DÜŞLERİN KIYISINDA
Metruk evin en derli toplu köşesi bizim hafta sonları geldiğinde
akşamüstleri toplandığımız ve birbirimize hikâyeler okuduğumuz, fıkralar
anlattığımız, şiirler söylediğimiz gizli yerimizdi.
Öğleden sonraydı. Metruk eve vardığımda Cemile odada yalnızdı. Görünüşe
göre ilk gelen bizdik. Selamlaştık ve büyük, kalın bir ağaç kütüğü üzerine inşa
ettiğimiz oturağın üzerinde birbirimizin yüzünü görecek şekilde oturduk.
Bacaklarımız yanlara salınmış, bir ata karşılıklı biner gibi bir halimiz vardı.
“Benimle ilgili bazı masallar uydurabilir misin? Yoksa bunlar senin için
çok mu zor olur?”
Daha önce hiç kimse adına masal uydurmadığını söyledi bana. Bu
münasebetle nereden başlayacağını bilemediğini vurguladı.
“Bütün mesele hayal gücünü kullanabilmene bağlı,” dedim elini tutarak. “Hepimiz aslında güneşin usul usul doğduğu gibi bir hayal dünyasında
doğuyoruz. Hayaller bizimle birlikte dünyaya geliyor, tıpkı ellerimiz,
kollarımız ve bacaklarımız gibi.”
Sevimli bir şekilde güldü. “Görme, dokunma, işitme, koku ve tat alma
duyularımız gibi desene,” dedi gülmesini sürdürerek.
“Hı-hı. Evet. Tam bir çocuk oyunu.”
Yüzüme garip garip baktı. Anladım ki az önce organlarımız hakkında
yaptığı ifade alaydan ibaretmiş. Oysa ben ciddiydim. Ne kadar haklı olduğunu
söylediğimde daha da şaşırdı. Utandı. O şekilde söylediğine pişman oldu. Elini
yumuşacık sıktım. Bu sefer gülümseme sırası bendeydi.
Gözlerinde bir heyecan ışıltısı oluştu. Algıladığım kadarıyla benim
varlığımdan heyecanlanıyordu. Diğer çocuklarla birlikteyken böyle bir heyecanı
duymuyordu. Çoğunluk psikolojisi işte dedim kendi kendime. Gerçekten heyecan
duyduğu ben miydim, yoksa yalnız oluşumuz muydu? Öyleyse... Kız cinsiyeti
karşısında erkek olmamın dezavantajı... O zaman duyduğu bu garip şey korku da
olabilirdi. Ama biz çok iyi iki arkadaştık. Yalnız kaldığımız zamanlar da
olmuştu. Belki de bu hayal gücünü zorlayan masal sorusuydu onu panikleten.
Neden açık olamıyorduk birbirimize? Birimizin diğerine tasladığı bir
üstünlük filan değildi ki bizimkisi. Ne tuhaf! Duyduğumuz acayip heyecan da,
korku da yersiz.
Ama sanki anlamıştı; bakışlarımdan. Bir başka gözle bakar, bir başka dilde
sorar gibi sormuştum oysa. Elini tutmam da cabası. Yüreği pır pır etmişti. İlk
kez arkadaşlık sınırlarımızı zorluyorduk sanki. Zamanımızı boşa
aşındırmamalıydık. Diğerleri birazdan ortada görünecekti. Onu yalnız
yakalayabilmenin fırsatı, ki bu bir fırsatsa eğer, kaçması işten bile değildi.
Her şey ortalığı bir anda dolduracak arkadaşlarımın kendi oyunlarıyla
bozulacaktı. Artık biliyordu onu nereye çekmek istediğimi. Her halimden anlamıştı.
Direnecek miydi, yoksa olumlu bir tepki mi verecekti, merakla gözlerinin içine
bakıyordum. Koyu mavi gözlerini kapattı, göremeyeyim diye.
Keşke benim onun için neler hissettiğimi bilebilseydi. Keşke onun benim
için neler hissettiğini bilebilseydim.
“Ben çok küçükken Çatalca’da bir köyde yaşıyorduk,” diye sessizce mırıldandığını duydum. Kulağımı kendisine götürmek yerine
bedenimi biraz daha yaklaştırdım. Onu daha iyi duyabilmek içindi. Yüzünü
kaldırdı, gözlerimin içine baktı. Koyu mavi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. İlk
kez denizi bu kadar çalkantılı görüyordum. Onu cesaretlendirmek için
avuçlarımda yumuşacık tuttuğum ellerini biraz sıktım. “Köyün etrafı mısır, buğday
ve gündöndü tarlalarıyla çevriliydi. Çok zor geçiniyorduk. Derken bir gün
babamı İstanbul’a çağırdılar. Sirkeci’de bir firmaya kamyon şoförü
arıyorlarmış. Çok sevinmiştik başta. Gerçi ailemizin kaderi biraz değişti. Köy
hayatından çıkıp şehre gelmiş ve burada yerleşmiştik. Ben de artık burada
sizler gibi okula gidebiliyor, sizin gibi giyinebiliyor ve sizin gibi
konuşabiliyorum. Ve en önemlisi sizin gibi arkadaşlara sahip oldum. Bunların
hepsi benim gibi aslı köylü bir kız için son derece büyük bir mutluluk.”
Anlattıklarından etkilenmiş, avucum içinde tuttuğum elini ne kadar
sıktığımın farkında değildim. Canı yanmıştı biraz. Parmaklarımı gevşettim,
elinin rahatlamasını sağladım. Ama bırakmadım. O da karşı koymadı zaten. Ve
kaldığı yerden konuşmasına devam etti. “Babam önceleri şehirlerarası kamyonlarda
çalışıyordu. Derken onun çalışkanlığını fark eden patronları kendisine bir tır
verdiler ve ondan yurt dışına mal götürmesini istediler. Bazen çok uzaklara
gidiyor, günlerce, haftalarca geri dönmüyordu. Hatta birkaç ay süren
yolculukları oluyor, gelmesini dört gözle bekliyorduk. Ama geri geleceğine dair
hiçbir şüphemiz yoktu. Biliyorduk, o yine uzun yolları kat edecek ve döndüğünde
bizler ona kavuşacaktık.”
Cemile bir anda sustu. Gözlerinden hayallerini kuracağı dünyaya giriş
yapıyormuş gibi göz kaslarının gerildikçe zorlandığını hissediyordum. Bir
elimle onun bir elini tutuyor, diğer elimle tuttuğum eline ait kolunun üzerinde
yavaşça gezindiriyordum. Bunu yaparken hiç de farkında değildim aslında. Fark
ettiğim anda kolunun üzerinde cilveli bir şekilde hareket halinde gezinen elimi
çektim. O yine karşı koymadı. Cemile’yi burada yalnız benimle bu şekilde tutan
duyguyu artık biliyordum. O da anlamıştı.
Metruk evin yıkık dökük, musluksuz çeşmesine gözleri takılmış, paslı boru
ona sanki muslukmuş gibi belli belirsiz görünüyordu. Ve sanki benimle birlikte
bir sahilde terk edilmiş bir kayığın üzerinde yan yana oturuyor olmak fikriyle
büyülenmişti. Hem de yarı çıplak ıslak bedenlerimiz kuma batmış bir halde.
Şu anda hor mu görmeliydim onu yoksa acımalı mıydım ona tam olarak kendim
bile kestiremiyordum. Ama burada belli bir riski göze aldığımın farkındaydım,
elbette, çünkü Cemile, her an beni kırık dökük çeşmenin içerisinden çıkarıp
sürükleyebilir ve iradesine boyun eğmek yerine beni ayrı bir köşeye fırlatır
yalnız kalmaya zorlayabilirdi. Gerçi kıyıdaki terk edilmiş kayık üzerinde
oturan kumlu bedenlerimiz gerçekten onun mu yoksa benim mi hayalimdi, karar
vermek çok zordu. Sanırım onu ıslak bedeniyle ben hayal etmiş olmalıyım.
Sanırım o benim kendisini yarı çıplak bir vücutla görmemi istemezdi. Hayaller
birbirleriyle ne kadar tutarsız olabiliyorlardı. Belki de bu derbeder halleri
onları eğlendirici kılıyor bizlere mutlu bir hayat sunuyordu. Onu bir anda
kapana kısılmış bir kuş misali üzgün ve küskünken, bir başka anda, bir ayı
oynatıcısını çembere almış çocuklar gibi şen görmek hem çok gülünç, hem de çok
kasvetliydi.
Diğer arkadaşlarımız gelene kadar onu eğlendiremezsem eli avucumun
içinde, gözleri eski yıkık çeşme üzerinde öyle saatler boyu boynu bükük
oturabilirdi.
Cemile kirpiklerini kırptı birkaç kez ve hikâyesini bıraktığı yerden
sürdürdü. “Babam evde yokken, annemi çok sık ziyarete gelen bir komşu kadın, Mualla
teyze vardı. Mahallenin dibindeki evde otururdu. Onun da kocası tır şoförüydü
ve tıpkı babam gibi uzak yolculuklara çıkar günlerce gelmediği olurdu. Bu
Mualla teyze anneme çeşit çeşit iğrenç hikâyeler uydurur, kamyon şoförlerinin
yoldan kadın topladığını filan söyleyerek annemi kışkırtırdı. Bir gün annem
babama bunu söylediğinde babam çok öfkelenmiş, Mualla teyzennin evimize
girmesini tamamen yasaklamıştı. O yüzden ya gizli gizli gelirdi bize Mualla
teyze, ya da annem ona giderdi.”
Cemile’nin yüzü yine birden yarım saat öncesindeki gibi gerim gerim
gerilmişti. Serbest elini çenesine dayayarak anlatmaya devam etti. “Bir gün yine gizlice geldiğinde
çok telaşlıydı. Anneme çok uzun zamandır kaçamak bir sevgilisi olduğunu ve
nasıl bir dikkatsizlik olduysa ondan hamile kaldığını, çocuğu aldırtmak
istediğini, ama parası ve cesareti olmadığını, sevgilisi olacak adama da bunu
söylediğinde adamın onu terk ettiğini, eğer kocası döndüğünde onu karnı
burnunda görürse ne yapması gerektiğini bilmediğini söyleyince annem neredeyse
küçük dilini yutacaktı.” Cemile, annesinin komşu
Mualla teyzeye yardım edemeyeceğini, kendi başının çaresine kendisinin bakması
gerektiği söyleyerek onu nasıl kapı dışarı ettiğini ağzı yayılarak anlattı. “Kocası uzun seyahate
çıktığında karnı gittikçe şişen şapşal kadın mahalleyi bırakıp gitti, yaşlı annesine
sığındı,” diye ekledi.
Bu kez meraklı bakışlar benden geldi. “Eeee,” diye mırıldandım.
Yüzüme gülümseyerek baktı. “Tamam, yarın benimle aynı saatte burada
buluşursan sana hikâyenin sonunu anlatacağım. En azından yarına kadar düşünme
fırsatı verirsin herhalde bana!”
İkimiz de kahkahayı bastık bir anda. Eli avucumun içinden kaydı, ayağa
kalktı ve omuzlarımdan tuttu. Kapıda arkadaşlarımız birer birer belirmeye
başlamış, bizim yüksek sesle neye güldüğümüze anlam çıkartmaya çalışıyorlardı.
***…***
“Mualla teyze annesine sığınmış başta, ama sonra çok kavga etmişler. O da
gitmiş kendisine bir apartman dairesi tutmuş.” Cemile dünkü
hikâyesine böyle devam ediyordu. Yüzümdeki garip ifadeden anlamış olacak ki, “Sevgilisi bulmuş onu, epey
para vermiş kendisine, ama bir daha beni ne ara ne sor diye tembihlemiş. Çocuğu
da istersen aldır demiş demesine de zaman artık çok geçmiş. Yapacak bir şey
yokmuş. Mualla teyze kalakalmış bebeğiyle tek başına. Sonra kendisine iş
aramaya başlamış, bir manifaturacı dükkânında iş vermişler ona.”
Cemile’nin bir gün önce suratına yansıyan solgunluk geçmiş çok mutlu bir
çehreye bürünmüştü. Acaba hikâyesini bana eğlendirici bir biçimde anlatması mı
onu keyiflendirmişti yoksa benimle birlikte olmak mı? Bu konuda ikimiz de aynı
veya farklı hayaller içine dalabilirdik. Ben buna kafa yorup beynimde
canlandırmaya çalışırken o bütün ciddiyetiyle devam etti. “Mualla teyze iş bulmanın
sevinciyle artık hem kendisine hem de bebeğine bakabilecektir. Derken dükkân
sahibi yaşlı olduğundan dükkânı tamamen Mualla teyzeye teslim eder. Ona güveni
sonsuzdur. Günler geçer. Mualla teyze bir gün dükkâna gelen adam sayısının
arttığını fark eder. Ne tuhaftır ki sık gelen müşterilerin çoğu kadın değil
erkektir. Bir zaman sonra ön kapı yerine arka kapıyı kullanacaktır bu erkek
müşteriler.”
O anlatırken benim nutkum tutuldu. “Ne Mualla teyzeymiş,” dedim kendi kendime...
“Ama bu daha ne kadar sürecektir böyle? Kadın ayrılmak istese, paraya
ihtiyacı var. Kendisini kapanda hissetse de iki işi birden götürür. Bu arada
bana bebek nerede diye sormayı unuttun.” Cemile bunu
söylerken yüzüme acıyarak baktı.
“Sahi, bebeğe ne oldu?”
“Ne olacak, kundakta ve beşikte o da dükkânın eşyası gibi bir orada bir
burada.” Bir kahkaha attı ve devam
etti, “Ama bir gün yine hamile kalmış Mualla teyze. Üstelik çocuğun babası hangi
adamdan olduğu belli değil. Neyse hikâyeyi kısa keseceğim ve hemen şu kısma
geçeceğim. Karnı gittikçe büyümüş Mualla teyzenin. Ama o işlerini aksatmadan
yürütmüş. Hem öndeki işini, hem de arkadaki.” Bunu derken
yanakları üzerinde bir pembeleşme olduğunu sezinledim. Elini elime aldım. Rahat
bir şekilde anlatabilsin diye. Tepki vermedi. Üstelik elinin elimde olmasını o
da ister gibiydi. Devam etti. “Karnı iyice şişince dükkân sahibinin gözünden de kaçmamış tabi. Ama adam
onun karnından daha çok Mualla teyzenin akşam olunca evine getirdiği dükkânın
alışveriş kazancından sağlanan paralarıyla ilgilendiği için umursamamış bu
durumu. Ve o gün gelmiş. Yani doğum anı. Ama o sırada Mualla teyze dükkânın
arka bölümünde. Kadın ne yapacağını bilememiş. Allahtan ziyaretçi adam doktor
çıkmaz mı! Hemencecik doğumu başlatmış oracıkta. Bir köşede yavru bebek
beşiğinde ağlıyor, diğer tarafta Mualla teyze ıkınıyor. Çok kanaması olmuş.
Doktor adam da telaşlanmış haliyle. Hastaneye götürecek zaman da yok. Kısacası
bebek bizlere ömür! Kadın aniden komaya girince herif almış Mualla Teyzeyi kan
revan içinde hastaneye götürmüş. Ama ondan sonra pırrr kaçmış. Ne gören var ne
duyan. Kısacası Mualla teyze de kurtulamamış. Dükkân sahibi bir gün sonra merak
edip dükkâna gidince bir de ne görsün, her taraf kan, pislik içinde. Bir köşede
Mualla teyzenin bebeği ağlamaktan beter olmuş.”
“Oha, ne biçim dünyaya geliş bu be!” diye ani bir çığlık
atmışım, kendim bile farkında olmadan.
İrkilmişti Cemile bu heyecanımdan.
“Evet, öyle.”
“Ama bu hikâyeyi sen uydurdun değil mi?”
“Hayır, uydurmadım. Çok gerçek bir hikâye. Hem bu kadar şeyi kafamdan
nasıl yaratayım? Fakat geri kalanını sorma. Ben de bilmiyorum.”
Kafamda evirdim çevirdim, ona inanmak istiyordum ama başta hayali bir hikâye
yaratmaktan söz ettiğimiz için pek inanasım da gelmiyordu. Çok merak ettiğim
için sormak istedim, acaba böyle bir durumla biz karşılaşsak ne yapardık diye,
ama sormadım. Daha doğrusu soramadım. Çekindim. İlk kez ondan çekindiğimi fark
ettim. Zaten masal anlatıcısına anlattığı şeyin doğruluğu ile ilgili soru
sorulmazdı. O kişi sadece anlatırdı. İnanmak veya inanmamak dinleyicisine
kalmış bir şeydi. Ben de bu nedenle Cemile’ye başka bir soru sordum.
“İyi ama bu hikâyenin benimle ne ilgisi var. Sanıyordum ki benle ilgili
hayal ettiğin bir masalı anlatacaksın.”
“Başta dedim ya, ben hiç kimse ile ilgili bir masal anlatamam. Seninle de
ilgili anlatamam. O yüzden sana başımızdan geçmiş, tanıklık ettiğimiz bir başka
hikâye anlattım.”
“İlginçmiş,” diyebildim sessizce, boşta
duran elimin kapalı parmaklarını ağzımın içine götürerek. “Desene dünyada ne gerçek
hikâyeler dönüyor. Hayal kurmaya gerek duymadan anlatılacak kadar çok.”
Sonra Cemile’nin elini aldım ağzıma götürdüm ve üstüne bir öpücük
kondurdum.
“Cemile, belki bir gün seninle benim hakkımızda ben sana gerçek bir hikâye
anlatırım, ne dersin?”
Sessiz sedasız güldü. Yanağımdan öptü.
“Belki o zaman ben sana anlatırım, ne dersin?”
Altımızdaki tomruk ağacın ilk kez kütük kadar sert olduğunu, yıkık dökük
çeşmenin gerçekten bir musluğunun olmadığını, yüksek tavanın aslında ne kadar
alçak ve üstümüze düşecekmiş gibi durduğunu, sıvaları pul pul olmuş, kırık
çimento parçaları dökülen duvarların içinde kocaman fare oyuklarının olduğunu,
aslında tüm bu viranenin biz çocuklar için basit bir hayal dünyasından ibaret
olduğunu fark etmiştik.
Kapısı varmış gibi düşlediğimiz geniş aralıktan el ele tutuşmuş çıktığımızda
sahile doğru yürümeye hazırlanırken aynı anda başlarımızı çevirdik, metruk
binaya sevgi dolu gözlerle baktık ve ağır adımlarla oradan uzaklaştık. Kim
bilir belki gideceğimiz kıyıda o terk edilmiş kayığı bulmak istiyorduk ikimiz
de...
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 04.03.1977
(*) Önceki Makale: Öykü: “Bülbül, Elek ve Korkuluk”
(*) Sonraki Makale: Öykü: “Bakkal Cevo’nun Kol Saati”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]