ECNEBİ SİNEMA: TEHLİKEYİ SEVERİM
STRANGE
SHADOWS IN AN EMPTY ROOM [1976]
İkinci filmimize daha epey zaman vardı. Tuttum ablamı Fatma Hamlet’in etkisinden kurtarmak
için Beyaz Fırın’dan kıymalı poğaça
yanında ayran içelim teklifinde bulundum. Çok sevindi. Ne zamandır uğramamıştık
dedi. Bazı cumartesileri benle Et ve
Balık Kurumu’nda kuyruğa girse ‘BF’ ile ödüllendirilecek ama o bunu bilmiyor tabi.
Beyaz Fırın’ın güzel kıymalı börek, susamlı çörek kokan havasını iyice soluyup,
karnımızı doyurduktan sonra Bahariye’ye
geri döndük. Süreyya Sineması’nda bir
kuyruk bir kuyruk. İyi ki biz biletlerimizi önceden almışız. Filmin başlamasına
on beş dakika kala içeri girdik ve fenerli ağabeyin gösterdiği yerimize
yerleştik. Fener olmasa sanki biz kendimiz bulamayacağız. Mesele zaten bahşiş.
Öyle dilenciye sadaka türünü de sevmeyen cinsten bu ağabeyler. Az verdin mi,
geri veriyorlar paranı. Bir de küfür eder gibi bakmıyorlar mı? Süreyya’ya
gelince; o Ocak Sineması’na nazaran
daha büyük, hem daha kaliteli, hem de koltukları daha rahat. En azından bahşişi
hak ediyordu bu pilliler!!
Millet içeri doluşurken, bir uğultu kapladı ortalığı. Beyaz perde gelecek
programı gösteriyor. Yakışıklı jön Jean-Paul
Belmondo ile kabarık saçlı Rosy Varte’nin
başrol oynadığı “Şehrin Üzerinde Korku” filmi. Fena filme
benzemiyor. Biri İtalyan asıllı Fransız, diğeri Ermeni asıllı Fransız. Hatta
faal bir dedikoduya göre Rosy İstanbul doğumluymuş. Uydurabilirsek bunu da
kaçırmamak lazım diyorum ablama. Gülüyor. Zaar benimle sinemaya gelmek,
birlikte film seyretmek onun da hoşuna gidiyor. Yoksa durmayan çenem mi?
Bilemedim şimdi.
Bu arada al kanı görünce benim aklım Fatma
Hamlet’in ressam sevgilisinin tuvalini kırmızı boyayla nasıl berbat ettiği o
hazin sahneye gidiyor. “Sen benim iç yüzümü çizebilir misin?” Diye başlıyordu.
Ressam arkadaşına kendi kafasından geçenlerin ne olduğunu soruyordu. Oysa
ressamın kafası Fatma Hamlet’in
kafasında değil, kadının üstüne giydiği tuhaf elbiselerde. Bilinen mi
gerçektir, görünen mi? İşte bu soruyla sanatçının kafası daha çok karışıyor? Ve
o müthiş sözü patlatıyor Fatma Hamlet:
“Her şeyin
bir dış yüzü bir de iç yüzü vardır.” Ressam tabii
anlamıyor ne dediğini. Ben de etrafıma bakıyorum. Cıvıl cıvıl kızlar erkek
arkadaşlarıyla gelmişler. Ailece gelenler de var elbet. Belki bizim gibi kardeş
kardeşe gelenler de. Gözlerim karanlıkta, sinema ışığının yansımasıyla
koltuklarda geziniyor. Hepsinin dış yüzüne bakıyorum. Göremediğimi görmeye
çalışıyorum. Fatma Hamlet’in
öğütlediği gibi ‘dıştan içeriye’ değil, ‘içten dışarıya’ bakmaya çalışıyorum. Ama insanların içini görmek kolay değil ki. Hele
koyu karanlıkta. İnsanlara bir daha bakıyorum. Yok, işin içinden çıkamıyorum.
Altı üstü herkes bir İtalyan macera filmini seyretmeye gelmiş. İç
dünyalarında kim bilir ne muzırlıklar dolaşıyor. Belki bir kısmı en az benim
kadar yaramaz fikirlere sahip olabilirler. Ama şimdi durup dururken bu resim
güzel olmamış, görünenin resmini çizmişsin diyerek bir kutu boyayı resmin
üzerine boşaltmak hangi mantığa sığar? Bence Fatma Hamlet doğru sandığı kavramları bir daha düşünsün, hatta
kendi söylediği gibi araştırsın. Görüş dengesi arıza yapacak diye korkmasın.
Madem en doğru denge, her zaman yeniden kurulan denge; şu anda bu sinemanın
içinde bulunanlar, hepimiz, İtalyan olur, yeni dengemizi kurarız.
Kafamda Fatma Hamlet’e son
perdeyi çekecekken sinemanın loş ışıkları yandı, iki dakikalık antrakt sonrası
tekrar söndü ve beklediğimiz film nihayet ekrana aksetti. Büyük bir alkış
tufanı koptu. Sanırsınız Malkoçoğlu
atıyla dıgıdık dıgıdık geliyor sevgilisi Elza’yı
Arnold’un elinden çekip kurtaracak.
Hadımköy’ün askeri sinemasında oluyor böyle alelâcayip alkışlamalar.
Süreyya’nın İtalyan seyircilerine
yakıştıramadım doğrusu. Yanımdaki amcaya sordum, neden alkışlıyorlar diye.
Meğer başrolde oynayan Stuart Whitman’ı
pek seviyorlarmış, onu görünce dayanamışlar.
Adam zaten film başlayalı daha iki dakika olmamış, üç beş zibidi banka
soyguncusunun peşine takılmış, maskeli adamları sıkıştırıp arabalarıyla
birlikte bir mağazanın içine sokmuş orada birçoğunu magnum tabancasıyla
doğramıştı.
Yalan değil, “Tehlikeyi Severim” baştan sona serüven dolu bir filmdi. “İntikam
Yemini”ndeki uyuşukluğumuz gitmiş,
yerimizde kıpır kıpırdık. Nasıl başladıysak filmin sonuna kadar öyle heyecan
içerisinde seyrettik. İtalyanlara bir kez daha hayran kaldık. Film müziğinde
keşke Dalida da olsaydı renklilik kesinlikle
daha çok artar, ilgiyi daha fazla çekerdi.
Dr. George Tracer’ı oynayan Martin Landau bana biraz gergin gibi geldi. Belki rol
icabıydı. Bilemiyorum. İnsanın böyle bir şey başına gelse neyle karşılaşacağını
bilemediğinden, telaştan olabilir pekâlâ. Adam tam gecenin bir saatinde karısıyla
dışarıya çıkacakken arkadaşı Margie
(Gayle Hunnicutt) kendisine telefon ediyor ve esrarengiz bir şekilde bayılan doktorun
gizli metresi Louise Saitta (Carole
Laure) adlı öğrenci kıza müdahele etmesi için hemen öğrenci yurduna gelmesini
istiyor. Son dakikada planlarını değiştiren Dr.
George Tracer doğru istenilen adrese koşturuyor. Orada gizli kız arkadaşının
sinirlerini yatıştıracak bir içki tedavisi uyguluyor. Genç kızın ayağa
kalkmasını sağlıyor. Herkesin şaşkın gözleri altında ‘hastanelik’ Louise Saitta birden yerinden hopluyor, zıplıyor, dans ediyor.
Meğer herkesin ilgisini çekmek için yapmamış mı? Doktor Tracer neler olduğunu anlamaya çalışa dursun, Louise birden çok kötü hissediyor, yere
düşüyor ve küt kız bizlere ömür – el fatiha! Oluyor.
Enteresan bir soygun kovalamacasıyla başlayan filme şüpheli bir de ölüm
eklenince ablam da, ben de anlıyoruz ki Süreyya’ya giriş biletimiz var, çıkış
biletimiz yok!!
Filme yüksek bir tempo hâkim. Neyin nerede başlayacağını, nerede
sonlanacağını kestiremiyoruz. Acımasız dövüş sahneleri, hayvanca dayak atmalar,
arkadaşım İbo’nun kendine has ünlü lügat ifadesiyle ‘oğlancık’ travestiler ve onların
uzak doğu sporuna yatkın halleri, aklımızı oynatan araba takipleri, kendimizi
yarış pistinde değil de hurdalık bir arazide arabaları parçalarken hissetiğimiz
anlar, filmin renkli komiser muavini Ned
Matthews’i oynayan John Saxon, tuvalet şiddetine ses çıkaramayan rahip,
bıçağın ucunda bebekler, magnuma hedef olan koca helikopter, ağzında bir puro
ile çok sevimli duran bir cüce, polisler, kovalamacalar bir film için
fazlasıyla her şeye sahip.
Esrarengiz bir şekilde ölen kızın ağabeyi Başkomiser Tony Saitta’yı oynayan Stuart Whitman, herhangi bir
durakta duracak otobüse benzemiyor. Adam maşallah önüne geleni buldozer gibi
çiğneyip geçiyor. Ve demek istediğim, kızkardeşinin katilini bulmak için her
şeyi yapıyor. John Saxon ikinci rolün takkesini giymiş, Tony Saitta’nın vazgeçilmez ortağı olarak serinkanlı bir çizgide
ilerliyor.
Ablamın bir ara kafası karıştı. Benim sürekli yaptığım şeyi yapmaya
kalkınca arkamızdaki beyefendi ile hanımefendi bir kere “şşşşş”ledi. Ablam utandı. Ben,
utanma alışığım, dedim. Kulağımı daha bir yaklaştırarak, yavaşça söyle dedim.
Meğer bir ara ipin ucunu kaçırmış, aklı dolaşmış. Gerçekten de mezesi iyi
karıştırılmış bir film. İnsanın dikkatini başka yöne çekmeye çalışan ve şüpheli
sayısını artıran sisli Agatha Christie
havası var. Kısaca cinayet olayını aydınlatmaya çalıştım ablama. Dudaklarını
büktü. İzlemeye devam...
Ama herhalde bu filmin en önemli vaka’sı araba takip kısmı. Müthiş bir
başarım. Bir kere çok fena geriliyorsunuz. Yani birileri dese bu şimdiye kadar
ki en iyi araba takibi, hiç kimseyle iddiaya girişecek kadar kafayı
sıyırmadığımı söyleyebilirim. Şüphesiz müthiş. Gerçi henüz David Carradine’ın Sylvester
Stallone ve Simone Griffeth ile
oynadığı yeni filmi “Ölüm Yarışı 2000”i izlemedik. Ama Süreyya bize bir kıyak yapacak ve bu filmi getirecek.
Dışarıda afişini gördük. Merakla bekliyoruz. Belki o filmi seyrettikten sonra
iddiaya girebilirim.
Evet, belki on, on beş dakika kadar sürüyor dudak uçuklatan sahneler.
Aradığım kaliteyi tam olarak bulamasam da yine bizim yerlilere yüz basar. Hele cici
travestilerin başkomiser Stuart Whitman ile bir dövüş sahnesi var ki ben en çok
buna güldüm. Bizim battal gazi Cüneyt
Arkın bile daha iyi dövüşüyor yahu. Şekil değiştirmiş bay(an) bir yumruk
sallıyor, yumruk değiyor mu değimiyor mu görmek için miyop gözlüklerimizi takmamız
şart, ama o yumruk sayesinde bizim başkomiser havada bir uçuyor, hooop binanın
kenarından aşağıya; elleriyle kenardan tutunmasa bilmem kaç yüz metre
yükseklikten caddenin dibini boyluyacak.
Şaka gibi.
Stuart Whitman’ı daha önce bir iki filmde izlemiştim. İkisi de John
Wayne’in başrol aldığı kovboy filmleriydi: “Yüzbaşı Apaçi” ve “Dehşet Ülkesi”. Ama ne yalan söyleyeyim Süreyyalılar kadar alkışlayacak bir totem
yıldızım değil kendisi. Aslında benim için John Wayne ne ise O da ancak o kadar
olabilir. Gönlümde ne Charles Bronson’ın,
ne Lee van Cleef’in ne de Clint Eastwood’un yerini
alabilirler.
Ancak her ne kadar kendisinden pek hoşlanmasam da veya başkomiser Tony Saitta olarak adamın yöntemini
beğenmesem de hakkını vermem lazım. Kendini işine acayip adamış polis görüntüsü
çiziyor. Tıpkı benim gibi, kafasına koyduğuna bodoslama dalıyor. Yani görevi
kim vermiş, vermemiş, önemli değil onun için. Araştırmanın hiçbir kısmından
vazgeçecek bir karakter değil. Kendi bildiğini okuyor. Biraz önce yazdığım gibi
yaptığı araştırmanın bir parçası olarak travestilerin yaşadığı apartmana
gittiğinde kimliğini ve neden ziyarete geldiğini açıklama ihtiyacı duymadan
içeri paldır küldür dalıyor. Uzak Doğu’nun efsanesi Bruce Lee’den ders aldıkları pek belli eşcinsel yurttaşlar
kendilerine saldıracak birilerine yapacakları ‘Kung Fu’ ile herkesi korkutabilirler... ama bizim Tony Saitta’yı değil... Eğer biri onu camdan atmaya kalkışsa, o da
aynısını saniyeler içerisinde yapacaktır. Ve eğer biri kızgın bir ütüyü
başkomiserin üzerine savurmaya kalksa, Tony
Saitta ütüyü ondan alıp sevimli arkadaşın kendisine bir güzel iade
edecektir. İşte tüm bu dayak seromonisinden sonra o kimliğini güzellere
gösterecek ve “niye bize kim olduğunu daha önce söylemedin?” sorusuna “maalesef şu anda sosyal ruh halinde değilim” diye özet bir yanıt
geçecektir.
Yine bir takip sırasında ama bu kez arabanın camından dışardaki şüpheli
adama soru sormak için sert bir şekilde havladığında ve adam birden kaçmaya
başladığında araba takibinin yerini ayaklı takip başlayacak ve otobanları da
atlayan uzun kovalamaca bir tuvaletin içinde son bulacaktır. Olan sadece
tuvalet kapısının menteşesine olmaz, bizim oturduğumuz koltuklarda da ani bir
hareketlenme olur. Meğer hemen önümüzde oturan iki sevgili başka türlü bir
takipteyken kapının hızla çarpan gürültüsünden yerlerinde sıçramıştır. Biz
kıkırdarız. Onlar utanmadan kaldıkları yerden takibe devam ederler. Başkomiser Tony Saitta ise adamı eşcinseller gibi
ütülemez bu kez, çirkin adamın kafasını su lavobasının içine daldırır çıkarır.
Benim aklıma annemin banyoda çamaşır yıkama seansı gelir. Zavallı çamaşırlar
gibi aciz adamın kafası karabatak gibi olur. Olur da... nasıl bizim çamaşırların
hiç bir suçu yoksa wc’de yakalanan şüpheli adamın da hiçbir suçu yoktur. Çünkü
hiçbir şeyden haberi yoktur.
Olaylar böyle giderken hoppala ayağımı dayadığım koltukta yine bir
hareketlenme olur. Bize “şşşş”leyen beyzade ile hanımzade neredesiniz? Bakın millet sesli konuşmadan
filmi arzuladığı gibi dağıtabiliyor. Diyeceğim ama ben ahlaklı bir yetişkinim.
Sesimi çıkarmıyorum. Yan gözle ablama bakıyorum. O kendini dev perdedeki filme
kaptırmış. Hemen önümüzde hareket eden ateşli filmden haberi yok. Neyse böylesi
daha iyi. Yoksa bir daha Süreyya’ya gelmez. O zaman nasıl birlikte seyrederiz “Ölüm Yarışı 2000”i...
Aman tanrım! Takibi boşa çıkan birkaç hadiseye daha tanıklık ederiz. Ama
hangi bölümde, nasıl olursa olur, başkomiser Tony Saitta bir dolabın anahtarını ele geçirir. Dolabı da bulması
uzun sürmez. Tam dolabı açacak yine bir karate müsabakası başlar. İki
yabancının saldırısına uğrar, ama şahsen iyi eğitimli polisimiz bu ikilinin de
hakkından gelir. Konuşan yumruklara ve dolapta patlayan kafalara rastlarız. Bir
anda düello sahnesi devreye girer ve herkes silahları yerine kimliklerini
çıkartır birbirlerine gösterir. Ortalık yumuşar, sakinleşir ve kendisini hırsız
zanneden izbandut güvenlikçilere polis olduğunu ve dolapta peşinde olduğu cinayetle
ilgili bir kanıtın bulunabileceğini ifade eder. Stuart Whitman tam dolaptaki
kasanın içinden çıkardığı kolyeyi elinde tutup, diğerlerine gösterirken, o da
nesi, önümdeki koltukta oturan çocuk fazla karışıklıktan herhalde, sivri uzun parmakları
kız arkadaşının kolyesine takılmasın mı! Kolye ikiye ayrılıp yere düşmesin mi!
İki kafadar eğilip karanlığın dibinde kolye aramaya kalkmasınlar mı! Ben, hemen
yanımdaki amca ve karısı, onun önündekiler, onların yanındakiler, hepimiz,
filmi bırakıp iki salağı izlemeye kalkmayalım mı! Yuh, rastlantının da böylesi.
Artık biz filmi bıraktık, kopuyoruz. Gülmekten tabii. Neyse Allahtan çabuk
buldular da kopan kolyeyi filmimizin tamamının içine etmediler. Hani neredeyse Tony Saitta amcayı çağıracağım ve bu
ikisini göstereceğim, şüpheli listene bunları da ekle diye.
“Tehlikeyi Severim” benim tipime uygun artistik bir cinayet filmi olmasa da bu
İtalyan-Kanadalı ortak yapımı macera bakımından sınıfta kalmaz orta dereceyle
geçer derim. Bazı sahneler oldukça abartılı, kalitesiz, çıkarcı. Ama işte daha
filmin hemen başındaki o beş dakikalık sahneler yok mu? Yayanın biri neredeyse
hız yapan arabanın altında kalmaktan son anda kurtulması, bir kafanın cam
paneli kırarak içeriye sokulması, insanların üzerine yığılan engeller, kutular,
demir raylar, makineli tüfekten çıkan kurşun yağmuru, polislerin suratında
patlayan mermiler, polis arabaların bilmem kaç takla atarak sağa sola
savrulması, takip sonrası bir arabanın bir binanın içine dalması. Ve Tony Saitta’nın birkaç kişiyi aç ve
susuz Magnum’uyla harcaması. Tüm bunlar hepimizi koltuğumuza kiltlemeyi başardı
diyebilirim.
Biz tam bu sahneden sıyrılıp soluk almaya kalkıştık, kendimizi bir anda
bilinmeyen nedenlerle Dr. George Tracer’a
şantaj yapmaya kalkan metres Louise
onun ve diğer öğrenci kitlesinin önünde yere yığılıp ölmesiyle başka bir yerde
bulduk. Sürüklendik adeta. Ablam haklıydı. Ben de öyle sanmıştım. Banka soygununun
filmin geri kalanıyla hiç alakası yoktu. Baş şüheli Dr. George Tracer kodesi boylayınca anladım ki film bu adamın
etrafında dönecek. Yok, hayır, yine yanıldık. O sadece masum bir piyondu.
Şüpheli sayısı arttıkça ilişkiler ağı da genişledi. Yanılan sadece biz
değildik. Koskoca başkomiser bile yanılmaktan geri kalmadı. İşin içine Louise Saitta’nın eski erkek arkadaşı Robert Tracer, ki bu çocuk aynı zamanda
doktorun oğlu oluyor, girince cinayetin boyutu genişliyor. Sadece cinayetin
kendisi değil ilişkilerin de birbirine girmesi beklediğimiz türden gelişmiyor.
Hop bir bakmışız Robert Tracer’i
oynayan Jean LeClerc doktorun üniversiteden çok iyi tanıdığı yakın bir profesör
kadın arkadaşı ile iş pişiriyor. Bu profesör kadın Margie Cohn (Gayle Hunnicutt)’dır. Onun bir de erkek kardeşi var. O
da başkomiserin takip etttiği ama öldürülmekten kurtulamayan eşcinsel
çocuklardan biri. Ha, bir de cinayeti çözecek olan en önemli şahıs var ki bu
kız Louise Saitta’nın oda arkadaşı, Julie Foster. Ancak bir engel var: Julie Foster (Tisa Farrow) kör. Buna
rağmen sezgileri çok kuvvetli. Katilin giydiği botlardan birine taktığı
pençeden şahsın varlığı ile ilgili bir ipucu yakalıyor. Evine onu öldürmeye
gelen katil, şu işe bakın – yine bir tesadüf diyebilirim – Margie Cohn’un da orada olduğunu öğrenince bir taşla iki kuş
vururum diyerek harekete geçiyor. Zavallı Margie
nalları dikerken Julie Foster şans
eseri kurtuluyor hastaneye kaldırılıyor.
Filmin sonunda benim başından beri şüphelendiğim katil adayı hastanede Julie’yi bıçaklamak isterken yakalanıyor
ama yine kaçmayı başardığında tüm hastane kaosa sahne oluyor. Hastane tepesinde
bir helikopter ile kaçmaya çalışırken başkomiser Tony Saitta’nın Magnum’undan kaçışı olamıyor ve trajik bir sonla Robert Tracer yere çakılıyor.
Filmin bitmesine yakın anlıyoruz ki aslında bu Louise Saitta, başkomiserin öldürülen kızkardeşi, hiç de öyle
sütten çıkmış ak kaşık değil. Meğer o da manyak bir katilmiş.
Fatma Hamlet’ten sonra bu filmin kesinlikle ilaç gibi geldiğini
düşünüyorum. Hatta eve dönerken yol boyunca ablamla filmi çekiştirdik durduk.
Kafamıza yatmayan bir sürü şey vardı, kendimizce milyon tane yorum kattık.
Güzel bir sinema faaliyeti ile tamamlamıştık günü.
Çok geç oldu. Bu yazıdan hemen sonra yatmaya gideceğim. Kafamda ise hala
önümdeki koltukta oturan genç çiftin aşna fişne sonrası koparttıkları kolye ve karanlıkta
zor bela buldukları taneleri nasıl birleştirdikleri ve bu kopuk kolyeden dolayı
kızın evde zılgıt yiyip yemediği...
Aman cinayet minayet, dayak mayak, zılgıt mılgıt olmasın da varsın olanlar
bir kolyeye olsun!!
Seref Sayman
Kazasker Şakacı Sokak, İstanbul, 08.01.1977
***…***
(*) Önceki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Sarı Kartal”
(*) Sonraki Makale: TV’de Ecnebi Film: “Bütün Oğullarım”
>>> [iÇERİKdİZİNİ]