FİSKOS FİSKOS
Mahallemizin biricik okulu Kozyatağı
İlkokulu’nda dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçtiğim yazdı. Sıkıntılı
geçen bir dönemin ardından kafamda taşıdığım sıkıntılarla Mecidiyeköy’de yaz tatilini yanında kalmak için babaanneme gittiğim
zamandı. Onu ilk o zaman görmüş, ellerine dokunmuş, yeşil gözlerinden öpmüştüm.
Benden bir yaş büyüktü. Ama birlikteyken hiç ablalık taslamamıştı. Ve ikimiz de
biliyorduk ki o yaz içimizde bir mangal ateşi gibi yanan ateşin sıcaklığı bizi
sarmış iki mükemmel arkadaş olmanın ötesine geçmiştik. On birlik bir
delikanlıydım o yaz.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra bile Tülay’ı unutamadığımı görüyor, o
uzun tatil gibi bir tatilin olma ihtimalinin uzaklığında babaannemize ara ara
yaptığımız ziyaretlerde ve tabi bayram günlerinde çaldığım ilk kapının onun
oturduğu ev olmasının önemli bir mana taşıdığını ona hissettiriyordum. Fakat yalnız
ikimiz büyümüyorduk aramızdaki mesafe de gittikçe büyük gelmeye başlıyordu
bize.
Sabahları kendisini karşıki apartmandan çıkıp bizim apartmana doğru
yürüdüğünü pencere arkasından gördüğümde kendisiyle bahçede buluşmak için iki
katın merdivenlerini nasıl indiğimi bile hatırlamazdım. Bazen Mecidiyeköy parkına el ele tutuşarak
gider, ona vermek için kır çiçekleri toplar, babaannemin elime tutuşturduğu
meyveleri paylaşır, salıncaklara ve tahterevalliye binerdik. Ama bir
ayrıcalıkla, onun oturacağı yeri cebimden çıkardığım beyaz mendilimle şöyle
iyice temizleyerek. Bu onun çok hoşuna gider yanağıma bir öpücük kondururdu.
Artık bu öpücüğü hak etmek için mi, yanağımda biriken dudak izlerinin sayısını
arttırmak için mi, bu fiilimin ardı arkası kesilmezdi.
Tam tepeye yükselmek için bizim eve dönmemizi beklerdi güneş. Tıpkı
batmak için yine evlerimize dağılmamızı beklediği gibi. Kalem uçlarındaki
kuklaların perdeye yansıyan gölgeleri gibi yüzümüzde dalgalanırdı o akşamüstü
vedaları. Yaz sıcağına gönül ferahlatan bir serinlik çökerdi. Koca tatil
boyunca ne zaman bir değişiklik istesem karşımda onu bulurdum. Adımları, boyu, lüle
saçları, yeşil gözlerinin güzelliği öylesine farklılaşırdı. İstesem de
kaçıramazdım onu gözden.
Merak ediyorum... Neden??
Niçin çevremde çok fazla nefret, daha az aşk var? Niçin çevremde biraz
tebessüm etmek varken ağlamak için daha fazla sebep var? Niçin onca neşe
karşısında bunca acı var? Niçin birbirimizi bu kadar çok itekliyoruz da
birbirimize daha az sarılıyoruz? Niçin açgözlülüğe ödül verip damlacıklar kadar
cömert olabiliyoruz? Niçin etrafımız görülmeye değer güzel düşlerden daha fazla
canı çıkmış ümitlerle sarılı? Niçin umutlu bir yarının alevi yerine gürültülü
patırtılı bir geçmişin yükünü taşıyoruz? Niçin yaşama bağlanmak yerine ölüm
korkusu ile yaşıyoruz? Niçin yaşadığımız her an’dan bir anlam çıkarmak varken
başımızda gani meşguliyet çanları çalıyoruz? Niçin bazı şeylerden çok kolay
bıkıp usanıyoruz da onlar hakkında mutlu ve umutlu olamıyoruz? Niçin ihtiyaç
duymak yerine sürekli istiyoruz? Niçin umutlu biri olmak yerine umutsuz bir
olmayı tercih ediyoruz? Niçin kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenmiyoruz
da sırtımızı hep birilerine yaslama ihtiyacı duyuyoruz? Niçin yaşarken yaşamayı
bilmiyoruz da daha henüz ölmemişken ölmüş gibi hareket etmeyi yeğliyoruz?
Bu kez sömestr tatilinde Mecidiyeköy’e,
babaannem ile vakit geçirmeye karar vermiştim. İyi ki de böyle düşünmüş, böyle
yapmıştım. Gidip de Kervan Geçmez
sokağın karşıki apartmanını yoklamak, o dev meşe kapıyı çalıp da karşımda her
an aynı endamıyla duracak çocukluk aşkımı görmeden dönmek olur mu?
Kar taneleri için Berrin ablamın yatağının başucundaki küçük kitaplıkta
sıra sıra dizili bir şekilde muhafaza ettiği Kerime Nadir’in aşk romanlarına ve cep-fotoromanlarına ihtiyacım
vardı. Bir de bir günde yuttuğum, sayfaları çevirmekten bir hayli yıpranmış, Miguel de Cervantes’in “Küçük Çingene Kız”. Kim bilir kaç kişi, kaç
kez okumak ihtiyacı duymuştu bu yapıtı. Kaç kişinin elinden geçmişti?
Okuduğum satırlar arasında Gitanilla’ya
âşık olan Don Juan de Cárcamo oluyor,
Tülay gözlerimin önünden hiç kaybolmuyordu. Gerçi Tülay çingene değildi ama
olsun Gitanilla’ya çok benziyordu.
Bir de Berrin ablayla Işık Sineması’nda izlediğimiz bir Brigitte Bardot filmi vardı ki işte o an
yanımda Tülay’ın da olmasını çok isterdim.
Şubat’a ve sömestre tatilime kan katan kar taneleri için Fareli Köyün değil de Mecidiyeköy’ün kavalcısıydım sanki. Tülay’la birlikte olmak için yaratılmıştım. Buluşmamız
yine muhteşem oldu. Eski günlerin hatırasına kar ayaklarımızın altında garç
gurç sesleri çıkartarak Şişli’ye birlikte yürüdük, Ermeni mezarlığının soğuk
yüksek duvarlarının önünden geçerken ağaç tepelerinde birikmiş kar tanelerinin
başımızın üzerine düşmesine izin verdik, ıslık çalan rüzgârın altında Büyükdere Caddesi’ni yüreğimizin içine
alarak saatlerce salınarak yan yana yürüdük, durmaksızın, yorulmaksızın konuştuk.
O gün ve on dört gün boyunca kâh sokakta, kâh babaannemin yaptığı nefis
çörekleri yemek, bardak bardak demli çay içmek için evdeydik. Bazen içeride büyük
odada, bazen Berrin ablanın izniyle onun odasından dışarıyı saltanatlı gören
balkondaydık. Ona kitaplar okudum, o ise bana şarkılar söyledi. Sesi cıvıl
cıvıl hayat doluydu. İlk kez birlikte tavla oynadık. Daha doğrusu o bana
öğretti. Bense hep ona yenilmeyi tercih ettim. Her yenildiğimde yüzü gülüyor,
yeşil gözleri parlıyor ve tıpkı yıllar önce bir ‘mendil
temizlik’ karşılığı yanağımdan
öptüğü gibi yanağıma buseler konduruyordu. Balkona gelen serçeleri beslerken
duyduğumuz hep o aynı sezgi. Serçelerle birlikte ağaçlara tünemek ve cıvıl
cıvıl koro halinde ötüşmek. Yüzümüzde o Bridgette
Bardotvari mutluluk ifadesi.
Ah bir de yaz olsaydı, onu Kazasker’e
davet etseydim. Gelir miydi acaba? O gelirdi de ailesi izin verir miydi? Niçin
olmasın, arada babaannemin kırk yıllık hatırı olduktan sonra... Ona
bahçemizdeki kelebekleri, kuşları göstersem... Suadiye’ye, Çatalçeşme’ye
gidip denize çakıl taşı atsak, balıkları seyretsek. Yaz mevsiminde gerçekten
görülmeye değer harika bir manzara. Yaşam dolu. Gelir miydi acaba?
Gelse dünyalar benim olur. Çok sevinirim. Üstelik ona ağabeyimin pul
koleksiyonunu gösterir, bana devrettiği “Seksek” dergilerini önüne sererdim. Bahçede çam ağaçları arasına kuracağımız
salıncağa birlikte oturur, çeşit çeşit kitap okurduk. Macera, polisiye ve elbet
aşk romanları.
Havadaki kar tanelerini seyrederken bu düşüncelere dalıyor, hayır,
kendime saklamıyor, ona da bahsediyor, onun gülmesini izliyor, hayallerimiz
arasında mekik dokurken Yaşar Kemal, Dickens, Hüseyin Rahmi, Poe, Reşat Nuri, Jane Austen, Yakup Kadri,
Hemingway gibi yazarlardan ve
edebiyat dünyasının öteki büyüklerinden söz ediyorduk. Arada benim
bilmediklerimle, onun bilmedikleri çıkıyor engin listemize katkıda
bulunuyorduk.
Babaannem bendeki bu kitap tutkusunu daha dokuz yaşımdayken görmüş ve
bana “Tarkan” dergilerini hediye etmişti. Ama ben sık sık onun yanında kalayım ve Mecidiyeköy’e
geldikçe burada okuyayım diye o dergileri Erenköy’e götürmemi yasaklamıştı.
İşte o günler gibi kısa sürdü bu sömestr. Kar taneleriyle geldi ve yeşil
gözlü Tülay’lı esintiler arasında geldi geçti. Ayrılırken ikimiz de biliyorduk.
Aramızdaki bu muazzam aşk hem kocamandı hem de küçük. Hem ulaşılabilirdi hem de
ulaşılamaz. Masal gibi bir vardı bir yoktu.
Aslında yitip giden bir sevda değildi bizimkisi. Acı veren yanı da
bitmediği içindi. Doyamadan yaşadığımız bir sevgiydi. Izdırap vericiydi. Keşke
değiştirebilseydik hayatlarımızı. Ama ne çok keşke dersek o kadar canımızı
acıtıyorduk. Bunun farkındaydık. Ve biliyorduk ki bir gün ağzımızdan “keşke” kelimesi çıkmadığında o
aşk orada bitmiş olacaktı. Ve yine biliyorduk ki keşkeler bitse, o aşk bitse
bile unutmak kolay olmayacaktı. Aşk bitmeyecekti yani.
Her arzuladığına istediğin anda maalesef ulaşamazsın, içinde hissedersin
ama ulaşamazsın. Köküne kadar yaşayamadığın, anlatmak isteyip de kimselere
anlatamadığın, aile boyu oturulan bir akşam yemeği sofrasından doymadan
kalktığın gibi hissettiğin bir ıstıraptır bu.
Bu rüya çabuk geçti. Gerçek hayata döndük yine. İhtiyar Delikanlı gibi hissediyorum kendimi. Barnaby
Jones kadar olmasam bile “keşkeler”imi film makarasına sarıyorum. En inciticisi de bu!
Bir avda hissediyor ve kendimi arıyorum. Rüzgâr gibi gelip geçmiş
çocukluk yıllarımın hatıra sokaklarında dolaşıyorum. Bu kalp yarasını
dindirecek bir ilaç yok. Ayrılığın o son gününde duyulan yürek sızısı ve mideye
yapışan krampları sedyeyle kaldırmanın acısı. Kırık bir zamana değer vermeyen
billur parçacıklar gibi ortalığa saçılmış kurşunlar ve yetişkinlik ormanında
ergenliğe doğru bir arayış. Keşke hızla geçse diyesim geliyor ama ne gerek var,
acelem yok ki. Parlak bir geleceği görebiliyorum. Hayal ettiğinden daha
fazlasını hak ettiğimi de. Karanlığı yırtan pençelerim bu av patikasında sadece
koruyucum değil. Boşa harcamıyorum nefesimi. O yıkıcı soru beynimin tam
ortasına yerleşmiş, kulaklarıma fısıldıyor: “NEDEN???”
Başım zonkluyor.
Tülay kulağıma fısıldıyor.
“Neden???”
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 20.02.1977
***…***
(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Bir Nefes Dünya”
(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Alfabetik Cümleler”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]