GERÇEK & MONTAJ
Benim okuma çağımı açan ağabeyimin resimli romanlarıdır. İlk tanıştığımda
sadece birbirinin ardına dizilmiş karelerdeki resimlere bakıyordum. Sonra
köpüklerin içindeki yazıları anlamaya, algılamaya çalıştım. Kendi sesimle
seslendirme yapıyor, taklitler vasıtasıyla bir Çelik Blek oluyordum, bir Profesör
Oklitus, bir de Rodi. Bir gün
ağabeyim yaptığım bu tuhaf seslendirmelerden benim aslında çözdüğüm bulutlar
içindeki kimi yazılar olduğunu anladı ve hemen evdekilere bastı müjdeyi. O
günden sonra geldi alfabeler, Ayşegüller, Ayşecikler, Miçolar, küçük boyutlu
ama büyük harflerle yazılmış masallar.
Daha henüz beş yaşımda, sünnet bile olmamışken, kitaplardan dışarı
çıkmış, bahçemizde ilkel bir avcı kasabası inşa ediyor, kırmızı urba Murat’ı karşıma alıyor, Avukat Konoli arkadaşım ile birlikte direniş yapıyor, kasabamızı
savunuyor, bağımsızlık savaşı veriyordum. Bu yüksek hayal gücü diğer yaşıt
arkadaşlarımızı da bahçemize çekiyor Teksas-Tommiks’in en has maceralarını naklen
yayın oynamamızı sağlıyordu.
Derken yazıyı keşfettim. Altı yaşıma girmeden en güzel el yazımla
kendimce neler yazmıyordum ki! Şiirler, masallar, oyunlar... Nerdeyse Ayşegül, Ayşecik ve Miço toplu
kitaplarımı yeniden, yeniden yazıyordum.
Ancak doğrusunu söylemek gerekirse ilkokul yıllarım okuma ve yazma
eylemimin doruğa ulaştığı yıllar olmuştur. Gerçi bugüne göre, çocuk edebiyatı
çok kısırdı. Sertellerin çıkardığı çocuk ansiklopedilerinde, Robinson Kruzoe, Alis Harikalar Dünyasında, Gulliverin
Maceraları, Çizmeli Kedi, Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız, Kozet,
Polyanna gibi dev yapıtları gördükçe,
okulumuzun az bir para karşılığı dağıttığı okul dergilerine gömüldükçe
sevincimden çıldırırdım. Bir de ara sıra elime geçen Doğan Kardeş ile babamın Erenköy’deki meşhur berberi Şaban amcanın
dükkânında, eski bir sehpanın üzerinde yer alan Akbaba dergileri vardı okuduklarım arasında.
O günlerden beri okuma ve yazma hayatım çok canlı bir tempoda
ilerlemektedir. Yerli edebiyata verdiğim önemi reddetmiyorum ama beni daha
fazla çeken dünya yazarlarının kaleme aldığı eserlerdir. Bizim halk masallarını
okurdum. Ama gerçekten çok fazla ‘uydurma’ bulurdum. Yine de Eflatun Cem Güney ile Kemalettin Tuğcu’yu diğerlerinden
ayırıyorum. Bugüne değin Tuğcu’nun okumadığım eseri kalmamıştır herhalde.
Okuduğum onlarca kitap arasından seçtiğim bazılarını 4. ve 5. sınıftayken bizim
bahçeye de uydurmuştum. Bu seçimlerde bizim bahçe hayatı içinde olanların nice
konu zenginliği vardır.
Ne var ki, ben özellikle son üç yılda, yani 1974, 1975 ve geçen yıl,
okuma ve yazma hevesimin daha bilinçli, daha gerçekçi yönde geliştiğini itiraf
edebilirim (ve sanıyorum bu sene daha da
ileriye gidecek). Yine de yetersiz olduğu
kanısındayım. Onun için şimdiden yaza okuyacaklarımın büyük bir listesini
hazırladım. Yazmak istediklerimi şöyle teferruatlı şekilde planladım ama onu
hayatın akışına bırakmak en doğrusu. Ne istediğimi biliyorum.
Ben biliyorum da başımızdakiler pek bilmiyorlar. Açıkçası eğitimin ezbere
dayalı olarak kötü bir şekilde yürütülmesine karşıyım. Arkadaşlarım arasında
kitap okuyan sayısı o kadar az ki. Onların tek derdi sınıf geçmek. Veya karneye
dördün üzerinde iyi not getirmek. Kimse kitapları tartışmıyor. Sanki devlet
bizden kurulmuş saat gibi kurulu düzen ile ters düşmemizi, kişiliksiz vidalar
gibi yetişmemizi istiyor. Bunu büyük bir çoğunluk kabul ediyor. Bana gelince
ben bana neler verilmesi gerektiğini onlardan daha iyi bilenlerdenim. Hiç
umutsuz değilim. Kâh geçen yıllara dönüyorum, kâh bugünlere geri geliyorum.
Canım çektiğinde de geleceğe uzun maceralı bir yolculuğa çıkıyorum.
“Şakacı Dünya”da yakından tanık
olduğumuz iç çekişmeler, gittikçe artan çelişkiler bilincimizi patlama
noktasına getiriyor. Kim ki bizden kaçırıp saklamaya, baskıyla elimizden
almaya, yasaklamaya kalkar, biz yine ne yapar eder okumak istediklerimizi el
altından okur birbirimize pas veririz.
Okur geçeriz. Yok, öyle değil işte. Hayat böyle okunup geçilecek bir şey
değil. Çevremizde yaşadıklarımız, yaşadığımız gerçekler kızgın mangaldaki ateş
korundan farksız. İsli dumanı yakıyor, acıtıyor. Hepimiz bu gerçek yaşam
yangınında ruhsuz, kokusuz, donuk, cansız bir bedenle bulunmuyoruz. Belki
mümkün. Böyle ruhsuz olmak için gayret edenleri görüyor, daha iyi tanımaya
çalışıyoruz. Ama büyük bir çoğunluğumuz vicdan yüklü. Gözlerini kapatıp, ya da
film seyreder gibi köşeye çekilmiyor. Montajlanmış gerçeğe sırt çevirmiyor. Ne
kadar zorlu, ne kadar riskli olursa olsun, olan biteni kendi gözleriyle
görebilmek için tehlikeye başkaldırıyor, önce kendi fikrini, sonra fikir
birliğini oluşturuyor, çıplak ve net bir şekilde safını seçiyor. Takip ettiği
fikir insanca yaşamak oluyor.
Kayıtsız şartsız özgür, hür, barış ve huzur içinde, işin içine din, dil, ırk,
kuyruk, milliyet, falan ilave etmeden.
“Şakacı Dünya”da sorun şu ki;
gerçeklik büsbütün bu tarhana çorbasının içinde kendi domatesini rahat
göstermiyor. Ortaya bulanık bir salça çıkıyor. İnsanın çok farklı kişiler
arasında, çok farklı hesapların ve montajların yönlendirdiği sahneler arasında
sırrolmak mümkün. Kayıp bir adaya düşmek çok kolay. Ölmek ise ondan daha kolay.
Bize zorla seyrettirdikleri filmde de ölüler, cesetler, kan banyosu, silahlar,
bombalar, mahalle yasakları var.
“Şakacı Dünya” bir bölünmenin
eşiğinde mi? Umarım olmaz ama artık gözümüze görünmeyen puslu Erenköy mucizevi bir kılavuz istiyor,
onu canı gönülden bekliyor. Kazasker’den
Kozyatağı’na, Kaya Sultan’dan Şenesenevler’e,
Ayşe Kadın’dan Bostancı’ya klâsik bir dünyalık halkın arasına girip ayırmak
isteyen aleyhtar, kindar, ne yaptığını bilmeyen bir sinema yönetmeni ve sahneye
koyucu bir yapımcı var. Ya da yapımcılar.
Bu filmin sonunu merak etmiyorum. Sonu iyi olması mümkün değil çünkü.
Bazı arkadaşlarım diyorlar ki benim kendime olan güvenim çok yüksekmiş.
Bazıları da bunu “kendini beğenmişlik” olarak tercüme ediyorlar. Kıskançlık abidesi Zarife kız ile Fecriye
abla zaten bu gruptan. Komşu apartmanın Ceyda’sı
da onlara katılınca katıla katıla gülmekten bir hal oluyorlar. Bir gün o
yükseklerden aşağıya burnumun üstüne çakılacak günümü görecekmişim. Ne beddua
ama!
Bazı arkadaşlarım da kendime öz saygım olmadığından filan bahsediyor.
Olur, olmaz her şeye atlıyormuşum. Bir gün burnumu yamultabilirlermiş. Olur,
olmaz ağladığım, sızladığım hiç görülmemiştir ama Ceyda ile Akdeniz’li
kuzeni ‘bin kulaç’ Hakan çok fazla
mızmızlandığımı ileri sürüyorlar. Mehmet
ağabey de bayağı bayağı muhallebi çocuğumu olduğumu iddia ediyor. Hadi
diğerlerinin dertlerini biliyorum da Mehmet
Demirkazık niye bana kazık atarcasına muhallebi çocuğu demiştir onu anlamış
değilim. Kendisini çatı katı arasında fingirdek kız arkadaşıyla yakaladığım
için olabilir mi acaba?
Beni bambaşka kutuplarda arayanlara cevabım hem kısa ve hem yalındır: “Hey, ben buradayım!”
Kim haklı, kim haksız gerçek ile montaj arasındaki uçurum kadardır.
Bazıları kendi dünyalarında montaja dayalı bir ‘gerçek’ yaratmaya kalkarlar ve o ‘gerçek’ onların sahte dünyasında kendilerini bile aldatmaya taşır. Tıpkı yıllar
önce ilkokul sıralarındayken tutkuyla sevdiğim kıvırcık kız için montajladığım
bir ‘gerçek’ masalına önce
kendimi, sonra da yakın arkadaşlarımı inandırmaya kalkıştığım gibi. İşte o ‘gerçek’ olmayan ‘gerçek’ büyük olasılıkla ya kötü
bir şekilde sonuçlanır ya da kişi bile o iftiraya o kadar inanır ki en sonunda
kendisi de o montaj içerisinde yağlı bir vidanın en fukara somunu olur.
Maalesef bu fikir zavallısı karakterler, sürekli kendimi birilerine
kanıtlamaya mecburmuşum gibi, beni gerçekler dünyasının acımasızlığı ile baş
başa bırakıyor.
Ne kadar çok düşünürsem o kadar saçma bir hal alıyor bu. En iyisi mi
esrarengiz sır perdesi kendi kendine kalkacağı zamana değin bekleyeyim...
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 01.05.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Üst Üste Kuleler”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Her Şey Sevgi Filizleri İçin”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]