Ağaç Ev: "Bağımsızlık Fikri"

MAVİ YOLLAR

İstanbul dışına çıktığımızda şehirlerarası seferler yapan Gazanfer Bilge otobüs şirketi bizim ailenin en doğru tercihidir. Gerçi bu konuda arkadaşlarım arasında Gülhan daha iyidir, hayır, Varan daha iyidir diyenler de epeyce çoktur. Ufak yaşlarından beri kim hangisiyle yolculuk etmişse aslında onu tanıyor, onu biliyor.

Ama konu otobüs firması değil. Bu seyahatlerde gördüğümüz bir şeyden bahsedeceğim.

Uzun yolculuğun belirli bir saatinde otobüs şoförü aracını ana yol kenarındaki bir mola yerine çeker. Bu mola yeri aynı zamanda insanların tuvalet gibi ihtiyaçlarını giderecekleri, karınlarını doyuracakları, demlenmiş çaydan tat alacakları büyükçe bir lokantadır.

Biz yolcular otobüsten aşağı zıplar önce doğru tuvaletlere, sonra da dinlenmek için lokantanın bir köşesine otururuz. Kimi yemek yer, kimi sadece çay içer. Kimileri de ne yemek, ne çay sadece etrafı seyreder. Bu mola yerlerinde benim gözüme çarpan en etkileyici nokta ise dans pistleridir. Kendine güvenen çiftler burada dans ederler.

Benim merakım ise bu mola yerlerinin bazılarında bulunan orkestralardır. Dans salonunun bir köşesinde çok fazla sayıda enstrümanıyla yer alırlar. Ama nedense ben bu enstrümanların başında şimdiye dek kimseleri göremedim. Yani orkestra sadece sergi amaçlı mıdır, çözemedim. Çalana rastlasaydım fikrim mutlaka başka olurdu. Çünkü gözüm hep baterinin üzerindedir. Bahçede teneke kutlardan oluşturduğum minik orkestram gelir aklıma. Ve annemin zilli sesi. “Ooooluuuum, yeter artık!! Bak herkesin kafası şişti, nah bu kadar oldu!!!

Orkestranın davulları, çalparaları, zilleri, orgları, nefesli telli aletleri, akordeon (bir tek benim mandolin eksik!) bir şarkıcıya nasıl eşlik eder görebilirdik. Balonların, konfetilerin havada uçtuğu düğünleri hatırlar, heyecan duyabilirdik.

Bir dokuma tezgâhı gibi...

Orkestranın kendi kendine nasıl çaldığını merak eden biz afacanlar, çalgı aletlerinin arkasında büyük iki makara olduğunu, bu makaralardan biri üzerine sarılı yüzlerce metre uzunlukta bir karış kadar genişlikteki bir karton şeridin muntazam ve ağır bir hareketle öbür makaraya sarıldığını görürüz. Ne var ki tıpkı benim el yardımıyla çalışan ilkel sinema makinemdeki gibi, şerit bir makaradan salınıp öteki makaraya sarılırken küçük bir kutu üzerinden geçmektedir. Şeridin üzerinde rastgele serpiştirilmiş izlenenini veren birçok delikler vardır. İşte bu deliklerdir ki, o ufak kutudan geçerken, hangi çalgının ne zaman, ne kadar sürece şarkıya katkıda bulunacağını belirliyor. Lee Van Cliff’in ‘Sabata’ filminde el hüneriyle fırlattığı paranın deliğe girmesiyle çalmaya başlayan müzik kutusuna benziyor. Yani karton şerit üzerindeki bu deliklerin her kümesi ayrı bir şarkının talimatını oluşturuyor.

Şarkıların bağımsızlığı da aşkın bağımsızlığı gibi mi?

Hepimizin içinde bir bağımsızlık sevdası yok mu? Herhalde özgür olmayı sevmeyenimiz yoktur. Herkes özgür olmak ister. Mesela ben aile kıskacından çıktığım okul tatillerinde bağımsızlık özelliğini kısa bir süre de olsa kazanırım. Her ne kadar emanet edildiğim kişiler böyle algılamıyorsa da öyledir. Zira kontrol evde onlardadır, dışarıda ise bendedir.

Ve her şey para değildir. Hatta para bizim için ender, geçici bir şeydir. Biz arkadaşlar kendi aramızda bölüştüğümüz, topladığımız paralar ile kendimize nasıl kocaman dünyalar kurmuşuzdur, anlatmakla bitmez.

Okul hayatımız da bahçe, sokak hayatımız gibi kendine has bir özgürlük alanımızdır. İçeride hocaların, dışarıda bizim borazanımız öter.

Arkadaşlarım arasında tartıştığımız en kuvvetli konulardan biridir özgürlük meselesi. Kimimiz onun varlığına inanmaz. Hayatta hiç kimsenin bağımsız olamayacağını düşünürler. Dağın tepesine çıksak, suyun altına girip yüzmeye kalksak bile nefese ihtiyacımız var derler. İlk bakışta doğru gibi geliyor insana. Felsefi bir yaklaşım. Bağımlılık. Yani yaşamak için soluk almaya bağımlılık. Ölene kadar sürecek bir bağımlılık.

Ona bakarsanız sokaktan geçen yoğurtçuya, balıkçıya, dantel satan bohçacıya, tencerenizin dibi karardığında kalaycıya, ayakkabınız delindi mi kunduracıya, günlük ihtiyaçlarınızı karşılayacak bakkala, manava, kasaba, albümünüze koyacağınız resimler için fotoğrafçıya, öğrenmek için öğretmene, öğretmek için öğrenciye hep bir bağımlılık söz konusudur. Liste nerede sonlanır ki?

E, o halde, neden her bir şey için bu kadar bağımlıysak, kendi kendimize uydurduğumuz ‘bağımsızlık’ havasını önemsiyoruz ki? Neden onu bireyselleştiriyor, özelleştiriyor ve havasını koklamak istiyoruz ki? Hatta neden onu korumaya çalışıyoruz ki?

Tamam, bu çok ilgi çekici bir durum ama sanırım biz şimdiye kadar edinmekte zorlandığımız ya da edinemediğimiz şeyleri korumaya çalışmıyor muyuz? Sıkı sıkıya koruduklarımız sadece varlığını elde ettiklerimiz mi?

İşte bunun için değil midir verilen bağımsızlık savaşları, halk mücadeleleri, isyanlar ve bağımsızlıkçı başkaldırmalar?

Peki, aşk bunun neresinde?

Aşkın bir dili vardır ama o dil her zaman konuşmaz, çoğunlukla susar. Kalbin içinde esirdir. Söylemek istediği bir şey olduğunda kalbi bir iki kez tıklatır, çıkar ve söyler. Bazen yumuşak bir dil kullanır. Bazen kırıcı. Ama eksik bırakmaz söyleyeceğini. Bırakmaya kalkışsa kalp araya girer. Eller, gözler, beden devreye girer.

Zaten söylenenler değil söylenmemiş olanlar değil midir daha önemli olan? Evet, bir şakın dili mutlaka vardır. Ve söz etmediği zaman daha çok önemsenir. Çünkü bilinir ki, söylenecek ne varsa o dilin altındadır. “Çıkar artık ağzından şu baklayı” isyanı boşa söylenmiş söz değildir.

Benim yaşadığım aşklar da böyledir. Söyleyemediklerim, duyamadıklarım benim için çok daha önemlidir. Kimi boş ağızlıdır, dır dır konuşur, içini dışına çıkartır, söyler. Kimi sadece duymak istediklerini duyar. Dinleme organını belirli bir noktaya sabitler. Bense yoksun bıraktığım, söyleyemediğim sözlerin ruhuna daha çok itimat ederim. Sevgililerim bendeki sırrı çözebilsinler diye beklerim. Onlara basit, kaşık kadar bir fener veririm, kalbime yapacakları yolculukta yollarını bulabilsinler ve aradıkları anahtarı bulabilsinler diye.

Nasıl dilimizi bağımsız kılmak için ağzımızın dışına taşırıyor ve kimilerine göre deli, kimilerine göre soytarı oluyoruz, aşkımızı da böyle dışarı çıkardığımızda gerçek olanın dışına çıkıyoruz. Aşk eninde sonunda kalbin içinde deliyle soytarıyı buluşturacak tek şeydir. Orada yaşam da bulur, ölümü de tadar. Gideceği, kalacağı başka bir yer yoktur. Bazı arkadaşlarım cenneti hayal ederler. Bazıları da cehennemden korkar. Aşklarını hep bir neden için ertelerler. Beni için aşkın cenneti de, cehennemi de kalbin ta kendisindedir. Birilerinin cennet dediğine belki benim kalbimdeki aşk başka bir şey diyecektir. Tam tersi de söz konusu tabi. Dolayısıyla benim halimden ancak deliler gibi âşık olan ben ile kalbime giren anahtarı bulmuş, komiklikten nasibini alarak deliliğe terfi etmiş aşkımın (sevgilimin) ta kendisi anlayabilecektir. Başkalarının bunu anlaması neredeyse olanaksızdır.

Aşk hem göğsünü kabartandır, hem de boynunu bükendir. Aşkın sözcükleri içten fethedilen bir kalbin hudutlarını terleten incilerdir. Zaman gelince kahkahayla gülen, zaman gelince susup gözyaşı dökendir.

Aşk dışarıda dilediğince özgür ve bağımsız, içeride ebediyen tutsak ve bağımlıdır...

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 15.05.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Her Şey Sevgi Filizleri İçin”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Bağışlanma Fikri” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]