Dünya Yansa Yorganım Yok İçinde

 

[📷 Hayrünisa ablam ile Bağdat Caddesi’nde, Suadiye, (Aralık, 2018).]

Köklerimizin Mahsulleriyiz 

Geceyi mavi öldürmüştü. Bana düşense gündüzü yırtıp dikmek. Hemen Seni düşündüm Şakacı Sokağım; kahırlı bir taş betona döndürme cinayetini sahneliyordu o eski gaddar zaman ve saflığı esirgiyordu gökyüzü. Vakti zamanında toprakları kazıyan tırnakların cilalı güzelliğini. Sorguluyordun sen Şakacı Sokağım. Zalim intiharlar süslüyorsa gecelerini hemen uyumazdı beyaz tenin. İzini kaybettirmiş caniler geçmezdi penceremin önünden. Esiyordu zaman. Azınlık eşkıyaları ki şimdi çoğunlukturlar, kaçamak bakışlar fırlatıyordu. Sokağın gerçek sahipleri ise selamlıyordu dönenleri. Otuz-kırk, yoksa elli mi, yıl öncesini yaşıyordu bir kadında gördüğüm. Tembihlenmiş narin, zarif, ince tülbentlerle örtülmüş. Vesikalık resimler geçiyordu penceremin önünden. Anılarımız çıldırıyordu ve serinkanlı ötmüştü kuşlar. Bahçelerin bülbülleri miydi, yoksa komşu tarlalarda avdan kaçan sığırcıklar mı? Belki de yumuşak kar tanelerine sarınmış serçeydi onlar. Üzülmüştüm. Sonuna kadar sönmüştü ciğerimin körüğü. Oysa ışıkların birdenbire söndüğü yıllarda. Ah o ciğersiz yetmişli yıllar. Bizleri kuyruklardan kuyruklara sokan o acımasız gaz bidonları, şeker çuvalları, yıllarca bekletilmekten kokuşmuş ama hesaplı Amerikan eti sevdalıları. Çocukluğumla saklambaç oynuyordu komşu kızlar; atladıkları ipleri ağaç gövdelerinde saklayarak. Bense üstü yüklük lake gardıroba saklanmıştım derken kapıyı açmıştı babam. Domates sırıklarını yerinden oynatıp otağı çadırı kurduğum için bir azar sonrası çekilen nasihatler ki; kimine göre yasaklanmıştı bana evvel bahar. Düşmanların yoluna çıkmıştı ergenliğimin esrarı. Erkek arkadaşlarımsa ben gibi birer hayta yıkmıştık birlikte futbol kariyerimizi kız ve diğer serüvenler peşinde donattığımızda bisiklet takımlarını. Denileni yaptım, istemeden bir haşmeti kuşandım. Gecenin yarısında simsiyah bir mavi olarak. Ya işte o karanlık geceler. Penceremin önünden esiyor zaman. Karar, şans ve haber konuşuluyor şimdi. Kafamın bir yerine saplanmış uzun kıvrımlı bir sokak idam sehpasında. Rodrigo’nun gitar konçertosu yıkıyor ortalığı. Taraftarlarım hazır, düşe yazdığımda çıkıyorlar ortaya. Bana benzeyen bir sürü insan sevdalım Şakacı Sokağıma geri dönmüşler, sevimli, samimi geliyorlar. Israrlı hüzünler süzülüyordu yanaklarından. Gözlerinde istizah, saçlarında garip halkalarla bitiyor film. Belki de şu geceyi müzik öldürecekti; Gece ve Müzik... Kardeşlik diye bağırdığımız günleri de öldürdük. Yetim bir çocuk bağırıyordu durmadan. Bakkalın çırağıydı ve ders notları tezgâhın arkasında. Günahlarını silerek çıkardım dükkândan, kameraya sırıtarak. Aslında kırık aslı kırık bir dolaptı Şakacı Sokağım. 

Sınırlı veri kaynaklarıyla elde ettiğim bilgiler ışığında 1873 doğumlu Mustafa Efendi’nin (babamın dedesi) daha küçük yaşlarda iken babası Mehmet Efendi ile birlikte Erzincan vilayetinin Eğin (Kemaliye) nahiyesine bağlı Sergevil köyünden, oradaki harp ve yaşam koşullarına başkaldırdığı bir hızlı göç kararı ertesinde, İstanbul’a geldiklerini öğrendim. Ancak burada ekonomik nedenlerin dışında başka etkenlerin olmadığını düşünmek herhalde kendince bir eksikliği de taşır. Ben, o kaderden bağımsız hiç bitmek tükenmek bilmeyen savaş yıllarında, Erzincan bölgesinde yerleşik diğer halkların, özellikle Rusların kışkırtmasıyla Ermeniler ile yaşanan olayların devlet kurgusuyla bu göçü zorladığını ve geleceğe yönelik fırsatlara dönüşüm sağladığını düşünmekteyim. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki Anadolu’nun bozkır topraklarından kalkarak kitlesel bir kalabalık halinde umuda yönelik göçler çeşitli tarihlerde vuku bulmuştur. Ailelerin özel yaşam tarzlarına dair çok net bilgilere sahip olunmasa da imparatorluğun gerileme devri yıllarıdır. 

Mustafa Efendi’nin annesi, Mehmet Efendi’nin karısı, Fatma Hatun hakkında ise malumatlı bir kaynağa ulaşamadım. Yani kendisi İstanbul’a gelmiş midir, Sergevil’de mi kalmıştır, kimseler bilmiyor. Açıkçası ben onun kocasını ve oğlunu ‘yaban ellerde’ yalnız bırakmayacağını ve onlarla birlikte İstanbul’a geldiğini kurgulamakla başlamak istiyorum. Varsayıyorum: gelmiştir, bir süre sonra hasta olmuştur ve kocası ile memleketlerine geri dönmüştür. [Bu tezimi en çok İstanbul’da bir mezarlarının ve özellikle İçerenköy’deki aile kabristanında yazılı, kayıtlara geçmiş bir yerlerinin olmayışına bağlıyorum.] Fakat oğullarının mürüvvetini mutlaka görmüş olmalılar. Ve tabiatıyla ilk torunlarını da kucağa almışlardır diye usavuruyorum. 

İlk torun olan Mehmet dedeme (babamın babası) isim babalığı edinen ilk kuşak zat-ı muhterem hakkında biraz bilgimin olduğu büyük büyük dedem, Mehmet Efendi, şöyle diyelim ki, ailesiyle birlikte göç ediyor ve yerleşiyor İstanbul şehrinin Kozyatağı Sigorta Evleri mahallesindeki satın aldıkları arazideki evlerine. Bir rivayete göre, Erzincan’da çiftçilik ile geçimini sağlayan bu aileye, yer bulma hususunda, Kozyatağı’nda hasbelkader tanıştıkları Gül Hanım adında birinin epey yardımları oluyor. Yurtlandıkları bu yeni ikamet yerlerinde de hayvancılık tarzında geçim kaynağı oluşturuyorlar; mandıracılık yapıyorlar. Bağlık, bahçelik de sayılabilir kocaman bahçelerinde kendilerine kadar ekiyorlar ve fakat esasen sütçülük yaparak geçiniyorlar. 

Bir de Erzincan’da, Sergevil Köyü’nde bıraktıkları Gül Hatun var; Mehmet Efendi’nin kız kardeşi. Kocasını bir savaşta kaybedince ağabeyi ve görümcesiyle ile birlikte oturuyor. Ne zaman çekirdek aile İstanbul’a göç ediyor, Sergevil’de geride kalan mal ve mülkün himayesi Gül Hatun’a bırakılıyor. (Sergevilli bir Gül Hatun’dan Kozyatağılı bir diğer Gül Hatun’a... Bu da tarihin güzel bir rastlantısı olsa gerek.) 

Mehmet Efendi 1850, karısı Fatma Hatun 1855 doğumludur. 1872 yılında yaptıkları evlilikten tek çocukları Mustafa 1873 yılında dünyaya geliyor. Mustafa dedemin halası, Gül Hatun da aşağı yukarı annesi Fatma hatun ile aynı yaştadır. 

İstanbul’a muhaceret tefekkürü Mustafa daha henüz küçük yaşlarındayken konuşulmaktadır. Ancak gerçekleşmesi için sert geçen kışın ardından 1887 yılının Temmuz ayı beklenecektir. 

***...*** 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere Turu”, Şakacı Sokak, (Temmuz 2017).] 

ŞAKACI SOKAK’ta Yaşam-Anı Hikâyelerimi Tetikleyen Gerçek- 1 

Annemin ölümünün üzerinden koca on iki yıl geçmişti. Onsuz geçen bu on iki yıl içerisinde, ben ve kardeşlerim, kimi zaman üzüldük, yoğun acıları taşıdık yüreğimizde. Kimi zaman ise, yaşadığımız küçük mutlulukları sevince, neşeye çevirmeye çabaladık. Her birimiz birbirinden epeyce farklı yerleşim merkezlerinde kendi kurduğumuz yeni çekirdek ailelerimizle birlikte yaşam sürerken uzak esintilerin, gündüz sıcak güneş ve geceleri parlak yıldızların eşliğinde kardeşlik bağlarını güçlendiren duygularla birbirimize daha fazla kenetlenir olduk. Her olumsuz koşula rağmen ayakta kalmak zorundaydık. Çünkü bizler, yaşadığı zamana ve gelecek torunlara yakışan “insan” olma sorumluluğunu bir an olsun aklından çıkarmayan, bu yüzden de çağın en bedbaht hastalığı tarafından insafsızca yaşamı elinden alınan bir annenin “insan sevgisi” ile taçlandırılmış mirasını taşıyorduk. Her koşulda kök coğrafyamıza, ailemizin köklü mirasına, bu dünyadan göçüp gidenlere, hayatta olup da yaşamlarını çok değişik topraklarda sürdüren apayrı sülale bireylerine yönelik tarihsel görevimizin öneminin farkındaydık. 

En azından ben böyle hissediyordum. 

Bu yüzden Şakacı Sokak ve çevresinde iyice derinleşen ama onunla sınırlı kalmayıp noksansız bir kökler-familya ağacına ve onun sarmaladığı dallara, tohumlara oldukça detaylı bir şekilde takmış biri olarak bir şeyler yapmalıyım diye düşünüyordum. (İçim içimi kemiriyordu dersem hiç de yalan olmaz.) 

[📷 Annem: Nevin Sayman, (1985).] 

Annem, bir ana, eş olmaktan çıkmış, ana tarafı, baba tarafı demeden, sevilsin veya sevilmesin (ki O’nu sevmeyenin tamamı bir elin parmak sayısını geçmez) tüm akraba topluğuna, sülale boyu çevresine, komşulara ve onu tanıyan herkese ait olmuştu. O Londra’da kollarımın arasında gözlerini hayata kapadığı saatlerde, ilk şaşkınlığımızı atmış, yeni bir yola gireceğimizin farkındaydık. Kolay olmadı. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı. Birtakım duygusallıkları kenara iterek, aklın yol göstericiliği içerisinde davranarak biz üç kardeş ve hayatta kendisine eskisinden daha fazla tutunacağımız babamızla birlikte yolumuza devam etmeliydik. Onun, 50 yıllık kısa ama öz olan ömrüne sığdırarak ürettiği yaşam hatıralarını ki ben bunun her birine “eser” demeyi yeğliyorum, önce kendi öz torunlarına sonra da diğer tüm akraba çevremize ve elbette onunla yaşamı bir şekilde kesişmiş, birlikte bir hayatı paylaşmış arkadaş çevresine, komşularına ulaştırmak zorundaydık. 

Aradan geçen yıllar içerisinde bunun önemini daha fazla hissettiğimden onu gönüllerde yaşatmak sadece süslü laflarla, boncuklu sözlerle olmayacaktı. Adını, yaşantısını, bizi yetiştirmek, insani duygularla “adam etmek” için gösterdiği onca çabayı anlatmak birkaç cümleye sığdırılacak gibi değildi. Daha fazlasına ihtiyaç vardı. Ve ben O’nu, hakkını vererek, yazmalıydım. Ancak bu şekilde ebediyen ölümsüz olabilecekti. Bir gün gelip bizler de bu hayattan kaydığımızda en azından geride kalabilecek daha büyük bir “eser” olmalıydı. Ki ancak bu eserin değeri paha biçilmez olanı makbul sayılacaktı. 

İşte bu nedenle küçük makalelerle başlamıştım annemi yazmayı. Yüzlerce okur kendisini yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Ama bu yetmezdi. Daha büyük bir işe kalkışmalıydım. Ve köklerle ilgili gördüğüm bir yılbaşı rüyası ile başlayan süreci tetiklemeye başlamıştı annemin handan-yüzlü sarışın görüntüsü. Meselem büyüktü ve ben bir büyük hatıralar dizisi yaratmalıydım. 

İnanıyordum ki biz üç kardeşin oluşumunda bize hayat veren, yön veren beş önemli kadının varlığını kıyasıya yazmalıydım. Çünkü onların her biri “normal” bir ana değildi. Daha fazlasıydı. Her birinin kendi içinde acayip hikâyeleri vardı. Münevver ninem, Saliha anneannem, Cemile babaannem, Zehra teyzem ve bizatihi annem Nevin. Onları anlatmak, yazıyla kayda geçirmek, kendi torunlarıyla birlikte kuşaklar sonrasına devam edecek eserler bütününün bir başlangıcını oluşturmak bu bakımdan önemliydi. Bu benim için tarihsel bir sorumluluktan öte bir durumdu. 

[📷 Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 2018).] 

Ve ŞAKACI SOKAK sadece bir vesileydi... 

Aradan tam on yıl geçmiş. (2008 yılında başlamıştım köklerimi yazmaya. Şimdi takvimler 2018’in Ekim’ini gösteriyor.) Şimdi hatıralar büyük bir izdihamla bir araya getiriliyor. Köklerle başlayan süreç doludizgin ilerliyor. Başlangıç çizgisinin iki yıl sonrasında (2010 yılı) kendi hikâyelerime de başlayacağımı öngörmüş ve o gündür bugündür büyük bir aşkla ve azimle sürdürüyorum bu sevdamı. 

Sözünü ettiğim ilk iki yıl boyunca yazdıklarım köklerim ve özellikle annem ile babamın hayata başlangıç yaptıkları, çocuklukları, ergenlikleri, birbirleriyle tanışmaları ve nihayetinde düğün evine girerek bizlere uzanan bol tomurcuklu bir davetiye gibi. 

[📷 Annem: Nevin Sayman, (1968).] 

Annem, “Sayman” devrinin (tarihsel sıralamada) dördüncü gelini, zaman içerisinde “işçileşmiş” bir köylü kızı kimliğinin dışında nasıl biriydi? Nasıl bir eş? Nasıl bir arkadaş? Nasıl bir ana? 

Onun yaşam sevgisini, doğa sevgisini, onun insan sevgisini yaşadığı topluluğa anlatmak ve bütün Saymanları ve hatta kendisinin geldiği kök familya “Mumcular”ı gelecek kuşaklarına aktarmak bir borçtu, bir görevdi. Aslında bu görevi, onunla otuz üç yılı birlikte geçirmiş olan pederimin yerine getirmesi beklenirdi. Günlerce, aylarca hep bunu düşündüm. Ancak onun böyle bir göreve bakışı tıpkı öncelleri gibi hiç sıcak değildi. Oysa kalemi güçlü olan babam hem kendinden öncekileri, hem kendisini hem de otuz üç yıl aynı yastığa baş koyduğu eşini rahatlıkla yazabilirdi. Yapmadı. Evet, yapamadı değil, yapmadı. 

Görev bana düştü. 

Köklerimin rüyası başlangıçta sınırsız bir ilham vermiş, annemin şöyle bir geçerken düşlerime uğrayan sık ziyaretlerindeki güleç görüntüsü yazmamı tetiklemişti. 

Ama nazik bir sorunum vardı. Hiçbir şey göründüğü gibi net değildi. Derin bir araştırma söz konusuydu. Tıpkı köklerde olduğu gibi ailem ile anımsadıklarımı zaman zaman küçük kartçıklara yazdım. Kimi zaman ise bilgisayarımda sayfalar dolusu yazıyor, bazen beğenmeyip siliyordum. Bir gün yeniden gözden geçirmek üzere kimi sayfaları ise büyük bir özenle saklıyordum. Şimdi o sildiklerimi bile arıyorum. Artık silmek yerine her şeyimi arşivliyorum. 

***...*** 

[📷 Annemle birlikte eski evimizin (bugünün Mehmet Sayman Apt.) arka bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık 1983).] 

ŞAKACI SOKAK’ta Yaşam-Anı Hikâyelerimi Tetikleyen Gerçek- 2 

Yeşilköy’den bindiğim taksinin sürücüsüne, “Kazasker’e gidelim,” diyebiliyorum ancak. Öyle yorgunum ki. Yugoslavya’nın Belgrad havaalanında aktarma yapmış, terminalin transit yolcular için ayrılan bekleme salonunda iki saat yerine dört saat beklemek zorunda kalmıştım. Bir an evvel eve yetişmeliyim. Daha geç olmadan. Hızlı, olabildiğince hızlı gitmesi için, şoföre yalvarır gözlerle bakıyorum. Konuşmak istiyorum, sesim çıkmıyor. Kulaklarım tıkanmış, boğazım susuzluk çeker gibi düğümlenmiş. 

Geldiğimi ise ev halkından gizliyorum... Sürpriz yapacağım güya... 

Çocukluğumda dayımlar veya amcamlar vasıtasıyla çoğu kez kendilerini karşılama ya da yolcu etme merasimleri haysiyetiyle gidip geldiğim Yeşilköy–Erenköy yolu bir türlü bitmek bilmiyor. Saate bakıyorum; 21:00’e geliyor. Sigara yakıp dumanını camdan dışarı üflemek istiyorum. Keyifle tüttürmek. Ceplerimi yokluyorum. Birden ağzıma sigara koymadığımı anımsıyorum. Yolculuk heyecanından gaz yapmış midem bulanmaya başlıyor. Hava almak için taksinin camını açıyorum. İçeriye iyot kokusu doluyor. Meğer aşağıda boğazın karaltıda kalmış lacivert suları. Az sonra ot kokuları sarıyor... 

Yıllar sonra... Yukarıdaki paragrafta geçen zaman diliminden yaklaşık on yedi yıl sonra... 

Hadi size matematik işkencesi çektirmeyeyim. İlki 1983’ün son ayına, ikincisi 2000’in ilk ayına ayarlıdır bu anlatımların... 

[📷 Antalya, (Ocak 2000).] 

İkinci zaman diliminde saatler kadar güzergâhlar da faklıdır. Uçaktan inip taksiye bindiğim yer Antalya Havaalanı’dır. Yanımda ailemle birlikte. Varacağımız yer Lara’da kirada oturduğumuz bahçeli tripleks. Ocak ayı olmasına rağmen yol boyunca taksinin penceresi açık, havadar gidiyoruz. Her taraftan ot kokusu sızıyor. Sanki ortalık bahar panayırı. 

Annem ne çok severdi kır çiçeklerini... 

On yedi yıl öncesinin çocukluk evimizin balkonunda, beni karşısında görür görmez şaşkınlıktan dili tutulan silueti canlanıyor gözümde... Üstelik “kırk yıllık” oğlunu bir başkasına benzetip adımı o tanımadığım şahsiyetin ismiyle karıştırarak. Kumral saçlarına geçirdiği renkli bandanasıyla... Uzattığım dalgalı saçlarım mıydı şaşkınlıktan kafasını karıştıran. Oysa bilirdi ki oğlu her fırsatını bulduğunda omuzlarına kadar uzatırdı saçlarını. Sanmam. Hiç beklemediği halde, gecenin o karanlık vaktinde beni karşısında görmesi onu oldukça şaşırtmıştı. 

Ama ne annem, ne de babam beni hiçbir zaman şaşırtmadılar. 

[📷 Annem: Nevin Sayman & Babam Nurettin Sayman, Münih, Almanya, (Nisan 1978).] 

Annemi kırmızı fular ya da eşarpla hiç görmedim, türbanla da... Tıpkı babamı cüppeli görmediğim gibi; sarıklı ve sakallı da... Entari, etek, döpiyes, başı açık bir anne. Babama gelince; ceket, pantolon, renkli ya da renksiz gömlek ve bazen ince bir kravat, bazen balıkçı kazağı değişmez kostümüydü. Annem gömleğine, ceketine sürekli kola yapıyordu. 

[📷 Eski evimizin (bugünün Mehmet Sayman Apt.) bahçesinden görüntüler, Kazasker Şakacı Sokak, (Kolaj Çalışması).] 

Çocuktuk. Zengin filan değildik. Karınca kararınca geçinen küçük burjuvalardandık. Ancak babam, annem ve biz üç kardeşler, pırıl pırıl giyinirdik. İstanbul’un Kadıköy ilçesinin Kozyatağı Mahallesi, Kazasker semtinde, Şakacı Sokak’ta yaşıyorduk. Burası babamın köklerinden kendisine ve kendinden küçük kardeşine kalan kocaman bahçe içindeki yeriydi. Üst katta geniş odaları olan bir evimiz vardı, dev çamların berisinde. Dedem inşa etmişti seneler önce. (1930’ların başı.) 

İki kanatlı bahçe kapısını hiç unutmuyorum. Ahşaptı. Beş altı yaşlarımın bastıbacak boyuna göre yüksekliği zebella boyuttaydı. Kilidi çekmek bir dert, açmak için ileri itmek ayrı bir dertti. Balkon kapısı; o da ahşaptandı. Çoğunlukla arkadan çengellenir, kilitli tutulurdu. Çengeli kaldırmak için merdiven basamağından aşağıya düşmeden balkona atlayıp kapıyı içerden açmak yetenek isterdi ve ben bu işte oldukça marifetli bir Neandertal sayılırdım. Evin esas kapısı ise demirdendi ve bu dev konstrüksiyon da her an üstüme gelecek gibi dururdu. 

Annem olsun, babam olsun ikisi de çok çalışkandılar. Kimi zaman arı gibi, kimi zaman da karınca gibi çalışırlardı. Sık sık akraba ziyaretlerine çıkardık. Ben korkar, geceleri ya babama ya da ağabeyime sarılıp uyurdum. Onlar korkmazdı. Ablamı mezarlık tutardı. Gözleri yuvalarından dışarı fırlar, mide spazmları yaşardı her seferinde. Hadımköy’de Zehra teyzemde kaldığımız günlerde yukarı mahalleye, mezarlığın önünden geçmeye korkardı. Bu defa ben korkmaz onun elini tutar kendisine cesaret verirdim. Çilingir köyünde sadece mezarlık olsa iyi; köye her gittiğimizde bahçelerin içinden delifişek bir köpek çıkardı önümüze. Üstümüze diktiği azgın sarımsı dişlerini tane tane sayardık. O devirde diş macunu tadını bilmezdi bu canavarlar. Biz iki bitirim kardeş, ikimiz de buz keser, olduğumuz yerde donar kalırdık. Sanki çevrede herkes birbiriyle kanlı bıçaklıydı. Birileri çıkıp gelene kadar okumadığımız dua kalmazdı. (O velet yıllarda ateizmin A’sını bilmezdim pek.) 

En çok Hadımköy’ün emektar terzisi, İbrahim eniştemin kültürünü artırma operasyonuna katkım olurdu. Sabahın uyumlu saatinde askeriyenin lojmanından gizlice geçerek, istasyona inip kendisine gazete alırdım. Sanırdım ki o saatte askerlerin talimi benim ayak seslerimden dolayı dikkat dağıtacak ve birkaç şamarın havada patlamasına neden olacak. 

Babam da hep okurdu. Gazeteyi bırakıp kitabı eline alırdı, kitap bittiğinde tekrar gazeteyi okumaya başlardı. Birkaç günlüğüne DMO ziyaretlerine çıktığında elinde mutlaka yüklü paketlerle gelirdi. Döndüğünde evdeki manzara hep aynıydı. Merakla paketleri açardım: Kitap... Kitap... Kitap... Teksir kâğıtları... Kırtasiye malzemeleri; en çok da kahverengi kurşun kalemler... 

Ablam fena kızardı; “Baba niye başka bir şey getirmiyorsun?” Sakin, yumuşak bir ses tonuyla hep aynı yanıtı verirdi: “Başka ne getireyim kızım?” Yemeğimizi yemeden önce yanıma gelir kitapların başına çökerdi. Teker teker bakardık her birine. 

Kızını kırmazdı elbette. Kıramazdı parlak yeşil gözlü Ayevi’ni. Ayın başı oldu mu eve koltuğunun altında taşıdığı koca bir teneke ile gelirdi. Ay sonunu zor görürdü koca bisküvi tenekesi. 

Yıllar önce üst kattan önce bir de alt kat yaşantımız vardı. O zamanlar eşya almak için paramız oldukça sınırlıydı. Küçüktüm ama “züğürt” olduğumuzu biliyordum. Kimseye söyleyemediğim tek bir isteğim vardı: Sarı lastik bir çift çizme! 

O yıllarda çocukların çoğunun ayağında naylon ya da kösele ayakkabılar bulunurdu. Sadece kentin önde gelen ailelerinin çocuklarının botları vardı. Bahçelerde yağmur birikintisinin oluşturduğu suyun kıyısına gidip ayağımızla birbirimize su fışkırtmak en güzel oyunlarımızdan biriydi. Çizmesi veya botları olanlar şanslıydı, ayakları üşümüyordu. Karlı bir günde, Zehra teyzemle birlikte yaptığım Hadımköy yolculuğunda köselemin deliğinden içeri sızan kar suyu ayaklarımın mosmor olmasına neden olmuş donmaktan güç bela kurtulmuştu. Ertesi günü eniştemin hediyesi bir çift sarı çizme olmuştu. 

Yıllarca uyurken, sarı lastik çizmeler rüyalarıma girerdi. Bir oyun dönüşü eve girdiğimde eniştemin yanında duran sarı lastik çizmeleri yaşamım boyunca hiç unutamadım... 

Lara yolu çarçabuk bitiyor. Evin terasına çıkıp gökyüzünü kuşatmış perdahlı yıldızlara bakarken ceplerimi yokluyorum, havaalanından aldığım purolardan birini içmek için. Yanında yine bir malt viski kadehiyle tüttürmenin keyfini yaşıyorum. Midemin bulantısı geçmiş. On yaşındaki kızım müzik setini sonuna kadar açmış. Cırtlak sesli bir kadın şarkı söylüyor. Sinirleniyorum. “Ne çok seviyor bu kadını,” diyorum. Sesim çıkmıyor... Bağımsız ve özgür ve demokratik bir hanenin ev halleri... 

Babamla annem tartıştıklarında da sesimi çıkarmaz onların müzikal tınılarını dinlerdim. Annem bağırırdı, “Neyini seviyorsun şu cüce kadının?” Sonra gider radyoyu kapatırdı. Babam hırsla tuşa basıp açardı. Bu sürekli tekrarlanırdı. Annem o yılların popüler kadın şarkıcısı Sevim Deran’ı acayip kıskanırdı. 

Bir gün annem mutfakta yemek yapıyor. Radyoda akşamüstü ‘şarkılar geçidi’ programı var. TSM’den güzel şarkılar söyleniyor. Aaa. Bir baktım, annemin sevmediği kadın “Hatırla Sevgili”yi söylüyor. Aldım elime dolabın köşesinde dimdik ayakta duran oklavayı, transistörlü radyonun üzerine dan diye vurdum. Ama öyle bir vuruş ki! Öyle böyle değil yani. Oklava değince Alman’ın transistörlü radyosu kapanır sanıyorum. Annem görünce bir hışımla elimdeki oklavayı kapıyor, çekip alıyor minik parmaklarımın arasından. “Ne yapıyorsun oğlum!” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor annem. Ben de annemin dışarı fırlayan maviş gözlerinin çakmak çakmak bakışlarından ve o gür sesinin mutfaktan arka bahçeye yayılmasından korktuğumdan olsa gerek, “Anne, anne, o kadını öldürdüm!” diye cevap veriyorum kendisine. 

Zaman koruyucudur. 

[📷 Annem: Nevin Sayman & Babam Nurettin Sayman; kucaktaki bebek Hayrettin ağabeyimin kızı Emel, Londra, (Ekim 1985).] 

Buraya kadar hep iki kişiden bahsettim. Aslında bunlar benim içimdeki kişilerdi. Bunlardan biri şakacı ve eğlenceli olmakla beraber disiplinli ve terbiye edici bir Anne’ydi, mikroskobik bir öpücükle mutlu olan ve kendisine yaptığım soğuk şakaları her zaman olgunlukla kabul eden birisi. Hep daha düşünceli ve nazik Anne. Diğer tarafta insanların genellikle ‘hasta kurtaran’ şoför olarak tanıdığı ve fakat bir akşamüstü mesai sonu insanların özellikle onun bahçe sanatını gururla seyrettiği ve kendisine “santimci” lakabını layıkıyla verdiği bir Baba. 

Ancak bu Şakacı Sokak makaleleri vasıtasıyla yaşam-hatıra dizime “bayraklık” eden, anıları yazmamı özellikle tetikleyen birinden bahsetmek istedim. Annem. Ne var ki başkalarının bilmediği bir Annem daha var. Annemin sert tarafı... Dediğim dedik, inatçı ve hırslı yapısı. Fakat nedense yakın akrabalarımızın genetik evreninde hep birinci Annem insanlara kendisini gösteriyor ve diğerinin ortaya çıkmasına izin vermiyor. Deniyorlar belki ama olmuyor. Belki şimdi bu anılar vasıtasıyla onun bu yönünü de özgürce seslendirildiğini keşfettiklerinde insanlar bana gülecekler. Buna alışabilirim. Ama o zaman insanlar nazik ve yardımsever, iyi kalpli Anne’ye de gülmüş sayılacaklar. O bunu kaldıramaz ve bunun için çok duygusal. İçimdeki güçlü, sert, otoriter Anne’nin on beş dakikalığına ortaya çıkmasına izin versem bile nezaketen konuşmayacaktır. Bu yüzden bunu yapmadan önce enikonu düşünüyor ve onun kendisine ait anılar tekerrür edene değin tekrar gizlenmesine izin veriyorum. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 Şimşek’le birlikte verandada, Saros, (Mayıs 2011).] 

(*) Önceki Makale: İnci Gibi Uzaklarda Parıldar ŞAKACI SOKAK’a Döndüğüm Hayat

(*) Sonraki Makale: Eyvah, Jön Türkler Merdivenköy’de! 

(**) Bir sonraki makaleye geçmeden önce “ANILARIM” sayfasında yer alan, “YDA Ciltlerinin Kısa Tanıtımı” ile başlayan ve “Rumelili Olmak Meğer Kader Değilmiş” ile sonlanan 24 makaleyi okumanızı tavsiye ederim. 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***