DİL ÜSTÜNDE
Dün gece televizyonda kendisini pek sevdiğim polisiye yazar Agatha Christie’nin “Beklenmeyen Şahit” adlı kitabından uyarlanmış
filmi vardı. Başrollerinde Marlene
Dietrich, Tyrone Power ve Charles Laughton gibi oyuncular vardı.
Tamamı mahkemede geçen film bu türden hoşlanmayanlar için mutlaka sıkıcı
bulunmuştur. Ben kitabını da okuduğum için filmi baştan sona ilgiyle izledim.
Özellikle sonu acayip şaşırtıcıdır.
Bugün sabah kuşağındaki kovboy filmi de mükemmeldi. John Wayne, Sophia Loren
ile birlikte esrarengiz bir defineyi çıkartmak için uğraş verdiler. Daha
doğrusu filmde macera kadar Sophia için verilen sahiplenme kavgasını da izlemiş
olduk. “Kayıp Efsane” tam bana göre bir filmdi: Macera, gizem, aşk.
Bu akşam bakalım bizim McMillan ve karısı nasıl bir hikâyeye
bulaşacaklar? İple geceyi çekiyorum.
Ocak ayını bitirmemize 1 gün kaldı. Hava yıla nasıl başladıysa öyle devam
ediyor. Dışarıda buz gibi bir hava mevcut. İnsan böyle durumda iç ısıtacak
sıcak bir içeceğe hayır demez.
Benimse aklımdan dondurma
geçiyor. Böyle dondurucu bir kış gününde niye canım dondurma çeker ki!
Mesele herhalde yaz günü doya doya dondurma yemek değil. Ben biraz sıra
dışı biriyim ya herkes gider Mersin’e ben giderim...
Hadımköy’de eniştemin dükkânının yanında bir pastane var. Adamlar yaz
geldi mi dondurma da yapıyor. Ama ne dondurma! Sadece çikolata-kaymak. Üstelik
halis muhlis köy sütünden, tereyağı kokuyor mübarek... Adamları biraz
kışkırttım. Dedim şunlara biraz da farklı renk, farklı tatlar katın. Vay sen
misin söyleyen, daha haftasında içi kahverengi ve beyaz dolu tenekelerin
yanında sarımsı ve kırmızımsı renkler de eklenmesin mi. Aldım güzel bir
karışık. Limon desem limon değil, vişne desem vişne değil. Gerçi biraz ağızdan
münakaşa ettik. Onlar kendi yaptıklarını doğrularcasına ısrar etti, ‘öyle’ dediler. Ben “ıııh” diye inat ettim. İş döndü
dolaştı benim birkaç yıl önce Gökhan arkadaşımla sattığımız uyduruk gazoza
geldi.
E, bu köy böyle bir yerdi. Hem mucit, hem taklit. Sivil sineması bile bir
ahırdı. Hayvanlar yaz günlerinde dışarıda konaklayabilirdi nasıl olsa. Ama
saygıdeğer Hadımköylüler hayatlarından memnundur. Mesele film seyretmektir;
hangi şartlarda olursa olsun. Ortalık saman, gübre filan kokmuş filmde daha mı
önemli!
Dondurma konusuna dönecek olursak; aslında ben küçükken en sevdiğim şey
farklı renkleri ve farklı tatları denerken duyduğum heyecandı. Gidiş ile geliş
arasındaki mesafeler hiç bitmez gibi gelirdi. Özellikle Muhittin amcamın biz
kardeşleri elimizden tutup Göztepe lunaparkına götürmesi ve orada hepimize
dondurma ısmarlaması gecemizin unutulmazları arasındadır. Ancak benim çok kötü
bir huyum vardı. Elimdeki külah ne kadar büyük ve çeşitlilik içerse de gözüm
hep diğer ellerde olurdu. Sanki onların dondurmaları daha büyük ve daha çok
çeşitliydi. Saçma ama böyle düşünürdüm. Ailemin tesirli sözcükleri bile
elimdeki ‘küçük’ dondurmayı büyütmeye yetmezdi.
Akıl bir kere takılmaya dursun.
Bugünse hayata başka yoldan bakabilme şansını yakaladığımı düşünüyorum.
İnsanlar arasındaki farklılıklar sadece boy, pos, güzellik, endam filan değil.
Salt zenginlik ve yoksulluk veya arada bir yerde olmak meselesi de değil.
Dondurmanın renkleri gibi hiç değil. Kimileri çok basit bir hayat sürerken
kimileri karmakarışık bir hayatın içinde debeleniyorlar. Kimi mutlu, kimi
mutsuz.
İnsanlar arasındaki bu farkın temelinde geçim derdi, yani ekonomi
olduğunu ve ‘sınıfsal’ olduğunu söylüyor ağabeyim. Ne yalan söyleyeyim. Karışık bir durum. Bu
konuya biraz daha fazla eğilmem lazım. Başucundaki kalın kitapların içine
çifteleyerek dalmam şart.
Karışık dedim ya; ablama göre hiç değil bu işler. Karmakarışık işler onu
fena kırıyor. O bize göre daha sade ve basit bir hayatı tercih ediyor. Kolay
bir hayat için yapmayacağı şey yok.
“Nooooooo!!!!” Ben böyle düşünmüyorum.
Şimdi durup dururken çikolata soslu, tereyağı kokusunda kaymaklı, ağaç
tepelerinden her tarafımı çizdirerek, yaralayarak topladığım vişneleri andıran
tatta vişne meyveli, ekşimtırak limon lezzetinde ve muz, fıstık, badem gibi
daha birçok farklı tat duyusuna sahip dondurmamı niye kimseyle takas edeyim ki!
Yok, değiş-tokuş yapmam. ASLA!
Hayır, bu bir şakaydı tabi. Ben gerçek hayatta değiştirmek gibi basit bir
düşünceyle yetinmem, karşılıksız verirdim. Ama işte karmaşık bir hayatın kuralı
bu değil mi? Biz yanıltıcı olmayı severiz...
Hayat sürprizlere açık olmalı. Çıtır-çıtır, gevrek, tatlı, güzel kokulu,
rengarenk, sürprizlerle dolu!!!
Hımm; bazen iyice düşündükçe ablama hak vermiyor da değilim. Evet, ben
onun sade hayatını da çok seviyorum. Bırakalım o ve onun gibiler de hayatı rahat
yaşasınlar. Biz yine onların yanında olalım. İnişler çıkışlar karşısında
bunaldıkları, acı kendilerine zarar vermeye başladıkları zaman karmakarışık bir
düzenden gelen ellerimizi onlara uzatalım. Tatlı bir sürpriz olsun onlar için.
Dostluk ticaret edilecek bir şey değil ki!
Bırakalım bizim dondurmaların da lezzetini tatsınlar.
Alçak gönüllülük karşısına dikilen tüm çalkantılar ile allak bullak
olmaktan kurtarabiliriz onları. Duyguların ayak bağı olma durumu, endişe,
alâka, suçluluk duygusu vesaire yaşam tarzlarını darmadağın edebilir. Bu tür
işe yaramaz, faydasız, önemsiz gibi görünen şeylerden kurtulmak mutlu olmak
için zorunlu. Kurtulmak gerekiyor.
Tıpkı “Dandi” meselesi gibi. Gazetelerde bir ‘Dandi’dir gidiyor. Halk Senato’sunda Senato üyelerinden Uğur Alacakaptan’ın
konuşmasını büyük bir dikkatle dinlemiş eski cumhurbaşkanı Cevdet Sunay. Bir
ara burnunun ucunu iki parmağının arasına alarak, flüt çalacakmış gibi yapmış.
Kürsüye çıkan Uğur Alacakaptan Milliyetçi
Cephe topluluğunu topa tutmaya başlamış, Gaziantep’te öldürülen işçinin,
orada yaratılan faşizmin hesabını sormaya kalkışmış. Ama MC’nin ‘Dandi’ tarzı sulandırmaları bu
hesabın sorulmasını önleyememiş.
Ölümler... cinayetler... katliamlar...
Büyük bir şairin dediği gibi: “Kapıları
çalan benim / Kapıları birer birer / Gözünüze görünemem / Göze görünmez ölüler”
Son üç yılda gittikçe artan olaylar. Sokaklarda pusu, tuzak ve cesetler. Peki,
kim durduracak bu ölümleri? Kim durduracak bu karışıklıkları?
Meğer hayatımız hiç de sade değilmiş; dondurma kıvamında karmakarışık,
buzken eriyor, renkler soluyor, her yer her şey yapış yapış oluyor, sonra
yeniden tenekelerde bayram!!!
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 30.01.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Hayaller Bitmesin”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Hep Merak Etmişimdir”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]