AŞK ÖLMEZ
34 canın ölümüyle sonuçlanan kanlı 1 Mayıs’ın üzerinden sadece birkaç gün
geçmiş, duyduğum üzüntü ve öfke henüz yüreğimde soğumamışken, üstüne bir de
babamın cuma akşamı işten geldikten sonra elime tutuşturduğu mektup canımı
iyice sıkmıştı.
1 Mayıs İşçi Bayramı tüm dünyada şenlik havasında kutlanırken niye bizim
ülkede kana bulanarak sonlandı? Bir de İspanya’da olmuş, haberlere göre 20
civarında yaralı olduğu söyleniyor. Taksim’de ölenlerin yanında yüzlerce emekçi
de yaralı. Hangi caninin elidir bu? Sormak lazım. Intercontinental’den, Sular
İdaresi’nden kurşunlar yağdıran kimler? Gerçi insanları ezen ve insanları
dağıtmak için coplarını, dipçiklerini kullanan akıl yoksunu ‘caniler’ belli. İnsanın gerçekten
aklını zorluyor. Neden?.. neden?.. neden??? Birilerin altlarına kaçıracak kadar
korktuğu belli. Düşünen, fikir üreten insanı istemeyen ödlekler, toplumun
istemedikleri yönde hızla değişmekte olduğunu görüyorlar. Belki de en önemli
neden bu. Bu yüzden de silahsız bir çoğunluğun karşısına silahıyla çıkıyor.
Sindirmeye çalışıyor. Yazık, çok yazık. Zannedersem artık emekçileri,
devrimcileri, ilerici gençleri hedef alan bu kanlı şiddetin sonu gelmeyecek.
Geleyim diğer konuya. Babam cuma günü bir ara işi karşıya düşünce, Mecidiyeköy’den
geçerken babaanneme de uğruyor. Tülay, babaanneme bana vermesi için bir emanet
bırakmış, onu getiriyor bana akşam eve geldiğinde. İşte o mektup, şu anda
elimde tuttuğum bu mektup.(*) Döne döne okuyorum bir sayfalık ince kâğıdı. Gözlerimden yaşlar
damlıyor. Damlanın her biri mektup kâğıdına düşüyor. Islaklık yayılıyor
sözcüklerin üzerine. Aşkımız ağlıyor.
Babasının işi nedeniyle ailecek İzmir’e taşınacaklarını yazıyor.
Kelimelerini zar zor seçerek. Son bir kez daha görüşemeyecek olmamızdan
korkuyor. “Keşke,” diyor “bu mektubum eline geçmeden
buraya gelebilsen ve sana kendi sözlerimle veda edebilsem.”
Keşke edebilseydi. Edebilseydim. Son bir kez onun zarif kolları arasında
sarılıp, koklayabilseydim onu. Burnuna minik bir öpücük kondurabilseydim. Bir
değil, milyon bir kere. Keşke. Son dileğini yerine getiremedik. Bu mektubu
babaanneme vereli üç hafta olmuş. Geçen ay sonunda eşyalarını yükleyip
gitmişler. Gözleri hep aramış beni. Yolun kıvrımından, parka gittiğimiz o hep
aynı ıslak yolum köşesinden çıkacağımı düşlemiş. Islak kirpiklerini mendiliyle
silerken ıstırap içinde el sallamış balkondan kendilerine el sallayan babaanneme.
Yine de şansımı denemek istedim. Cuma gecesi yemek masasında tutturdum gideceğim
diye. Ağabeyim, son kanlı Taksim olayından sonra pek istekli olmadı. “Gitme,” diye bastırdı. Annem de ona katıldı. “Pazar günü beraber gideriz,” diye teklif yaptı. Yüreğim sızladı. Mektupta sözünü ettiği tarihte
gideceklerse, çoktan yeni evlerine taşınmış, hatta yerleşmiş bile sayılırlardı.
Ben bunları sayıklarken imdadıma babam yetişti. ‘Bira göbekli’ Erman ağabey ile
Levent’te işleri varmış. Dedi, “Öğle üzeri eve uğrar seni alırım.” Sevinmekle üzülmek arasında gidip geldim. Ya gittiyse. Ya onu gerçekten
bulamazsam, göremezsem. Sabahı zor yaptım.
O gün dündü. Dün, Mecidiyeköy bana, ben Mecidiyeköy’e ağladım. Beraber
olduğumuz günlerde oturduğumuz odalarda, balkonda, bahçedeki duvarda oturdum,
gezdiğimiz sokaklarda hem turladım hem gözyaşı akıttım. Ne Tülay vardı, ne de
Tülay’dan bir kırıntı. Sadece hatıralar vardı. Ve onun kalbime terk ettiği
elvedası.
Aşkı doğru dürüst bilmeyenlere, aşkı anlatmak ne zordur. Onu
yaşamayanlara aşkın acısını ve gidenin ardında bıraktığı çaresizliği anlatmak
ise çok daha zordur. Onu yaşayan bilir ancak. O anlar. Acı verici olduğunu
bilir. Biz birbirimizi çok sık görmüyorduk. Aynı mahallede hayatımızı
sürdürmüyorduk. Arada bir görüşsek de sanki bir gün evvelinde bıraktığımız
gibiydik. Bambaşka bir sevdamız vardı birbirimize duyduğumuz. Birlikteyken
uçurtmalar gibi uçar, yarış otomobilleri gibi hızlı koşar, paraşütler gibi yere
inerdik.
İlk tanıştığımız zamanlarda birbirimize her şeyi konuşur, söylerdik. İş
aşka gelince gözlerimiz konuşur, kalbimiz söylerdi. Açık açık söylemezdik. Aşkın
adını koymazdık. Ama hep uçardık. Mutlu olurduk. Sonraları söylemeye, adını
koymaya başladık. Ellerimiz ellerimize değdi, kollarımız kollarımıza. Başımız
birbirimizin göğsünde. Filmler izledik. Türlü türlü. O duygusal olanları çok
severdi. Bana da sevmeyi gösterdi. En uzun kaldığım yaz günlerin yazlık
sinemaları, adımızı yan yana kazıdığımız ağaç sandalyeler şimdi neredeler?
Galiba şimdi pişmanım. Keşke sömestr tatilinden sonra bir daha, bir daha
gidip onu görebilseydim diye.
Pişmanlık çaresizlik. Yüreğimdeki acı çaresiz. Aşk artık çaresiz. Ondan
bir daha haber alabilecek miyim? Mümkün olacak mı bu? Bir daha ne zaman
karşılaşacağız?
Karşılaşabilecek miyiz gerçekten? Aşk çaresiz.
Aramız da eskiden bir boğaz vardı. Bir vapur mesafesindeydi. Ya şimdi?
Aramızda kaç deniz kaç yol var. Mesafe ne kadar büyüdü? Gözyaşlarımızı ipe
sarsak yakınlaşır mıyız? İlaç olur mu martılar? Biliyorum, o şimdi ne kadar
uzakta olursa olsun hep benim içimde kalacak. Kalbimde, ruhumda, bedenimde. Ona
ne zaman ihtiyacım olsa onu kalbimden çıkartacak, sevip okşayacağım. Hatıralarımızı
paylaşacağım. Sonra yine aynı yerine koyacağım. Saklayacağım. Tıpkı bir bebeğin
kundağa girip çıkması gibi. Hiç ama hiç bir daha karşılaşmayacak, birbirimize
görünmeyecek olsak bile o hep benim içimde olacak. Benden kurtuluşu kolay
olmayacak.
Zaten kurtulmak istediğini zannetmem.
Ne var ki ikimiz de biliyoruz. Araya mesafe girince dağların kavuşması
zor oluyor. Olsun en azından şimdi düşüncede, hayalde o aralığı kapatmak
önemli. Onu içerden dışarıya itemem. Bilakis, onu içerde kalması için
iteleyeceğim.
Bu ağrı, bu gözyaşı diner mi?
Diner elbet. Nice sevgiler yaşadım. Yaşamaya devam ediyorum. Hepsinin
yeri ayrı. Hiçbirini bir diğerinle kıyaslamam. Her biri kendi içinde özel.
Kendisi için farklı. İlelebet aşklar var mı bilemiyorum. Belki böylesi iyi.
Çeşitlilik. Nice yeni arkadaşlar, nice yeni aşklar. Kim bilir belki de bir
avuntuyu icat ediyorum.
Ağrı diner, bu gözyaşı gider mi?
Aşk hep yaşar, gizli de olsa yaşar. Yaşatılır. Çünkü kime âşık olduysam
ona duyduğum sevginin ruhu bendedir. Giden gitse, biten bitse de böyle. Onlar
kalbimde olduğu için de benim parçam gibidirler. Ama akıl ve bedenin kendisi
dışarıdadır. Böylesi zor günlerde onlar ve kalp sürekli birbiriyle kavga
ederler. Sonuç her ne olursa olsun aşkların hepsi koruma altındadır. Asıl
sahibi gelecek diye değil. İlla bir gün o duygunun esas sahibi çıkıp gelir diye
bir beklentim bugüne dek olmadı, herhalde bundan sonra da olmayabilir. Ama o
herhangi kişiye ait duygu ihtiyaç anında içeriden çıkarılsın diye vardırlar.
Konuşmak, koklaşmak, an’ı paylaşmak ve vedalaşmak. Hayali de olsa aşk hep
yaşar. Buna kırık kalplerin bıraktığı fiskeler de dâhil.
İşte bu sevginin yüceliğini, mutluluğun bedelini yaşamaktır. Yaşamasını
bilmeyenlerin anlayacağı iş değildir. Zaten yaşamasını bilmeyenler için aşk
evliliğin sahil kenarında kıyıya vuran ve derin olmayan suların çıkardığı ses
kadardır.
Tülay, seni çok özleyeceğim. Lütfen, o çok sevdiğimiz kırmızı şarkıyı
yolla İzmir’den bana. Kucak dolusu öpücükler benden sana...
(*) Tülay’ın Nisan 1977 tarihli mektubu, 1980 sonrası kayıplara karıştığından
orijinalini yayınlayamıyorum. Ancak hafızamda kaldığı kadarıyla, benzer
ifadeleri kullanan bir mektubu kendim onun anısını yaşatmak adına kaleme aldım,
bunu yayınlıyorum. (07.02.2012)
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 08.05.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Buradan Nereye”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Bağımsızlık Fikri”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]