istiyordu.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 01.04.1977
(*) Önceki Makale: Öykü: “Hikâye Bahane Asıl Cemile Şahane”
(*) Sonraki Makale: Öykü: “Zenginin Malı Züğürdün Tükürüğünde”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]