PAN’İK YOK!
İlkokul sıralarımdan beri mitolojiye özellikle de Yunan mitolojisine
hayranlık duymuşumdur. Yaz gecelerinde çimenlere yayılarak parlak yıldızları
seyreder, kuyruklarını takip eder, Ay’ı daha yakından görebilmek için sayısız
ağaç tepelerine tırmanır, o aynalı pırıltının içerisindeki kütleleri bu şudur,
şu odur diyerek isimsiz ayrıştırır, balkon aralığından atlayıp evin arkasına
uzanan çatının kirli kırmızı kiremitlerine yatar, gözlerimi karanlığa diker, gökyüzünde
gezinip mitolojik tanrıları arar dururum.
Bu mitoslar arasında bir de Arkadia
kentinin keçi kılıklı çoban tanrısı Pan
var. Kendisi Hermes ile Nymphe Penelope’nin oğludur. Dünyaya
geldiği zaman annesi çocuğu saran kılların çokluğundan ürkmüş, babası onu bir
tavşan postuna sararak gizlice Olympos
dağına çıkarmıştır. Pan, ıssız
kırların, ormanların, dağların ve gölgeli mağaraların ülkesine bayılır. Her
şeyden kaynar öğle saatlerinin hayaletli sessizliği onundur. Bu saatte hiçbir
çoban güçlü tanrının dinlenmesini dağıtmaz. Çünkü acayip sesler ve ani bir
gürültüyle ‘panik korku’ yani Pan’ın salgıladığı korku
olarak bilinen Pan korkusu saçar.
Sürüler oraya buraya kaçışarak dağılır, darmadağın olurlar. Ya da önlerine
çıkan öldürücü uçurumlardan aşağıya yuvarlanırlar.
Panik korkunun Marathon Savaşı’nda
kendileri için en güçlü yardımcı kuvvet olduğunu bilen Atinalılar zaferden
sonra haşmetli Akropolis’de bir
mağarayı, yani tapınağı adamışlardır Pan’a.
Peki, panik korkusu bir bağışlama fikrini doğurur mu?
Bacaksız günlerimde “Hata yapmak insana dairdir, bağışlamak ise tanrıya,” diye kafa tutardı teyzem, haylazlıkla yaptığım her hatayı yüzüme vurmak
istediğinde. Bense gayet ciddi bir şekilde cevap verirdim kendisine. “Madem öyle, sen de tanrı
olsana, sen de bağışlasana beni!” Bu sözüm onu daha
çok kızdırır, geçici bir kırmızıbiber acısını tatmak varken, koca bir günlük
oda cezasına çarptırırdı beni. O gün bahçe yasak, sokak yasak. Fark edilirsem,
bağışlayan İbrahim eniştem olurdu. “Şeref, hadi gel, süpür şu dükkânın
önünü.” O süpürgenin çalısı, o İsmet ağabeyin beyzade bakışları bile
sevimlileşirdi bağışlayanın sesinde.
Bir de burnumun onunkine benzediğini söyleyen anneannem var ki en güzel
bağışlayan ‘tanrı’dır o. Mitolojinin neresinde yer alıyor adına pek rastlamadım ama benim
hatalarımı neredeyse hiç görmez. Görse de görmezlikten gelir. O benim için Karagümrük krallığında kutsal bir
tanrıçadır.
Ancak büyüdükçe bağışlamanın da bağışlanmanın da ne kadar zor olduğunun
farkına vardım. İsteyerek veya istemeden birilerinin canını yaktığımda önceleri
aldırmazken nasıl bağışlayıcı olma yolunda yol kat ettiğim sonucuna vardım.
Özellikle arkadaşlarım arasında biri bana, gruba veya grubun içinden birine
hatalı bir söz söylese, yanlış bir davranışta bulunsa kavga etmek yerine
hatasını düzeltmesi için bir şans daha veriyorum. Bağışlıyorum yani.
Panik korkular beslemiyorum mesela. Şu iki ifade ritmik bir müzik gibi
geliyor bana: “Seni bağışlıyorum.” ... “Sen
bağışlandın.”
Kalbi yormuyor, yüreğe baskı yapan koca bir yükten kurtarıyor.
Tülay, gelip bana haber veremediğin için seni bağışlıyorum. Tülay, sana
zamanında gelemediğim için n’olur affet beni, bağışla beni. Bağışlanmak.
Bağışlandım mı yani ben şimdi?
Bu bağışlanma fikri pek hoş. Ama tek taraflı bir temenni. Söz gelişi
karşındakinin vicdanına kalmışsın demektir.
Bağışlamak ise kendimize hamlettiğimiz bir vicdan. Hesabı daha da zor.
Her zaman her şeyi affetmek pek kolay değil. Hak edeni var, hak etmeyeni var.
Ne yani şimdi sokaklarımızı ceset yuvasına döndüren alçak canileri bir kalemde affedecek
miyiz? Eli kanlı faşistleri bağışlayacak mıyız? Katilleri adam öldürdü diye,
hırsızları evi filan soydu diye, yalan söyleyen politikacıyı, sırf işyerinde
hakkını aradı diye işten attığı işçiye bir de maaş ödemeyen patronu,
mahallemizin kızlarına ileri geri sataşan serseriyi bir daha yapmaz diye, gıkı
çıkmıyor diye herkesin içinde küçük düşürmekten zevk alan hocayı, okuldaki,
sınıftaki, mahalledeki, aynı sokaktaki, hatta aynı bahçe içindeki kamplaşmaları
affedecek miyiz?
Zararın ölçüsüne bakacağız elbette. Verilen veya verilmek istenen hasarın
ölçüsüdür bağışlamanın göstergesi. Anlayışlı olanları ayırırız. Ayrı tutarız.
Hatanın özrü olur. Bir şans daha verilir. Gerektiğinde tanınan şansların sayısı
artabilir. Burada önemli olan samimiyettir. Karşılıklı güvendir. Kimseyi
yargılayacak farklı bir anayasamız yok. Adaletin terazisi ne derse o. Ama biliriz
ki çoğu zaman bağışladıklarımız yine aynı şeyleri tekrar, tekrar deneyecektir. Bu
onların yaşam biçimidir. Kırık parçaları ne kadar toplayıp birbirine
yapıştırmaya kalksak da o porselen çay fincanı kırılmıştır bir kere.
Şu basit gerçeği kabul edelim ki insanlar hata yapma eğiliminde olan
varlıklardır. Bazen bilmeden, bazen denerken, bazen de kasıtlı olarak. İşte
bunlar bağışlanma fikrini önümüze getirecek çatalın dişli uçlarıdır. Ya geçmiş unutulacak,
ya da ömür boyu hatırlanacaktır. Maziye teslime edip unutmak, boyuna hatırlamak
gibi insani bir duygudur.
İlişkilerimizin köklerini güçlendirecek olan bu davranışlarımız bizi
geleceğe taşımaya devam edecektir. Affederek. Affedilerek. Şans vererek.
Uyarılarak.
İsteyen istediği şekilde mitlerine sığınabilir.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 22.05.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Bağımsızlık Fikri”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Arkadaşlık Evlilik mi ki!”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]