Öykü: Hikâye Bahane Asıl Cemile Şahane

DÜŞLERİN KIYISINDA

Metruk evin en derli toplu köşesi bizim hafta sonları geldiğinde akşamüstleri toplandığımız ve birbirimize hikâyeler okuduğumuz, fıkralar anlattığımız, şiirler söylediğimiz gizli yerimizdi.

Öğleden sonraydı. Metruk eve vardığımda Cemile odada yalnızdı. Görünüşe göre ilk gelen bizdik. Selamlaştık ve büyük, kalın bir ağaç kütüğü üzerine inşa ettiğimiz oturağın üzerinde birbirimizin yüzünü görecek şekilde oturduk. Bacaklarımız yanlara salınmış, bir ata karşılıklı biner gibi bir halimiz vardı.

Benimle ilgili bazı masallar uydurabilir misin? Yoksa bunlar senin için çok mu zor olur?

Daha önce hiç kimse adına masal uydurmadığını söyledi bana. Bu münasebetle nereden başlayacağını bilemediğini vurguladı.

Bütün mesele hayal gücünü kullanabilmene bağlı,” dedim elini tutarak. “Hepimiz aslında güneşin usul usul doğduğu gibi bir hayal dünyasında doğuyoruz. Hayaller bizimle birlikte dünyaya geliyor, tıpkı ellerimiz, kollarımız ve bacaklarımız gibi.

Sevimli bir şekilde güldü. “Görme, dokunma, işitme, koku ve tat alma duyularımız gibi desene,” dedi gülmesini sürdürerek.

Hı-hı. Evet. Tam bir çocuk oyunu.

Yüzüme garip garip baktı. Anladım ki az önce organlarımız hakkında yaptığı ifade alaydan ibaretmiş. Oysa ben ciddiydim. Ne kadar haklı olduğunu söylediğimde daha da şaşırdı. Utandı. O şekilde söylediğine pişman oldu. Elini yumuşacık sıktım. Bu sefer gülümseme sırası bendeydi.

Gözlerinde bir heyecan ışıltısı oluştu. Algıladığım kadarıyla benim varlığımdan heyecanlanıyordu. Diğer çocuklarla birlikteyken böyle bir heyecanı duymuyordu. Çoğunluk psikolojisi işte dedim kendi kendime. Gerçekten heyecan duyduğu ben miydim, yoksa yalnız oluşumuz muydu? Öyleyse... Kız cinsiyeti karşısında erkek olmamın dezavantajı... O zaman duyduğu bu garip şey korku da olabilirdi. Ama biz çok iyi iki arkadaştık. Yalnız kaldığımız zamanlar da olmuştu. Belki de bu hayal gücünü zorlayan masal sorusuydu onu panikleten.

Neden açık olamıyorduk birbirimize? Birimizin diğerine tasladığı bir üstünlük filan değildi ki bizimkisi. Ne tuhaf! Duyduğumuz acayip heyecan da, korku da yersiz.

Ama sanki anlamıştı; bakışlarımdan. Bir başka gözle bakar, bir başka dilde sorar gibi sormuştum oysa. Elini tutmam da cabası. Yüreği pır pır etmişti. İlk kez arkadaşlık sınırlarımızı zorluyorduk sanki. Zamanımızı boşa aşındırmamalıydık. Diğerleri birazdan ortada görünecekti. Onu yalnız yakalayabilmenin fırsatı, ki bu bir fırsatsa eğer, kaçması işten bile değildi. Her şey ortalığı bir anda dolduracak arkadaşlarımın kendi oyunlarıyla bozulacaktı. Artık biliyordu onu nereye çekmek istediğimi. Her halimden anlamıştı. Direnecek miydi, yoksa olumlu bir tepki mi verecekti, merakla gözlerinin içine bakıyordum. Koyu mavi gözlerini kapattı, göremeyeyim diye.

Keşke benim onun için neler hissettiğimi bilebilseydi. Keşke onun benim için neler hissettiğini bilebilseydim.

Ben çok küçükken Çatalca’da bir köyde yaşıyorduk,” diye sessizce mırıldandığını duydum. Kulağımı kendisine götürmek yerine bedenimi biraz daha yaklaştırdım. Onu daha iyi duyabilmek içindi. Yüzünü kaldırdı, gözlerimin içine baktı. Koyu mavi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. İlk kez denizi bu kadar çalkantılı görüyordum. Onu cesaretlendirmek için avuçlarımda yumuşacık tuttuğum ellerini biraz sıktım. “Köyün etrafı mısır, buğday ve gündöndü tarlalarıyla çevriliydi. Çok zor geçiniyorduk. Derken bir gün babamı İstanbul’a çağırdılar. Sirkeci’de bir firmaya kamyon şoförü arıyorlarmış. Çok sevinmiştik başta. Gerçi ailemizin kaderi biraz değişti. Köy hayatından çıkıp şehre gelmiş ve burada yerleşmiştik. Ben de artık burada sizler gibi okula gidebiliyor, sizin gibi giyinebiliyor ve sizin gibi konuşabiliyorum. Ve en önemlisi sizin gibi arkadaşlara sahip oldum. Bunların hepsi benim gibi aslı köylü bir kız için son derece büyük bir mutluluk.

Anlattıklarından etkilenmiş, avucum içinde tuttuğum elini ne kadar sıktığımın farkında değildim. Canı yanmıştı biraz. Parmaklarımı gevşettim, elinin rahatlamasını sağladım. Ama bırakmadım. O da karşı koymadı zaten. Ve kaldığı yerden konuşmasına devam etti. “Babam önceleri şehirlerarası kamyonlarda çalışıyordu. Derken onun çalışkanlığını fark eden patronları kendisine bir tır verdiler ve ondan yurt dışına mal götürmesini istediler. Bazen çok uzaklara gidiyor, günlerce, haftalarca geri dönmüyordu. Hatta birkaç ay süren yolculukları oluyor, gelmesini dört gözle bekliyorduk. Ama geri geleceğine dair hiçbir şüphemiz yoktu. Biliyorduk, o yine uzun yolları kat edecek ve döndüğünde bizler ona kavuşacaktık.

Cemile bir anda sustu. Gözlerinden hayallerini kuracağı dünyaya giriş yapıyormuş gibi göz kaslarının gerildikçe zorlandığını hissediyordum. Bir elimle onun bir elini tutuyor, diğer elimle tuttuğum eline ait kolunun üzerinde yavaşça gezindiriyordum. Bunu yaparken hiç de farkında değildim aslında. Fark ettiğim anda kolunun üzerinde cilveli bir şekilde hareket halinde gezinen elimi çektim. O yine karşı koymadı. Cemile’yi burada yalnız benimle bu şekilde tutan duyguyu artık biliyordum. O da anlamıştı.

Metruk evin yıkık dökük, musluksuz çeşmesine gözleri takılmış, paslı boru ona sanki muslukmuş gibi belli belirsiz görünüyordu. Ve sanki benimle birlikte bir sahilde terk edilmiş bir kayığın üzerinde yan yana oturuyor olmak fikriyle büyülenmişti. Hem de yarı çıplak ıslak bedenlerimiz kuma batmış bir halde.

Şu anda hor mu görmeliydim onu yoksa acımalı mıydım ona tam olarak kendim bile kestiremiyordum. Ama burada belli bir riski göze aldığımın farkındaydım, elbette, çünkü Cemile, her an beni kırık dökük çeşmenin içerisinden çıkarıp sürükleyebilir ve iradesine boyun eğmek yerine beni ayrı bir köşeye fırlatır yalnız kalmaya zorlayabilirdi. Gerçi kıyıdaki terk edilmiş kayık üzerinde oturan kumlu bedenlerimiz gerçekten onun mu yoksa benim mi hayalimdi, karar vermek çok zordu. Sanırım onu ıslak bedeniyle ben hayal etmiş olmalıyım. Sanırım o benim kendisini yarı çıplak bir vücutla görmemi istemezdi. Hayaller birbirleriyle ne kadar tutarsız olabiliyorlardı. Belki de bu derbeder halleri onları eğlendirici kılıyor bizlere mutlu bir hayat sunuyordu. Onu bir anda kapana kısılmış bir kuş misali üzgün ve küskünken, bir başka anda, bir ayı oynatıcısını çembere almış çocuklar gibi şen görmek hem çok gülünç, hem de çok kasvetliydi.

Diğer arkadaşlarımız gelene kadar onu eğlendiremezsem eli avucumun içinde, gözleri eski yıkık çeşme üzerinde öyle saatler boyu boynu bükük oturabilirdi.

Cemile kirpiklerini kırptı birkaç kez ve hikâyesini bıraktığı yerden sürdürdü. “Babam evde yokken, annemi çok sık ziyarete gelen bir komşu kadın, Mualla teyze vardı. Mahallenin dibindeki evde otururdu. Onun da kocası tır şoförüydü ve tıpkı babam gibi uzak yolculuklara çıkar günlerce gelmediği olurdu. Bu Mualla teyze anneme çeşit çeşit iğrenç hikâyeler uydurur, kamyon şoförlerinin yoldan kadın topladığını filan söyleyerek annemi kışkırtırdı. Bir gün annem babama bunu söylediğinde babam çok öfkelenmiş, Mualla teyzennin evimize girmesini tamamen yasaklamıştı. O yüzden ya gizli gizli gelirdi bize Mualla teyze, ya da annem ona giderdi.

Cemile’nin yüzü yine birden yarım saat öncesindeki gibi gerim gerim gerilmişti. Serbest elini çenesine dayayarak anlatmaya devam etti. “Bir gün yine gizlice geldiğinde çok telaşlıydı. Anneme çok uzun zamandır kaçamak bir sevgilisi olduğunu ve nasıl bir dikkatsizlik olduysa ondan hamile kaldığını, çocuğu aldırtmak istediğini, ama parası ve cesareti olmadığını, sevgilisi olacak adama da bunu söylediğinde adamın onu terk ettiğini, eğer kocası döndüğünde onu karnı burnunda görürse ne yapması gerektiğini bilmediğini söyleyince annem neredeyse küçük dilini yutacaktı.” Cemile, annesinin komşu Mualla teyzeye yardım edemeyeceğini, kendi başının çaresine kendisinin bakması gerektiği söyleyerek onu nasıl kapı dışarı ettiğini ağzı yayılarak anlattı. “Kocası uzun seyahate çıktığında karnı gittikçe şişen şapşal kadın mahalleyi bırakıp gitti, yaşlı annesine sığındı,” diye ekledi.

Bu kez meraklı bakışlar benden geldi. “Eeee,” diye mırıldandım.

Yüzüme gülümseyerek baktı. “Tamam, yarın benimle aynı saatte burada buluşursan sana hikâyenin sonunu anlatacağım. En azından yarına kadar düşünme fırsatı verirsin herhalde bana!

İkimiz de kahkahayı bastık bir anda. Eli avucumun içinden kaydı, ayağa kalktı ve omuzlarımdan tuttu. Kapıda arkadaşlarımız birer birer belirmeye başlamış, bizim yüksek sesle neye güldüğümüze anlam çıkartmaya çalışıyorlardı.

***…***

Mualla teyze annesine sığınmış başta, ama sonra çok kavga etmişler. O da gitmiş kendisine bir apartman dairesi tutmuş.” Cemile dünkü hikâyesine böyle devam ediyordu. Yüzümdeki garip ifadeden anlamış olacak ki, “Sevgilisi bulmuş onu, epey para vermiş kendisine, ama bir daha beni ne ara ne sor diye tembihlemiş. Çocuğu da istersen aldır demiş demesine de zaman artık çok geçmiş. Yapacak bir şey yokmuş. Mualla teyze kalakalmış bebeğiyle tek başına. Sonra kendisine iş aramaya başlamış, bir manifaturacı dükkânında iş vermişler ona.

Cemile’nin bir gün önce suratına yansıyan solgunluk geçmiş çok mutlu bir çehreye bürünmüştü. Acaba hikâyesini bana eğlendirici bir biçimde anlatması mı onu keyiflendirmişti yoksa benimle birlikte olmak mı? Bu konuda ikimiz de aynı veya farklı hayaller içine dalabilirdik. Ben buna kafa yorup beynimde canlandırmaya çalışırken o bütün ciddiyetiyle devam etti. “Mualla teyze iş bulmanın sevinciyle artık hem kendisine hem de bebeğine bakabilecektir. Derken dükkân sahibi yaşlı olduğundan dükkânı tamamen Mualla teyzeye teslim eder. Ona güveni sonsuzdur. Günler geçer. Mualla teyze bir gün dükkâna gelen adam sayısının arttığını fark eder. Ne tuhaftır ki sık gelen müşterilerin çoğu kadın değil erkektir. Bir zaman sonra ön kapı yerine arka kapıyı kullanacaktır bu erkek müşteriler.

O anlatırken benim nutkum tutuldu. “Ne Mualla teyzeymiş,” dedim kendi kendime...

Ama bu daha ne kadar sürecektir böyle? Kadın ayrılmak istese, paraya ihtiyacı var. Kendisini kapanda hissetse de iki işi birden götürür. Bu arada bana bebek nerede diye sormayı unuttun.” Cemile bunu söylerken yüzüme acıyarak baktı.

Sahi, bebeğe ne oldu?

Ne olacak, kundakta ve beşikte o da dükkânın eşyası gibi bir orada bir burada.” Bir kahkaha attı ve devam etti, “Ama bir gün yine hamile kalmış Mualla teyze. Üstelik çocuğun babası hangi adamdan olduğu belli değil. Neyse hikâyeyi kısa keseceğim ve hemen şu kısma geçeceğim. Karnı gittikçe büyümüş Mualla teyzenin. Ama o işlerini aksatmadan yürütmüş. Hem öndeki işini, hem de arkadaki.” Bunu derken yanakları üzerinde bir pembeleşme olduğunu sezinledim. Elini elime aldım. Rahat bir şekilde anlatabilsin diye. Tepki vermedi. Üstelik elinin elimde olmasını o da ister gibiydi. Devam etti. “Karnı iyice şişince dükkân sahibinin gözünden de kaçmamış tabi. Ama adam onun karnından daha çok Mualla teyzenin akşam olunca evine getirdiği dükkânın alışveriş kazancından sağlanan paralarıyla ilgilendiği için umursamamış bu durumu. Ve o gün gelmiş. Yani doğum anı. Ama o sırada Mualla teyze dükkânın arka bölümünde. Kadın ne yapacağını bilememiş. Allahtan ziyaretçi adam doktor çıkmaz mı! Hemencecik doğumu başlatmış oracıkta. Bir köşede yavru bebek beşiğinde ağlıyor, diğer tarafta Mualla teyze ıkınıyor. Çok kanaması olmuş. Doktor adam da telaşlanmış haliyle. Hastaneye götürecek zaman da yok. Kısacası bebek bizlere ömür! Kadın aniden komaya girince herif almış Mualla Teyzeyi kan revan içinde hastaneye götürmüş. Ama ondan sonra pırrr kaçmış. Ne gören var ne duyan. Kısacası Mualla teyze de kurtulamamış. Dükkân sahibi bir gün sonra merak edip dükkâna gidince bir de ne görsün, her taraf kan, pislik içinde. Bir köşede Mualla teyzenin bebeği ağlamaktan beter olmuş.

Oha, ne biçim dünyaya geliş bu be!” diye ani bir çığlık atmışım, kendim bile farkında olmadan.

İrkilmişti Cemile bu heyecanımdan.

Evet, öyle.

Ama bu hikâyeyi sen uydurdun değil mi?

Hayır, uydurmadım. Çok gerçek bir hikâye. Hem bu kadar şeyi kafamdan nasıl yaratayım? Fakat geri kalanını sorma. Ben de bilmiyorum.

Kafamda evirdim çevirdim, ona inanmak istiyordum ama başta hayali bir hikâye yaratmaktan söz ettiğimiz için pek inanasım da gelmiyordu. Çok merak ettiğim için sormak istedim, acaba böyle bir durumla biz karşılaşsak ne yapardık diye, ama sormadım. Daha doğrusu soramadım. Çekindim. İlk kez ondan çekindiğimi fark ettim. Zaten masal anlatıcısına anlattığı şeyin doğruluğu ile ilgili soru sorulmazdı. O kişi sadece anlatırdı. İnanmak veya inanmamak dinleyicisine kalmış bir şeydi. Ben de bu nedenle Cemile’ye başka bir soru sordum.

İyi ama bu hikâyenin benimle ne ilgisi var. Sanıyordum ki benle ilgili hayal ettiğin bir masalı anlatacaksın.    

Başta dedim ya, ben hiç kimse ile ilgili bir masal anlatamam. Seninle de ilgili anlatamam. O yüzden sana başımızdan geçmiş, tanıklık ettiğimiz bir başka hikâye anlattım.

İlginçmiş,” diyebildim sessizce, boşta duran elimin kapalı parmaklarını ağzımın içine götürerek. “Desene dünyada ne gerçek hikâyeler dönüyor. Hayal kurmaya gerek duymadan anlatılacak kadar çok.

Sonra Cemile’nin elini aldım ağzıma götürdüm ve üstüne bir öpücük kondurdum.

Cemile, belki bir gün seninle benim hakkımızda ben sana gerçek bir hikâye anlatırım, ne dersin?

Sessiz sedasız güldü. Yanağımdan öptü.

Belki o zaman ben sana anlatırım, ne dersin?

Altımızdaki tomruk ağacın ilk kez kütük kadar sert olduğunu, yıkık dökük çeşmenin gerçekten bir musluğunun olmadığını, yüksek tavanın aslında ne kadar alçak ve üstümüze düşecekmiş gibi durduğunu, sıvaları pul pul olmuş, kırık çimento parçaları dökülen duvarların içinde kocaman fare oyuklarının olduğunu, aslında tüm bu viranenin biz çocuklar için basit bir hayal dünyasından ibaret olduğunu fark etmiştik.

Kapısı varmış gibi düşlediğimiz geniş aralıktan el ele tutuşmuş çıktığımızda sahile doğru yürümeye hazırlanırken aynı anda başlarımızı çevirdik, metruk binaya sevgi dolu gözlerle baktık ve ağır adımlarla oradan uzaklaştık. Kim bilir belki gideceğimiz kıyıda o terk edilmiş kayığı bulmak istiyorduk ikimiz de...

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 04.03.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Öykü: “Bülbül, Elek ve Korkuluk”

(*) Sonraki Makale: Öykü: “Bakkal Cevo’nun Kol Saati” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]