BU NE DÜNYA?
Bu hayatta her şey şefkatli bir yoldaşlık için. Yoldaşlık sözcüğünü en
sık kullananlar sosyalistler. Dünyada ve Türkiye’de. İlk kendileri mi bulmuş,
başkalarından mı esinmişler bilemeyeceğim ama güzel bir buluş doğrusu. Aynı
yolun yolcusu gibi bir şey. Henüz Şakacı Dünya’nın sosyalistleri arasında
birbirlerini böyle çağırdıklarını duymadım ama onlar garip sözcükler türetmede
üstlerine yok. Tabi ben böyle sanıyordum, meğer Türkiye gezegeninin tamamında bu lügat hâkimmiş. Dişi yoldaşlarına
‘bacım’ diye sesleniyorlar.
Ne kadar banal, saçma bir ifade. Üstelik aşağılayıcı bir yanı var. Yoldaş de
gitsin, ne kaybedersin?
Ben Tülay ile aynı yolun yolcusu olsaydım onu katiyen ‘bacım’ diye çağırmazdım. Hadi o
sevgilim, diyelim. Ya doğadaki diğer ‘dişi’ arkadaşlarım. Okuldaki, sınıfımdaki, mahallemdeki, sokağımız ve
bahçemizdeki. Ben şimdi onlara nasıl ‘bacım’ derim, ya!
Zaten yukarıdaki ilk cümlemdeki ‘yoldaş’ sözcüğü, dostluk, eşlik, arkadaşlık, arkadaş sevgisi anlamındaydı. Lafı
nereden nereye getirdim?
Neyse devam edeyim...
Herkes sanır ki iki cins arasındaki içi sevgiyle doldurulmuş iyi bir
arkadaşlığın akıbeti illa evlilikle noktalanacağı. İnsanların evlilik için
aradığı ilk şart arkadaş sevgisiymiş. Bu çok saçma. Flört etmek evlilik kapısı
mı demek? Bu konuda bu kadar anlamsız bir hüküm vermek nasıl kolay olabiliyor,
anlayamıyorum.
Hem flörtün nesi kötüdür ki hâlâ günümüzde insanlar kaçamak yapmak
zorunda kalıyorlar. Aileler farkında değil mi? En sonunda gizlice sürdürülen
bir ilişkinin yakalanmama riski diye bir şeyi söz konusu olabilir mi? Şakacı Dünya’da bile nice böyle gizli köçek, ağaç altı, duvar dibi, duvar üstü
flörtler söz konusu. Yok, iki sokak aşağıda buluşmalar, yok merdiven altındaki
kömürlükte, yok Ada’da, parkta, sinemada...
Gizli olan daha kötüdür. Valla benim kimseden gizleyeceğim bir mesele
yok, olmaz, olamaz. İlk söyleyeceğim kişiler ailemdekiler, yakın arkadaşlarım
ve onun arkadaşları. Onun ailesine de onun söylemesini beklerim. Yok, eğer
utanıyorsa ben kalkar, gider kendim söylerim. Bu kadar basit. Yahu bunda
utanılacak ne var?
Ha, şayet aile buna izin vermiyorsa o daha fena! Gizli sürdürmenin
sonunun hiç de iyi biteceği anlamına gelmiyor.
Ya ben bu gezegenden değilim, ya da bu gezegendekiler bende çok
gerideler. On dördünde açık sözlü bir delikanlı bile bu utanma duygusunu
putlaştıran zibidilerden daha açık yürekli, örümcek kafalılıktan daha ileride.
Daha altı yaşımda Karagümrük’te ‘âşık’ olduğum sarı kızın annesine “Ben sizin kızınızı seviyorum,” dediğimde bile sevecen bir anneden tokat değil yanağımı okşayan bir
elin teveccühünü görmüştüm. İşte böyle anneler de var.
Ruhan ile Askeri sinemada buluşmak mı! Hiç olur mu öyle şey? O kısacık
yolda bile el ele tutuşup gitmek varken. Yan komşu olmanın avantajıyla
bahçedeki artık anlamı bile kalmamış tel örgülerin arasından geçip kapısına
dayandığım Şerife teyzeye, “Sevdiğim kızı sinemaya götüreceğim izninizle,” dediğimde önce yüzüme aptalca bir bakış fırlatan, ama sonra kendi
yüzünde kocaman bir tebessüm oturtan sempatik bir annenin cevabı başka ne
olabilirdi ki? “Tabi oğlum. Yeterli paranız var mı?”
Bununla da yetinmez, küçük para çantasından çıkardığı bozuklukları eliyle
bize uzatır, “Hadi gidin,” deyip arkamızdan el
sallardı. Sonra da kafasını uzatır, pencerede gördüğü teyzelerin teyzesi Zehra teyzeme
seslenirdi: “Senin bu yeğen âlem çocuk valla.”
Ne yani biz şimdi evlendik mi?
Belki Tülay’la o safhaya gelebilirdik. Hani on sekizimizde falan...
Bilemeyeceğim... Ama bunun olması imkânsızın da ötesinde bir hayal olabilir
ancak.
Demek ki anneler rahat olmalı. Her flört kötü sürdürülmüyor. İlla da
evliliğe dönmüyor. Bu bir oyun değil. Üstelik gizli değil. Hani, Mecidiyeköy’de
balkonunda bir fincan kahve içerken görseydiniz, gidin Canan teyzeye sorun
derdim.
Peki evlilik için hazır mıyım?
Şu aptal dünya hepimizi öyle aptallaştırmayı beceriyor ki böyle aptalca
bir soruyu sorabiliyorum işte. Gerçi ‘aptal’ sözcüğü yerine ‘bireysel’ sözcüğünü kullandığımızda da fark etmiyor: ‘Şu bireysel dünya hepimizi öyle bireyselleştiriyor ki böyle bireysel bir
soruyu sorabiliyorum işte.’ Bu yüzden açık görüşlü
olmak ‘tu kaka’. Kimse kimsenin görüşüne saygı göstermiyor. Herkes istiyor ki kendi
konuşsun, diğerleri dinlesin.
Mümin ağabey de böyle biri. Kötü niyetle yapmadığına eminim fakat sazı
eline aldı mı hep o konuşuyor biz dinliyoruz. Biz ne zaman bir şey söylesek, “Dur bir dakka,” diyerek bizi susturuyor. O bir dakka’nın
sonu bir türlü gelmiyor. Çepiç Mehmet ağabey takılıyor: “İspirtodan, ispirtodan. Yine
fazla kaçırdı.”
Biz Şakacı
Dünyalı filinta gençler ön bahçemizde
toplandığımızda hepimizin bir derdi var. Kendi kişiliğimizi korumak için
söyleyeceğimiz çok şey olduğunu ayan beyan konuşuyoruz. Ama aynısını diğer
mahalleli arkadaşlarımızla buluştuğumuzda yapmıyoruz. Onlara aynı saygıyı
göstermiyoruz. Sanırım bunda şu garip mahalle saflaşmalarının etkisi büyük. Her
sokak kendi hududunu çizmiş. Hilmi Paşa’dan
yukarı başka, Oral Sokak’ta başka... Yapıtaş’ta başka, Kaya Sultan’da başka, Kaptan
Arif’te başka... Bu yüzden olsa gerek kimse tek başına dolaşmak istemiyor
yabancı sokaklarda, semtlerde, mahallelerde. Sanki birden fazla kişi olunca
birlikten güç doğuyor. Sanki yanımızda bize bağlı, uysal, itaatkâr, zarif,
merhametli birine hep ihtiyacımız var.
Hoppala bu da ne şimdi? Acaba bir evcil k-ö-p-e-k sözcüğünü mü keşfettim
birdenbire? Durun bakalım.
İlginç bir düşünce. Ama hayır arkadaşlarımı evcil köpek ile aynı kefeye
koymuyorum. Hiç olur mu öyle şey? Mecazi anlamda aklıma başka bir şey geldi onu
yazacağım.
Köpeklerin insanlar için en sadık dostu olduğu söylenir. Benim hiç
köpeğim olmadı. Onca ısrarıma rağmen. Ama komşularımızın çivi dişli köpekleri
bana yetti de arttı bile. Eskiden bir Arap vardı. Gerçekten de araptı.
Kömürlükten çıkmış gibi. Beni ne zaman yalnız görse ısırmak için kovalardı.
Sonra yerine Duman geldi. Tonton vardı. Çomar. Bir de kurt. Onlar uysal
mahluklardı. Ama kimin için. Elbette kendi sahipleri için.
Keşke benim de bir köpeğim olsaydı dediğim zamanlar olmuştur. Hâlâ da
derim. Harala gürele, çatırtı patırtı arasında geçen yorucu bir gün sonunda köpeğimin
bana koşturarak sarıldığını hayal ederim. Ona kızsam bile bana küsmeyeceğini
bilirim. Yine o yavru köpek bakışıyla baktığını görürüm. Ona ‘gel’ dediğimde geleceğini, ‘git’ dediğimde gideceğini her
türlü emir kipine itaat edeceğini bilirim. Kimi zaman sevinçli, hoşnut, kimi
zaman kırılma sezgisiyle inleyerek. Ama bilirim ki yine çağırdığımda yanıma
gelecektir. Bir köpeğin kin tutacağını sanmam. Hisleri vardır ama darılma,
gücenme huyunun olacağını zannetmiyorum.
Keşke hayatımızda şu paragrafta yazdığım gibi herkes herkesle aynı
duyguları paylaşsa. Köpek deyip geçmesek, keşke bir köpek ile sahibi arasındaki
ilişki kadar güçlü bir dostluğu inşa edebilsek biz insanlar arasında. Hadi
geneli geçtim, bari özelde, Şakacı Dünya’da, bizim bahçe milleti
arasında başarabilsek bunu!!! Hayat ne kadar muntazam ve ilişkiler ne kadar
külfetsiz olurdu.
İşte bunun için belki de flörte ihtiyacımız var. Sevginin akordunu daha
iyi biriyle gerçekleştirebilmek için. Mutluluğu güzel biriyle yaşayabilmek
için. Ablamın biriktirdiği ‘Hey’ dergilerinin içinde okumuştum, insanların ısrarla kendi ruh ikizlerini
aradıklarını. Sahiden buluyorlar mı bilemiyorum. Ancak çoğunun aradığını
bulamadığına inancım yüksek. Yoksa bu kadar çok dua etmeyi seven bir toplum
olmazdık. Berna ablanın dediği gibi kimi buluyor Mevla’sını, kimi buluyor
belasını. (Lafın ucu bana mıydı
soramadım kendisine.)
Sakallı daktilog Cengiz ağabey ise lafı tam gediğine koyuyor: “Gerek duyduğumuz nedenler bizi gerek duyduğumuz şeylerden uzaklaştırır.” Hakikaten büyük laf. Saygı duyuyorum kendisine. Şimdi ilk bakışta
birbirine zıt gibi duruyor. Ama ağabeyim hemen okuduğu kitaplardan örnekliyor.
Diyalektikte buna zıtların birliği deniliyor diye ahkâm kesiyor. (Şu kitapları artık okumak için neredeyse gün sayıyorum. Okuduktan sonra
ben de büyük laflar eder, arkadaşlarıma havamı atarım.)
Kendime numune, numune, örnekliyorum. Hem Cengiz ağabeyi, hem kendi
ağabeyimi bayağı haklı buluyorum. Benim ruh ikizim midir bilemeyeceğim ama
Tülay’a şimdi eskisinden daha da fazla ihtiyaç duyuyorum sanki. Kayıp sevdanın
açlığında ruhuma gıda olabilecek, belki de kendi egolarımı yatıştıracak birine
acilen ihtiyacım var. Aşkta yalnızlık bana göre değil. Romantizmi sadece
filmlerde yaşamak ise beni ancak kahreder. Bir oyun yazmak istiyorum,
yalnızlığı yıkan. Kahramanı da yalnız bir kovboy. Belki ben bir Red Kit’im.
Domates sırığından Düldül’üm; paytak yumurcak Rintintin’im
olabilir. Ağaçların, dikenli otların arasında, evlerin ön, yan ve arka bahçeye
bakan kuytu köşelerinde, yoldaşlarımla beraber yalnız bir kovboy. Ruh ikizi
olduğunu sandığı Kalamiti Ceyn’ini aramaya çıkmış gibi bardan bara
koşturan bir yalnız kovboy.
Şimdi yaz geliyor. Oyun nasıl ve nerede başlar, nasıl ve nerede biter,
bilmiyorum. Maceralar hayalimde. Kalem kâğıt elimde. Ama biliyorum ki ben bir Red Kit olamam. Çünkü onun ömrü çölde
kaktüsleri kesmek, Daltonlar’ı toplamakla geçiyor. Benim ömrüm ise çiçek
toplamak ve yeniden, hep yeniden âşık olabileceğim bir dizi kız arkadaşı
aramakla geçecek. Red Kit’in yanında illaki bir Düldül’ü ve Rin
Tin Tin’i var. Benim ise kocaman bir yürekten başka bir şeyim yok.
Düldül ve Rin Tin Tin olmasaydı Red Kit de olmazdı. İçi sevgi dolu
yüreğim olmasa Şeref diye bir şahsiyetim de olmazdı.
Belki bu bir çelişki. Tülay’ın aşkı yerinde duruyorken aşklardan
bahsetmek. Hayır. Ağabeyimin naklettiği gibi “Zıtların
Birliği” bu. Üstüne üstlük
kaderimizde ‘bacı’ gibi bir söylemi kabul etmezken. Kalbimize giden virajlı yolda aklımıza
yapışmamış mı Yeliz’in “Bu Ne Dünya Kardeşim” şarkısı.
Bu ne dünya kardeşim seven sevene..
Bu ne dünya kardeşim böyle..
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 29.05.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Bağışlanma Fikri”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Hımm Galiba Bu Bir Sır!”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]