AĞAÇ KABUĞU
Bizim aşağı mahallenin en gizemli adamıdır. Kimse onu ne tartar ne de
kendisine sarkar. Kendi halinde başka bir gezegenin insanın gibi davranması
bende bir merak konusu olmuştur.
Herhalde çocukluk, öğrencilik, askerlik süresinin haricinde dışarıda
kendisini pek görememiştir. Çalışmalarını hep evden yürütmüştür. Evi işyeri,
işyeri evi olduğunu söylerler. Devekuşu tabiri ona addedilmiş en bariz
kaftandır. Son bir yılda ise hafta sonları hariç onu dışarıda görene aşk olsun.
Zaman gelir hiç görünmez olursa, insanlar merak eder. Hasta oldu sanırlar
evine ambulans gönderirler, hatta sıcak tavuk çorbası yapıp taşıyanlar bile
görülür. Öldü sanırlar evine cenaze arabası gönderirler. O ise herkesi
şaşırtır. Her defasında daha sağlıklı görünür kapısında.
Günlerce kapalı tuttuğu kalın kadife perdeleri uğraşısı için önemli
olduğunu beyan eder. Bu da ona duyulan şüpheli ilgiyi, açılması gerektiği
düşünülen esrarengiz perdeyi daha da artırır. O ise normal hayatına devam
ediyormuş gibi davranır.
Bakkalın çırağı ayağına kadar gider. Kasap evine gider. Zerzevatçı ile
sütçü de öyle. Kalaycı, tatlıcı, hurdacı ile hiç işi olmaz. Mahallenin esnafı
ile arasında hem bir mesafe vardır hem de yakınlık. Kunduracı ile şarap
arkadaşlığı olduğunu iddia edenler bile olmuştur. Terzi ile akrabalığı olduğunu
ileri sürenler de. Elektriğin, terkosun, odun, kömürün lafını bile etmeye
gelmez.
Benim merak ettiğim berber Cevat amca ne yapıyordur acaba, o da evinin
ziyaretçilerinden midir?
Herkesin inandığına göre tüm mahalleli esnaf onun ayağındadır. Başka da
ne geleni vardır ne de gideni. Kapısını çalan değişik bir yüze rastlamak
neredeyse imkânsızdır. Bir oğlu buralardan kaçıp gideli, diğer oğlu bir gece
pusuya düşürülüp öldürüleli beri iyice eve kapandığını söylerler.
Bense bunu hep ‘uğraşı’ diye kendini avuttuğu eyleme yorarım. Onu bazen bir ressam, bazen bir
yazar, bazen de bir müzisyen olarak tahayyül ederim. (Bunda okuduğum esrarengiz konuları işleyen öykülerin, romanların etkisi
olabilir.)
Belki de kendisine en yakın, en sevimli dostları ara sıra ciğerle beslediğini
söyledikleri mahallenin acar kedileridir.
Herkesten yirmi dört saat ileri ya da geri yaşamak nasıl bir şey kim
bilir? Ama mahallenin en gizli yaşayan adamı sanki gün ışırken yatağına
kıvrılıyor, kararırken ayaklanıyor olmalı. Elinde fırçası, kalemi, daktilosu,
pergeli, gönyesi, cetveli, sazı, kemanı, tüfeği (!)...
Saygı duymak lazım.
Yalnızlık herkesin becerebileceği bir şey değil. İnsan ışık zamanını
devredeceği güne kadar korkusuzca böyle nasıl yaşayabilir tam bir muamma.
Daha da ileri gideyim. Sanıyorum bu sayın muhterem kendisine muhteşem bir
krallık kurmuş. Bana öyle geliyor. Kral gibi yaşıyor kendi sarayında. Belki
derdi tasası çok ama dert de onun derman da. Kimi kimsesi olmadığından karışanı
yok. Muhtemelen kendi gönlünün sesini dinliyor. Kendi başına buyruk bir hayat
tarzı. Darısı bu dünyadan sıkılanların başına!
Deneyin, kardeşim, deneyin. Ama birileri size taç, taht, hazine verecek
diye beklemeyin. En önemli hazine kendi şahsiyetinizdir. Veliahdınıza bırakacak
ufacık tefecik bir ‘dünyalığınız’ bile yoktur. Yeter ki elinizde hayatınızı sürdürebileceğiniz bir
meslek, bir yetenek olsun ve eliniz dar görmesin. İşte o kadar.
Ben konu ile pek bağlantılı değil ama kocasının eline bakan ev
kadınlarına pek üzülürüm, pek acırım. Annemle bunu açık açık tartıştığım için
onun arkasından konuşuyormuş gibi yazmıyorum. Fikirlerime bazen katılır bazen
katılmaz. Ama eminim bu konuda bana sesli katılmasa da içinden mutlaka benim
haklı olduğuma kanaat getiriyordur. Kim bilir belki de böyle ‘düşünceli’ bir oğlu olduğu için gurur
duyuyordur.
Daha sert bir deyişle, kadının ev-koca hapsinden kurtulması, kendi
mesleğine sahip olup çalışması ona muhteşem bir hürriyet getirmeyecekse ne
getirecektir ki!
On bir yaşımdan beri saçma sapan geleneklere karşı çıkıyorum. İnsanların
amiyane tabirle kandırıldıklarını düşünüyorum.
İşte belki şu bizim adamın hayatı da böyle bir karabasandan kurtuluş
hikâyesi olamaz mı? Karısı derken çocuklarını filan kaybetmesi öyle hafife
alınacak meseleler değil.
Bazen ben de babamın kulaklarını çınlatıyor olabilirim. Ondan umduğumu
bulamadığım zamanlar yani. Olabilir. Ama bunun için kendisine kırılmam.
Bildiğim bir şey var. Daha doğrusu kalbimle inandığım. Doğa, çocuklardan
babalarını seçme olanağını esirgemiştir. Yani ne istediğimiz yerde, ne de
istediğimiz bir hayat içerisinde dünyaya geliyoruz. Doğanın kanunu böyle
işliyor. İstesek de istemesek de. Gerisi yalan. İş katlanmaya ve hayatı
düzenlemeye geliyor. Hele şu içinde yaşadığımız toplumsal düzen her babanın dilediğince
kazanmasına elverişli değil. Ama hiç değil. Hele babanın işi bir hastane
şoförlüğü ise, hele benim babam gibi gençliğinden beri az kazançlı şoförlük
aşkından başka bir şeyi bilmiyorsa, vay çocukların başına!! Leyleğin bacadan
aşağı salladığı yavru gibi aç ve açıkta kalabilir. (Tabi
burada bir benzetme yapıyorum. Aç ve açlık ucu açık bir yetersizlik zinciri
anlamında.)
Bizim gibi orta halli veya daha düşük gelirli, hatta yoksul ailelerin
çocukları için gündelik yaşam da, ömürlük yaşam da işte bu tatsız
olasılıklarla, koşullarla başlar. Babaların ve annelerin savaşı andıran
direnişleriyle sürer durur. Çoğu kez engeller çığ gibi yükselir. Aileler bu
ağır top tüfek karşısında yenik düşerler. Kurtulmak için ise boyuna
kendilerinden taviz vermeye başlarlar.
Babalar daha çok çalışmak, belki iki, üç iş yapmak zorunda kalırlar.
İsyan alt üst dişler arasında gider gelir.
Belki bizim gizemli adamımızın isyanı da böyle bir hikâyenin eseridir.
Ökseye tutulmuş bir kuşun hürriyete kavuşmasıdır.
Bazıları ağustos böceklerini, arıları, karıncaları çok sever. Bense en
çok kuşları...
Seref Sayman
Mecidiyeköy, İstanbul, 06.02.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Dondurma”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Bir Nefes Dünya”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]