Ağaç Ev: "Bir Nefes Dünya"

BİÇİM & ÖZ

Öykülere bayılırım. Okumaktan hiç sıkılmam. Okudukça çok farklı dünyaların içinde yolculuk ettiğimi duyumsarım.

Öykülerde gözüme çarpan ilk özellik yazarının gerçekliği kavrayışı ve anlatımındaki yalınlığı. Ama bu yalınlığın sadece kurduğu cümle yapılarından, süssüz, mütevazı bir anlatımdan geldiğini sanmıyorum. Aksine kimi zaman hayâl dünyasının eşiğinde kısa tanımlamalarla karakterlerin gerçeklikle örtüşmesi de sağlanıyor. Bir bakıyorsunuz kendinizi o hayali dünyada buluyorsunuz ve kendinizi öykünün karakteri ile aynılaştırıyorsunuz. Çok geçmeden o karakter siz oluyorsunuz.

Yeni Adımlar dergisinde okuduğum Aysel Özakın’ın “Küçük Şehrin Soğuk Geceleri” bende böyle bir sempati yarattı. Gerçi Kemalettin Tuğcu’nun bütün karakterlerine öykündüğüm zamanları unutmadım. Ne de Çelik Bilek, Tommiks, Zagor, Kaptan Swing, Tom Braks gibi şahsiyetleri unutmam mümkün. Okuduğum her bölüm bizim bahçenin uygulama alanında bir laboratuvar gibiydi.

Küçük Şehrin Soğuk Geceleri”nde çocuklar, bizim bahçenin incir ağaçlarının tepelerinde kümelendiğimize benzer, ‘sokakları lastik toplar gibi savrulan gülüşleriyle’ doldururlar. Fabrikadan eve dönen erkeklerin ‘yoksullukları kabuk bağlamış gizli bir yara’ gibidir. ‘Şehrin kalbi olmaya başlayan’ fabrikanın uzun bacası ‘göğe saplanan bir hançer gibi uzayıp’ gitmektedir. ‘Geceyi dinamitler gibi duman’ püskürtür.

Yazarın bir de geçen yıl çıkan “Sessiz Bir Dayanışma” adlı öykü kitabı var. Aynı adı taşıyan öyküsünde kızını evlatlık olarak veren bakanın yüzü ‘kısık bir lambayı’ andırır. Anne ‘başörtüsünün uçlarını ağzına kapatarak’ ağlar. “Kazaya Uğrayan Mutluluk”ta bir çocuğu çiğnedikten sonra ‘kasketli, yemenili, esmer bir kalabalığın asfalta döküldüğünü’ görünce kurtuluşu oradan geçmekte olan yolcu otobüsüne sığınmakta bulan erkekle kadının koltukların arasındaki ‘iri gövdeleri birden içeri rastgele doldurulmuş çuvalları’ andırır.

Dile getirmeye çalıştığım şey öykücünün anlatımında içerik (öz) ile kalıp (biçim) birbirine tutkalla yapışmıştır.

Ağabeyimin başucundan ayırmadığı Orhan Hançerlioğlu’nun kalın ciltli “Felsefe Sözlüğü” kitabında öz ile biçim şöyle tanımlanıyor:

ÖZ: Bir nesneyi neyse o yapan gereçlerin tümü... Öz deyimi, iç anlamını dile getiren eski bir Türkçe sözcüktür. Antikçağ filozoflarından Platon’a göre bütün varlıkların özleri idealar’dır (yani evrensel gerçeklik); Aristoteles’e göre ise bu deyim onun metafiziğinde ve mantığında farklı olarak kullanılmıştır. İlkinde öz, töz’le anlamdaştır. İkincisinde ise öz, somut varlıktır... Fransız düşünürü Descartes’la Dekartçı Spinoza’ya göre öz, varlığın kendisi değil, belirleyicisidir ve bu bakımdan varlığın kendisi olan töz’den varlık olmamasıyla ayrılır. Descartes’a göre üç türlü töz vardır: tanrı, ruh ve özdek... Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şeydir ve asla bilinemez... Bir başka Alman düşünürü, Hegel’e göre öz, devim ve değişmedir. Özün değişmez olduğu yolundaki metafizik anlayışı yıkmış olmasına rağmen, Hegel, şeylerin özü’nün bütün varlıkları meydana getiren bir düşünsel gerçek olduğunu söylemiştir... Fransız varoluşçusu Sartre’a göre öz, varlaşmayla meydana gelir ve varoluştan önce yoktur. İnsan, kendini ne yapar ve nasıl yaparsa odur... Diyalektik felsefede ise öz, her nesnenin, dış yanını dile getiren biçim ya da görünüş karşılığı olarak, iç yanını dile getirir.

BİÇİM: Sınırlanmakla belirlenmiş madde veya uzay. Antikçağ felsefesinde çok farklı anlamlarda kullanılsa da temelindeki anlayış şudur: Biçim, maddenin gerçekleşmesidir, gerçek olmayanın gerçek hâline geçmesidir. Platon’a göre biçim gerçeğin ta kendisidir. Aristoteles’e göre de biçim gerçekleştirir. Antikçağ Yunan felsefesinde biçim kavramı, hep bir gerçeklik ve yetkinlik anlamını taşımıştır... Ortaçağ’da Tanrı salt biçimdir, madde ancak biçimle gerçeklik kazanır... Alman düşünürü Kant’a göre biçim, duyu verilerini düzene sokan öğeler olarak duyarlıkta mekân ve zaman ve usta ulamlar’dır... Diyalektik materyalist mantıkta ise biçim, içeriğin (öz’ün) yapısıdır...

Bu derin felsefeden çıkardığım noktaya gelirsek...

Biçim ve içerik (yani öz) birbirine koparılmazcasına bağlıdırlar ve ancak birlikte var olabilirler. Biçimsiz öz olmayacağı gibi, özsüz biçim de olmayacaktır. Ne var ki, şunu belirtmek faydalı: bu bağımlılıkta içerik (öz) temel, biçim ikincildir. Çünkü belirleyici olan özdür, özün çelişkileri onu geliştirirler, gelişen öz de yeni değişimlerine göre biçimini etkiler ve değiştirir. Biçim, öz tarafından meydana getirilmekle beraber yaratıcısıyla karşılıklı etki ilişkisi içinde bulunur, bu etkisiyle özün gelişmesini hızlandırır ya da engeller.

Bir tümceyle sonlandırayım... Biçim ve içerik varlığın birbirine sımsıkı bağlı bulunan iki yanıdır.

Ya edebiyattaki ilişki nedir?

Bir edebiyat dergisinde okuduklarımı kısaca özetleyecek olursam:

Biçim bir edebiyat eserinin dış yapısı yani görünüşü, anlatımla ilgili öğelerinin tamamıdır. Mesela şiirlerde nazım biçimleri, kafiye, ölçü, ses, üslûp,  eserin uzunluk ve kısalığı, kelimelerin örgüsü vb. özellikler, bir edebiyat eserinin biçimini oluşturan öğelerdir. Diğer bir deyişle, edebiyat eseri “Neyi nasıl söylüyor”a verilen yanıtların toplamıdır. Romanda da böyle, öykülerde de böyle. Giydirilmiş elbise, iskelet ve ruh bütünlüğü içinde bir edebiyat eserini içeriye olduğu kadar dışarıya da korur, onu dağınıklıktan, şekilsizlikten ve kompozisyon olamamaktan kurtarır.

Bunlardan biri (biçim veya özden biri) zayıf veya kusurlu olursa eserin güzelliği bozulur, değeri azalır. Biçim, belki de daha fazla şiirin önem verdiği bir unsurdur diye düşünebilir. Ama öyle değil. Tüm edebiyat eserleri, biçimsel özellikleri dikkate alınarak sınıflandırılır. Sözcüklerle bu kadar içli dışlı olduktan sonra hangi hissin belirsiz söylenmesi, hangi fikrin kuvvetle ifade edilmesi, hangi hayalin kırık dökük anlatılması gerektiğini sezmek ve ona arzuladığı biçimi lütfetmek biraz dikkate, biraz çalışmaya bağlıdır. Özü sanat yapan, biçimle olan ilişkisinin ona verdiği güzel duyu boyutudur. Yani olayın kendisinde olmayan, ona biçimle gelen bir üçüncü boyut. Şekli olmayan hiçbir şeyde estetik bir içerik düşünülemez.

Ben de şu yumuşak başlı, sessiz defterime sanki tekil veya çoğul şahıslarla, yani kimi zaman kendime, sana, ona, bize, size, onlara gibi şahıs zamirlerine seslenerek, mürekkeple aktardığım “Ağaç Ev” kompozisyonlarımı biçimle içerik arasındaki fonksiyonu es geçmeden yazmayı deniyorum. Bu kompozisyonların sırrının ise gerçekliğe, dolayısıyla karakterlerime bakış açımda yattığını itiraf edebilirim. Evet, olaylar zinciri de önemlidir ama temel olan kişilerdir. Anlatmaya çalıştığım insanları somut (duyularımıza algılayabildiğimiz) hayat koşulları içinde ele alıyorum. Onları toplumsal konumlarına, yer aldıkları sosyal kategorilere ve sürdürdükleri yaşam tarzlarına bağlı olarak bir ilişkiler bütünü içinde bir şarkı besteler gibi yazıya döküyorum.

Okudukça ve yazdıkça gelişeceğini ümit ediyorum.

Nihayetinde anlattığım bizim buranın insanlarıdır. Birisi evlenmek üzereyken sevgilisinden aldığı son hüzünlü veda mektubu bireysel olmaktan çıkmış toplumsal bir örgüye dönüşmüşse bunun kompozisyona konu olmasının önemi vardır. Evlendiklerinin ilk haftasında balayını bile doğru dürüst yaşamadan kocası tarafından bir cinayete kurban giden kızın hikâyesi filmlerde gördüğümüz kanlı mekânın kendisinden daha önemlidir ve yazılmalıdır. Bir babanın izinli bir gününde uzaklardan işittiği siren sesi irkilmesine sebep oluyorsa, ambulansın arkasında can vermekte olanın son sıcak soluğunu yüzünde duyar gibi olmasına neden oluyorsa bu da yazılmalıdır. Kâh yukarı mahallenin, kâh okul yolu üzerinde rastladığımız barakalarda oturan insanları anlatmak isterken küçük bir ayrıntıyla, Aysel Özakın’ın bir gecekondu mahallesini anlatırken ifade ettiği gibi, “bu kızlar çantalarında çoğu kez tütün kokusunu bastıracak esanslar taşırdı” benzetmesini biraz daha ötelere taşıyarak mutlaka yazılmalıdır.

Ağaç Ev” kompozisyonları bunun için yazılıyor. Hem sonra “Ağaç Ev”e misafir olan kişiler yerinde duran, basmakalıp insanlar değil. Hayatın içindeler. Gerçekler. Hayattan koparılmadıkları için, hayatın akışına bağlı olarak değişiyor, sarsıcı davranışlarıyla var oluyorlar. Hem hayal ürünüdürler hem de gerçektirler. Hayal ürünü olmaları kompozisyonlarımda belirgin olan işlemeli içeriğin yazı sanatının biçimine yansıtılmasından. Gerçeklikleri ise hayatın ta kendisinden. Özlemleri, aşkları, tutkuları, mutlulukları, acıları, münakaşaları, öfkeleri, direnişleri, mücadeleleri, duyarlıklarıyla ait oldukları toplumsal bünyenin mührü gibidir.

Türkiye’miz baştan aşağı kana bulanmaktadır. İstanbul’un sokakları, kanlı çetelerin saldırı alanları olmuş, yurtseverlerin can güvenliği ortadan kaldırılmıştır. Sokakların her köşesinde Hemingway’in ‘tehlike çanları’ çalıyor adeta. Her gün, her gün,  bir başka ölüm haberini daha okumaktan, akşam televizyon haberlerinde izlemekten ailecek hepimize gına geldi. Boğazımıza bir yumru oturuyor. Islak gözlerimize mendil yetişmiyor. Ertesi gün, daha ertesi gün sokaklarımızda kabadayıca dolaşan infaz çeteleri, bu cinayet şebekeleri kaldırımlarımızı yine kana bulayabilirler.

Çocukluğumun ilk yıllarındaki sakin yolculukları özledim.

Böylesine keşmekeş bir ortamda, bir nefes dünyaya ihtiyaçtan, farklı bir konuya değinme ihtiyacı duydum.

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 13.02.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Hep Merak Etmişimdir”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Biri Bana Fısıldasın” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]