İHTİYAR ERİK
Üçünü bir arada gördüğümde çok garipsemiştim. Kara kuru uzun ve dikenli
bir dalda tek ayağı havada, göğsünde kırmızı papyonu ile kuşların en prensesi,
bülbül. Bülbülün tünediği ağacın hemen dibinde, yumuşak karın örttüğü toprak
üstünde alt kısmı kara gömülmüş, ince tel örgülü çemberinin üst tahtasında da
bir tutam karla, bir çıtaya dayanmış avını öylece bekleyen tez canlı elek. Her
ikisinin de üç bilemediniz beş adım ötesinde iki kolunu iki yana açmış,
kafasındaki yırtık pırtık berenin altında kurumuş saman parasıyla, ölü
bedenindeki paçavrayla kuşları korkutmak amacıyla dikilmiş iğreti sırık
korkuluk. İki cansız bir olmuşlar canlıya meydan okuyorlar. Ama aslında kırmızı
göğüslü kuş kendisine tuzak kuran iki nesneye de can veren tek canlı. O olmasa
ne eleğin ne de korkuluğun anlamı var.
Babamın yaptığı teklife hayır diyecek hali yoktu. Ne dese, ne verse
alacaktı. Eninde sonunda o bizim Saka’mız olacaktı. Yol boyunca ahşap kafesi
içinde öttü durdu. Tren yolu kavşağını geçtikten sonra soluk almak için bir
tarlanın yanında durduğumuzda ikimizin de gözleri mısır tarlasının ortasındaki
çirkin korkuluğa takıldı. Tepemizde uçuşan kargalar tarlaya doğru inişe
geçiyorlar, korkuluk da elindeki, kafasındaki çalı süpürgesiyle, bedenine
sarılmış paçavra bezlerle mısır koçanlarını yemek isteyen kara kuşları
kovalıyordu. Bu işte çok usta olduğunu gösteriyordu.
Dedemin ufak bahçesinde gördüğüm korkuluğa bakınca o mısır tarlasındaki
suratsız korkuluk geldi gözlerimin önüne. Bunun asıl görevi ise birkaç asmayı
kuşlardan korumaktı. Ama yaza daha zaman vardı ve yağan karın altında bakımsız,
çelimsiz kalmıştı. Zaten sıska bir şeydi. Diğeri gibi mısırla beslenmediği
içindir diye düşündüm. Püsküllü sarı saçları bile yoktu. Kafasında yıpranmış
iplik teline benzeyen tüyler vardı.
Bülbülün bakışları altında kasıldıkça kasılıyordu. Kuşun her halükarda
onu alt edebileceğine ve ondan daha uzun yaşayabileceğine iddiaya girebilirdim.
Aynı şey hüzünlü ve yorgun elek içinde geçerliydi. O zaten çok
yaşlanmıştı. Kim bilir kaç kuşun canına mal olmuştu. Şimdi bir bedel öder gibi
ağlamaklı ve acınır haldeydi. Yaptıklarından utanç duyduğu besbelliydi. Bülbüle
yaklaşmaması için telkinde bulunuyor, tasalı, berbat sesini daha fazla
yükseltiyordu.
Dedemin yüzüme boşalttığı bir bardak su ile silkindim.
“Evin bütün günlük işleri bitti galiba, hadi bakalım, doğru dersine,” dedi.
“Evet,” diye cevap verdim. Sonra
usulca sordum, “Bu bir rüya mı, dede?”
“Ne rüyası?”
“Onlar hâlâ burada mı?”
“Burada olan ne, evlat, neler zırvalıyorsun sen?”
“Daldaki bülbül, yerdeki elek ve senin diktiğin korkuluk tabi ki.”
Öğle yemeğinde önüme koyduğu pirinç lapası ile sıcak şehriye çorbasına
kaşığımı her daldırışımda kırmızı papyonlu bülbülü, sıska korkuluğu ve ihtiyar
eleği düşünüyordum. Kapıya koşmuş, kapı aralığından bahçedeki ağaca bakmıştım.
Ne bülbül, ne elek ne de korkuluk vardı.
Cebime gizlice koyduğum ekmek kırıntılarını dedemin görmesini
istemiyordum. Babam gibi, “besleyeceksen kafes içinde besle” derdi. Ama bülbül
kafese gelmez ki. Saka da gelmez. Onlar çalıların, rüzgârların, yağmurların,
güneşin çocukları. Doğada, tarlada, ağaçlarda, dam tepelerinde, çiçek
dallarında olmalılar. Özgür olmalılar. Tıpkı yıllar önce Saka’nın kafesini
babamdan habersizce kaçırdığım ve Saka’yı penceremden dışarı saldığım gibi. Cam
önüne koyduğum kırıntılar için döner diye beklemiş, ama dönmediğini görünce çok
üzülmüştüm. Kim bilir şimdi nerededir? Üşüyor mudur? Karnı tok mudur?
Oyun oynamak için kendimi bahçeye attım. Karların yumuşaklığı
ayakkabılarımın altında eziliyor, şimdiye kadar hiç duymadığım bir müzik sesi
çıkarıyordu. Karlar şarkı da söyler mi?
Erik ağacının kurumuş dalları arasında kuşu aramaya başladım. Üst
dallarında serçeler vardı ve ben ağaca doğru iyice yaklaşınca uçtular ve diğer
ağacın üstüne kondular. Cebimden çıkardığım kırıntıların bir kısmını yere
serpiştirdim. Bir kısmıyla da erik ağacını besledim. Erik ağacı verdiğim
kırıntıları şapırdatarak yedi. Karnı şişti. Gövdesine sarılı halat kayışı
gevşetirken bana göz kırptı.
“Daha iyi,” dedi, “ihtiyacım vardı.”
Serçeler geldi onun sıcak omzuna oturdular. Birden öyle bir gakladı ki
ben bile ne olduğunu şaşırdım.
“Karga, karga, bak dedi, çık
şu duvara çık dedi.”
Serçeler birbirlerinin üstüne uçuşur, havada çarpışırken, ikimiz de
gülüyorduk.
Serçeler bunun bir oyun olduğunu anlayınca yanımıza geri döndüler.
“Başka bir şeye daha ihtiyacın var mı?” diye sordum ihtiyar erik
ağacına.
“Su.” Sesi çatırdıyordu.
Suyu elimden içerken yutkundu. Daha sonra sanki gazlı içecek içmiş gibi
iki defa yüksek sesle geğirdi. Serçeler bu kez kaçmadı.
“Afiyet olsun,” dedim dallarından birine
öpücük kondururken.
Havaya baktım bülbül gelecek mi diye, ne bir iz vardı, ne de haber.
Ev ödevimi yaptıktan sonra bahçeye tekrar çıktım, doğru erik ağacının
yanına. Kendisine hiç bahçeden dışarı çıkıp çıkmadığını sordum. ‘Hayır’ diye cevap verdi. Öyleyse
onun diğer insanların yapamadığı şeyi nasıl yaptığını merakla öğrenmek
istediğimde, “Bu benim sırrım,” diye yanıtladı ve
kahkahayla gülmeye başladı. Bu defa serçeler de, ben de gülmedik. Bu halimize
biraz bozuldu galiba.
Sonraki birkaç gün boyunca bahçeye yaptığım ziyaretleri tekrarladım. Her
gün her şey yerli yerindeydi, yaşlı erik ağacı ve serçeler ve kar; ne var ki
bülbül, elek ve korkuluktan eser yoktu. Şu erik ağacı da çok inatçı çıktı. Onun
hayatı hakkında bir kez olsun konuşturamadım. Neler yaşadığını pek anlatma
heveslisi olan biri değildi. Galiba yalnız tek bir gün insafa geldi ve ülkeyi
nasıl dolaştığını anlattı. Hem de motorlu tren yolculuğu yapmış! Kulaklarımız
ondaydı. Pür dikkat dinliyorduk. Serçeler ve ben. Ben ciddiydim. Serçeler ise
cıvıl cıvıl gülüşüyordu. Erik ağacının yalan söylediğini düşünüyorlardı. Onlar
oldum bittim burada erik ağacının tepesindeymişler. Nasıl olur da ülkeyi
dolaşmışmış? Hem de kırmızı motorlu trenle!!!
Bununla beraber o ve kuşlar dedemin bahçesini seviyorlardı. Yer olsa
diğer bahçelerden arkadaşlarını da buraya çağıracaklarmış. Sığamayacaklarını
düşündükleri için vazgeçmişler. Bunu bana söylediklerinde ben daha çok erik
ağacının inatçılığına yordum. Kesinlikle o istememiştir. Hep birlikte
cırıldadılar, cıvıldadılar, kıkırdadılar.
“Yine gidebilirim bir gün,” diye ötüşmeyi bozdu erik
ağacı sert bir bakışla. Gövdesi gerildi. Dalları titredi. Bir kar tozu serpildi
toprağa.
“Peki, niçin geri döndün, başka birinin bahçesine, ya da boş bir tarlaya da
gidebilirdin?”
Yüzüme acıyarak baktı.
“Deden için,” dedi gizlice.
Evet, anlamında başımı salladım, fakat ne demek istediğini anlamamıştım. Merakımdan akşam sofrada dedeme erik ağacına
olan bağlılığını sordum. Gri sakalına ve bıyıklarına bulaşmış fasulye yemeğini
elindeki ekmekle silerek yüzüme sertçe baktı. “O kuru ağacı kendi haline bırak. Sen kendi işine
bak. Zaten yakında gidecek buralardan.”
Saat çok geçti, gökyüzünde ay vardı ama benim uykum kaçmıştı. Bir türlü
uyuyamıyordum. Dedem erik ağacı için ‘zaten yakında gidecek buralardan’ demekle ne demek istemişti. Oysa o hâlâ dışardaydı. Serçeler üstünde
uyuyorlardı. “Bir yere gideceği yok,” diye söylendim kendi
kendime. Gizlice bahçeye indim. Yanına giderken ay ışığı bana kılavuzluk
yapıyordu.
“Erik ağacı, sen sahiden nereden geldin?” diye sordum
fısıltıyla.
Sesimi duyunca ürktü. Ağaçların da uyuduğunu bilmiyordum. Üstelik gözleri
açık bir şekilde.
“Senin nereden geldiğini bilmek istiyorum,” diyerek sorumda
ısrar ettim.
Serçeler de kıpırdanmaya başladı. Gürültümüze uyanmışlardı. Merakla bir
bana, bir erik ağacına baktılar. Erik ağacı gözlerini havaya dikmişti.
Gökyüzünde hareketsiz duran tek tük yıldız vardı. “İşte oradan,” dedi bir anda. Başı gökten yere düştü. “Kim bilir, belki de buradan.” Sonra bana baktı. Gözleri gözlerimin içindeydi. “Yahut ben nerede olmam
gerekiyorsa orada olmalıyım, şu serçelere yuva olayım, dedene erik vereyim diye
ömrümce bekleyerek. Ama artık yaşlandım. Eriklerim olmuyor. Dallarım kuruyor.
Bedenim kuruyor. Deden beni yakında gönderir.”
İşte o da böyle dedi. Dedem onu nereye gönderebilirdi ki! Başımı iki yana
doğru salladım. “Yalan söylüyorsun. Muhtemelen seni dedem küçük bir fidanken satın aldı ve
buraya ekti.” Karın altındaki belli
belirsiz köklerine tekme savurdum. Pis pis sırıttı, ilk kez o zaman dökülmüş
dişlerini gördüm. “Lütfen, erik ağacı, bana doğruyu söyle. Sırrını anlat bana.” Dedim. Sesim acılıydı.
“Eğer sana söylersem sır olmaz ki. Hem sana hakikati söyledim zaten.”
“Tamam, hepsini değil, sadece bir sırrını söyle. Ne olur, kırma beni erik
ağacı!”
“Belki söylememem gerektiği için söyleyemiyorum. Belki de birilerine söz
verdim. Anlatmayacağıma yemin ettim.”
“Kime?”
Kafasını güçlükle kaldırdı. Bakışlarında zalim bir ifade vardı. “Senin bilmek istemeyeceğin
biri,” dedi.
Gece gündüze dönüyordu. Aradan kaç saat geçmişti, dolunay tepemizde nasıl
dolanmıştı, anlayamamıştım. Ayaklarımın ve ellerimin üşüdüğünü hissettim.
Havada dolaşan farklı serçeler de geldi onun kollarına, bizim serçelerin yanına
kondu. Kabuklar düştü yere. İyice siyaha dönen derisi soyuluyordu. Ama hiç ses
etmedi. Gözleri ardına kadar açıktı. Ama soğuk ve katıydı. Kısa bir süre sonra
hırıltılı aldığı nefesini duymaz oldum. Korktum. Eve gitmeden önce, dedeme
haber vermeden önce, yatağıma bir hız koşup, yorganımın altına saklanmadan
önce, serçelerin ağlaştığını duyuyordum.
Dedemin yatağımın başucunda beni sarsarak kaldırmasıyla uyandığımda hava
iyice aydınlanmıştı.
"Kalk bre, sabah oldu."
Beni kolumdan tutup bahçeye götürürken ayaklarıma dolandım. Sabah güneşi
ip gibi dizilmişti bahçemizin üzerine.
“Nerede o?” diye sordum, erik ağacının
bulunduğu yere bakarak. “Nereye gitti?”
Başımı tuttu bahçenin diğer köşesine, duvar dibindeki üst üste yığılmış,
odunlara doğru çevirdi.
Erik ağacının cansız bedeni, kolları, bacakları parça parça olmuştu. Kara
gömülmüş, başı düşmüş gözleri artık kapalıydı. Serçeler duvara dizilmiş ona son
vazifelerini yapıyorlardı. Yanı başında püsküllü bir korkuluk kollarını yana
açmış kargaları kovalıyordu. Üstünde göğsünde kırmızı bir papyon taşıyan bir
kuş nöbet tutuyor çok güzel ötüyordu.
Bu kuş rüyalarıma giren Bülbülün ta kendisiydi.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 04.02.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Öykü: “Arkadaşım Ergenlik”
(*) Sonraki Makale: Öykü: “Hikâye Bahane Asıl Cemile Şahane”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]