Ağaç Ev: "Alfabetik Cümleler"

SİVİLCELER

Aynanın karşısında yüz çehreme baktıkça halime seviniyorum. Ne ağabeyimin ne de ablamın sahip olduğu o sevimsiz yaratıklar yüzümü henüz esir almamış. Annem mutlu olduğu veya mutlulukla yetindiği durumlarda “çok şükür” diyor. Ben bu lâfa ifrit oluyorum. Hemen her şeye bir tanrısal takı eklemek bizim ailenin başat alışkanlığı. Bunda tabi vaktiyle onlar üzerinde kuvvetlice olan büyüklerin etkisini yok sayamayız.

Peki, bu kutsal hükmün bizim ailenin içinde dolaşan hayaletinden bahsedilemez mi? Gayet tabi, kendimi bildim bileli bu kısıtlayıcı geleneklerin üzerimize yıkıldığını, bir yük oluşturduğunu görüyorum. Ama galiba tarihin şahane sahnesinde ilk kez bu adetleri kabul etmeyen bireylerin varlığına şahit oluyoruz. Ağabeyim ayrı uçtan, ben ayrı uçtan, ablam aradan bir yerden hepimizde bir direniş var. Başkaldırıyoruz yani.

Ama en çok da benim isyanım sadece bizim özgürlüğümüzü esir almaya çalışan dini deyimlere değil, fiili davranışlara da sessiz kalamıyorum. Arkadaşlarım arasında da bir aykırılık çizmeye başladım ki bu çok tehlikeli!! Ama kim takar, ben neysem o!!

Sosyal Bilgiler dersinde bile bizim Atila hocanın dili sürçmedi mi? Kim bilir adam belki de gerçekten içindekini söylemek istemiştir. Şimdi onun başına bir şey gelmesin diye ümit ediyorum. Yoksa din dersine çok bağlı arkadaşlarım hemen gidip din hocalarına yumurtlayabilirler ve tecrübeli bir sosyal hocanın sonunu getirmeye çalışabilirler.

Ha, bu arada şu din dersi iyi ki de seçmeli bir ders. Yoksa ne yapardım? Bana ilk sordukları günü dün gibi hatırlıyorum. “Din dersine girecek misin?” İçimden “Asla”, dışımdan “Hayır, teşekkür ederim” demiştim kaydımı yapan şaşı gözlü matematikçi Türkan hocama. O önündeki kâğıda çarpı işaretini koyarken ve notlar alırken annemin sert çimdiğini hissetmiştim kolumda. Seçimimi değiştirmek için hocaya baskı yapmaya kalkışmış ama Türkan hocanın da benden yana koyduğu tavır sonrasında sesini yutmuş, durumu kabullenmek zorunda kamıştı annem. Bu nedenle matematik hocama hep minnet duymuş ve yıllarca onun en çalışkan öğrenceleri arasında adımı yazdırmıştım.

Dönüş yolunda annemle olan sözlü tartışmamız sokağa taşmış eve kadar sürmüştü. Üstelik akşam bir de babama şikâyet edecekti beni. Fakat onların deyimiyle “Allahtan”, ağabeyim arkamda durmuş, Türkan hocaya benzer bir tutumu benimsemiş, “gerek yok” demişti.

Başladığım günden beri getirdiğim ‘teşekkür’ ve ‘takdir’ belgeleri o ‘sinir’ hadisenin üstünü çoktan kapatmış, eğitimin daha önemli konularda yürümesi gerektiğine olan inançları kuvvetlenmişti.

Bir tabuyu yıkmıştım. Geleneklere bağlı olan ailemde bir ilkti bu!

Ama bugün geriye dönüp bakınca bense buna hiç şaşmıyorum. Tarihsel gelişim içinde kişilerin bir kaostan kurtulup düzenli yığınlar halinde yaşamaya başlamaları ile birlikte toplumsal bir sürü şeyin de değiştirilmesine başlanmıştır. Sosyal düzen, eski çağlarda dinsel kurallarla yön bulur, biçimlenirdi. Yasalarla belirlenmiş bir oluşum içinde hükümsüz ve ruhani (manevi) yaptırım gücünü içeren din ve ahlak kuralları, yerini geçerli ve somut yaptırım gücünü içeren hukuk kurallarına bırakmıştır. Bizde ise dinsel yasalar, çok uzun yıllar eski Türk ve Osmanlı toplumunda egemen olmuş ve eski klâsik adalet sisteminin genel ayrımına bağlı kalmamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra ise yeni bir sosyal düzenin kurulması çabaları köklü reformların yapılması zorunluluğunu da ortaya çıkarmıştı.

Bağnazlık karşısında her zaman bir aydınlık var... Uygar yurttaşlık bunu gerektiriyor.

Lafını ettiğim sevimsiz noktalara gelince onları yönlendiren bir hukuk yok. Çünkü basbayağı biyolojik bir olay. Sınıfımızdaki çoğu kızlar bu illete çoktan yakalandılar. Kimi erkeklerde de fazlasıyla mevcut. Erginlik çağın hastalığı dersem abartmış olmam herhalde. İnsan bünyesinin çeşitli yerlerinde, kibrit başı büyüklüğünde kabarcıklar şeklinde ortaya çıkıyorlar.

Nedenini araştırdım, babamın teorik açıklamasına göre, iyi işeyemediğimiz, iyi kaka yapamadığımız için? Şimdi bu da ne demeyelim. Babamın söylediğine göre vücut ‘küçük ve büyük abdest’ yoluyla atamadığı yabancı maddeleri deri yoluyla atmaya kalktığında oluşuyormuş bu sivilceler. Bayağı doğal bir gerekseme yani. Ama gelgelelim insanları çıldırtan bir durum. Ağabeyim ve ablamdan biliyorum. Yüzlerinde yüzsüzce beliren rahatsız edici görünümü durmadan koparıp yoluyorlar. Sıkıyorlar, patlatıyorlar. İnce bir işmiş gibi. Babamın evde toz almasına benzer bir yöntemle titizlikle yapıyorlar. Ancak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar surata yayılmış sivilceleri bir çırpıda söküp atmaları mümkün olamıyor.

Bu savaşanın bir galibi olacak ama bakalım kim?

Sonuçta mikrop bu kabarcıklar; ve sanırım tek yolu ilaçlı tedavi. Yoksa daha da yaygınlaşarak onulması güç yaralara dönüşmesi muhtemel.

Toplumda da böyle değil mi? İçinde yaşadığımız sosyal toplumda da bir sürü pislik yok mu? Biyolojik sivilceye benzer şekilde yayılmıyorlar mı?

Tarihe baktığımızda 1930’ların Almanya’sında sosyal mikropların kaynaştığını görürüz. Yeterli önlemler alınmadığı ve sağlıkla temizlenmediği sonucu binlerce, on binlerce insanın bu sosyal mikroplar tarafından telef olduğu görülür. Her bir mikrop yuvası amansız bir ölüm makinesine dönüşmüştür. Aynı şekilde İtalya, İspanya gibi birçok ülkede sosyal pislikler toplumların geleceğiyle kötü bir şekilde oynamışlardır.

Günümüz Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımda 1930’ların Almanya’sındaki sosyal sivilcelerini fazlasıyla görüyorum. Üstelik aradan kaç yıl geçmesine rağmen. Demek ki yeterli önlemler alınmadığında bu sivilceler toplum içinde hep olacaklar. Bu kez de ölüm makinesi gibi yayılıyorlar. Bu da yurdumuzun zehir saçan 2. Dünya Savaşı. İç savaş cehennemi kapımızda.

Belki de bu savaşa dur diyebilecek daha akıllı bir tıbbi tedbire ihtiyaç var.

***…***

Bana bahsettiğin şu kelebekleri, arıları, kuşları göster bana” diyerek sivilceli yüzüme gülümsemişti güzel kız. Onun kabarcıkları daha azdı ve galiba iyi bir ilaç kullanıyordu. Ben ona söz verdiğim şeyleri gösterebilir, o da bana kullandığı yöntemin reçetesini verebilirdi. Bahçe boyunca ilerleyerek kavakların atındaki dere kenarına gelmiş, kurumuş yaprakların üzerinde oturmuş, onun tatlı yüzü gibi esen rüzgârın kavakları yalayarak dalgalı saçlarımızı dalgalandırdığını hissetmiştik. El ele tutuşmuş, kollarımızı bedenlerimize dolamıştık. Şiirler okuyordum kulağına. Yüzü şekilden şekle giriyor, sıcak tebessümleri ayaklarımızın ucundaki durgun suya karışıyor su üstünde çalkantılı halkalar çıkarıyordu. “Harika!” diye fısıldamıştı, “ömrümün en güzel gününü yaşıyorum.” Bu defa yanaktan öpme sırası bendeydi. Hiç hayatımda böyle güzel biriyle kavaklar altında, dere kenarında oturmamış ve onu doyasıya öpmemiştim. Bacak kadardık ama dünyaya meydan okuyorduk. Sivilcelere meydan okuyorduk. Çok rahat davranıyorduk. Önemli olan da buydu. Güneş çatıların arkasında inişe geçtiğinde rüzgârın ıslığını da arkamıza alarak eve dönmüştük. “Kelebekler, arılar ve kuşlar. Bunu hep yapalım.” Demişti. Bense hâlâ ailesini atlatıp yanıma geldiğine şaşıyordum.

Uyandığımda yanımda değildi, gün böyle bitmişti.

Seref Sayman

Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 27.02.1977 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Ağaç Ev: “Biri Bana Fısıldasın”

(*) Sonraki Makale: Ağaç Ev: “Gizli Islık Arkadaşlığı” 

>>> [iÇERİKdİZİNİ]