TV’de ECNEBİ FİLM: “SARI KARTAL”
THE
GOLDEN HAWK [1952]
Bu diziye başlayalı sadece iki gün oldu. Kafamdaki tilki sayısı iki bini
geçti. Oturdum bugüne kadar seyrettiğim filmleri bir listeleyeyim dedim. Bir de
baktım ki liste uzadıkça uzamış. Sayısı sayfalara sığacak gibi değil.
Hatırladıklarım, hatırlayamadıklarım. Tuvalette şarkı söylerken aklıma
gelenler. Mutfakta, oturma odasında, salonda gezinirken belleğimi zorlayanlar.
Bahçede, ağaç tepesinde, loş çatı katında, bizim tulumbalı kuyu başında
anımsadıklarım. Sıkıldım ve vazgeçtim. Çünkü işin ruhu bu değil. Yapmak
istediğim bugüne kadar gördüğüm tüm filmleri artist artist anlatmak değil.
Hayır. Yapmak istediğim, bir gün önce seyrettiğim bir filmi atmosferiyle birlikte
sıcağı sıcağına aktarmak. Her ne kadar aynı filmi geçmişte görmüş olsam da.
Dün sabah TRT’nin geleneksel Pazar
Sineması’nda “Sarı Kartal” filmi vardı. Daha önce hiç seyretmemiştim. Zaten sinemalarda
göremediğim yüzlerce filmi televizyonda izleme şansına sahip olmam benim için
büyük mutluluk. Çünkü sinemaların büyük çoğunluğu eski klâsik filmleri
gösterime koymuyor. Onlar meseleye ticari baktıklarından, piyasaya yeni
sürülmüş filmlerle müşteri avındalar. En fazla birkaç yıl geriye
gidebiliyorlar. Oysa televizyon öylemi ya? Neredeyse annemin, babamın çocukluğuna
kadar gitme fırsatını yakalayabiliyorum.
Ben nedense 1950’lerde, 1960’larda çekilmiş filmleri daha çok
beğeniyorum. Özellikle 60’lar favorim. Son 6-7 yılın filmleri ise bu beğeni
listemi çoğalttıkça çoğaltıyor. Sadece Holywood’dan değil, Fransa’dan,
İtalya’dan, İngiltere’den müthiş filmler geliyor beyaz perdeye.
Gelelim düne. Hafta sonu kahvaltımızı yapmış gazetelerimize göz atmışız.
Ablam dudak büküyor. Yine ‘vurdulu kırdılı’ bir film koymuşlar. Ablamın ‘vurdulu
kırdılı’ diye tabir ettiği filmler
ya western, ya uzak doğunun dövüş filmleri ya da dün izlediğimiz tarzda korsan
filmleri. Aslında yanıldığını biraz izlemeye katlanınca fark etti ki film hiç
de onun tahmin ettiği gibi ‘cılk’ çıkmadı. Basbayağı romantizm kokuyordu. Zorlu bir maceranın içinde
korsan aşkının da nasıl olabileceği fikrine vardık sayesinde.
Ağabeyim arkadaşlarıyla buluşmak için erkenden çıkmış, annem mutfak
işlerine dalmış, babam da bahçeye inmiş. Koca Divan ablamla bana kalmış. Yani koltuk kavgası, gürültü, patırtı
yok. Kardeş kardeş “Sarı Kartal”ı izleyeceğiz. Yanı başımızda bisküvili çayımız servise hazır. Ablam
suratıma şaşkın bakıp “Kim ki o?” dese de, ben en çok Rhonda Fleming’i merak ediyorum. Bu
filmde nasıl bir oyunculuk sergileyecek diye. Kendisini geçen yıl Can Sineması’nda “Vahşi Mücadele” filminde izlemiştim.
Oyuncu arkadaşları Kirk Douglas ile Burt Lancaster olan heyecanlı bir western
filmiydi. Rhonda varlığıyla belalı
kasabaya ayrı bir renk katmıştı.
Şahsen dünkü filmde de oldukça iyiydi. Ama hangi bakımdan, burada
söylemeyeceğim. Aslında afili kabadayılar için çocuk oyuncağı sayılabilecek bir
gösteriden insan çelimsiz bir itişip kakışmayı tecrübe edebilir film boyunca.
Bizim kendi aramızdaki kovboyculuk oyunlarımızda bile daha sert olduğumuzu
belirtmem lazım.
Ablamın tabiriyle ‘vurdulu kırdılı’ bir türün en yumuşak karnından kılıç kalkan oyununa benzetsek de
romantik ıvır zıvırın bir araya gelmiş bir halini yansıtması oldukça acıklıydı.
Sterling Hayden, Kit “Sarı Kartal” Gerardo rolünde tehlikeli bir kamayı kırbaçlayarak serseri bir göz
bakışıyla centilmen bir korsan unvanına dönüşürken, Rhonda Fleming, Rouge adında ateşli dişi korsan olarak kâh
öfkesinden dolayı burnundan soluyor, kâh alevinin sönmesiyle titreyen bir dişi
kuşa çark ediyordu. Ama bana daha çok kılık değiştirmiş Kaptan Swing’in ruhsal sevgilisi sarışın Betty’si gibi geldi. John Sutton İngiliz soylusu Luis del Toro olarak babamın dedemden
kendisine miras kalan bıçkısı gibi hırıldıyor, Helena Carter Blanca rolüyle itilip kakılan hassas bir
kızı canlandırıyor, durmadan tatlı tatlı iç çekiyordu.
Ve herkes bu yiyişme ve oynaşma ortamında elinden geldiğini yapıyordu. (Ayrıcana hepsine ayrıcalıklı tebrikler...)
Korsan filmleri böyle işte. Yalnız benim aklımı çelen alışılmış bir
korsan filminde neden Rhonda Fleming, Sterling Hayden’in de önünde başroldeydi?
Dişi kuş olduğu için mi? Hayır. Bence, o da korsan olduğu için. Eğer arka
planda bir mürettebat veyahut Luis del
Toro’nun uzun vadeli alıkoyduğu kızlardan olsaydı ikinciliğe düşerdi diye
not düşüyorum elimdeki bloknotuma.
“Sarı Kartal” Sterling Hayden’in kendisinden beklenilen kadınlara olan düşkünlüğü ve
akıllıca kullandığı taciz taktikleri. Ama bir ara tufaya geliyor, ablamla benim
şaşkın bakışlarımız altında, Rouge
tarafından omzundan yaralanıyor. Rouge kim? Fransız takma adını kullanarak
Fransızlara karşı savaş veren İngiliz bir hanımefendi! (Bu çok komik!)
Kafayı taktığı kızla aşk oyunları oynamadığı zamanlarda, ünlü İspanyol
korsanı “Sarı Kartal”, düşmanı Luis del Toro’nun
emrindeki korsanlar ile savaşıyor. Kafaya koyuyor güzel alımlı kızı düşmanların
elinden kurtaracak. Başarıyor da. Ne var ki, bir süre sonra bu kızın o sularda
dolaşan en belalı korsan olduğunu anlıyor. Yine de romantik duygularına esir
oluyor ve bu kıza sevdalanıyor. “Sarı Kartal”ın amacı Karayipler’deki İngiliz istilacılara karşı bir gerilla savaşı
vererek onları yenmek ve dolayısıyla Fransızlar, büyük İspanyol limanı
Cartagena’yı kuşattıklarında, İngilizlerin İspanyollara yardım etmelerini
engellemek. Clint Eastwood, Lee Van Cliff filmlerinde ve İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan filmlerde
sıkça gördüğüm içi barut dolu bir cephaneliği havaya uçurarak bunu başarıyor.
Filmden geriye bir de esefle aldığım şu not aklıma takılıyor. Madem dişi
korsan seksi Rhonda başrolde, neden
ekranda en çok Sterling’i gördük film
boyunca? Sanırım onun da nedeni, o kadar ahu kızın arasından gerçekten havalı Rogue’u bulup çıkarmasını doyasıya
izlettirmek için olmalı. E, ne de olsa Jennifer
olmaya aday bu kız.
Son sürprizimi de ekleyip mevzuyu kapatayım. Bizim Kit, yani “Sarı Kartal” aslında Luis del Toro’nun
oğlu çıkmasın mı! Hayret del Toro, Kit’in annesini öldürdüğünü düşünmemiş
mi! Bütün garez bundanmış meğerse. Şu işe bakın ki kafada kurulanlar bir dünya
sürmüyor. Gerçek bir gün ortaya çıkıyor. Kit’in
annesi ile del Toro kısa bir
süreliğine birlikte olmuşlardır ta ki kadın oğlunu alıp kaçana kadar. Sonra bir
kazada ölüp gidiyor anne.
Zaten bu türden en az beş on film izleyince ne olduğunu, olacağını
biliyorsunuz demektir.
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 03.01.1977
***…***
(*) Önceki Makale: TV'de Ecnebi Film: “Sevimli Cadı”
(*) Sonraki Makale: Ecnebi Sinema: “Tehlikeyi Severim”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]