Eyvah, Jön Türkler Merdivenköy’de!


Geçmiş İstanbul'da eski bir köşk fotoğrafı...

SAVAŞIN BİÇTİKLERİ 

Bizim Körler Ülkesi’nin Merdivenköy havzasına girmeden ve Münevver ninemizin saygıdeğer “Jön” eşrafına değinmeden önce “Jön Türkleri” daha yakından tanımak ve anlamak için Yalçın Küçük’ün “Aydın üzerine Tezler” adlı yapıtından uzun bir alıntıyla başlayalım. Beş çitlik eserin üçüncü kitabında, “Savaşın Biçtikleri” bölümünde şöyle yazıyor Küçük: 

Mithat Paşa’nın boğularak öldürülmesi Türk aydın tarihinde bir dönüm noktası işlevi gördü. Türk aydınının gelişimini, Mithat’tan Önce (M.Ö.) ve Mithat’tan Sonra (M.S.) olarak ikiye ayırabilecek bir tarihsel öneme ulaştı... M.S. Türk aydın hareketi gençleşti. 

Üç Delikanlı, Kemal, Ziya ve Şinasi de, hep bir paşa aradılar... M.S. ve uzunca bir zaman aralığında Türk aydın tarihine paşa olarak girme kapıları kapandı. Aydın hareketi profesyonel bir nitelik aldı: öğrenci olarak boşladılar. 

[📷 İttihat ve Terakki Cemiyetinin amblemi, (Nostalji Arşivi).] 

Mithat’ın boğularak öldürülmesinden çok kısa bir zaman sonra, Askeri Tıbbiye’den dört öğrenci, Türk tarihinin en önemli ve Türk aydın tarihinin en onurlu örgütlerinden birisini kurdular: İttihat ve Terakki. Kısa bir zaman, kurucuları ortadan silmemekle birlikte geri plana itti. Ön plana başka gençleri çıkardı. 

Enver, Mustafa Kemal ile aynı tarihte dünyaya geldi. Bir yıl önce, 1903 yılında, Kurmay Yüzbaşı olarak Harbiye’den çıktı. Harbiye’nin parlak öğrencilerini ilk atama olarak Makedonya’ya göndermek hem bir ilke ve hem de bir ödüllendirme idi. Enver, Manastır'a atandı. Resneli Niyazi ve Ohrili Eyüp Sabri ile birlikte elinde silah dağa çıktı: Özgürlük istedi. 

Niyazi, Enver, Talât, Cemal, Cavit, Dr. Nazım, Kara Kemal, ilk anda akla gelen bir demet, gençlik yaşlarında Türkiye’yi sarstılar. Niyazi, bu özverili genç subay daha yolun başında bir kurşunla öldürüldü. Cavit asıldı, Dr. Nazım asıldı. Kara Kemal asılmamak için intihar etti. 


«Profesyonel» oldular: Dağa çıktılar, Sultan’dan anayasa ve parlamento istediler. İstediklerini elde ettiler; kısa bir zaman içinde istediklerinin yalnızca hayal kırıklığı getirdiğini anladılar. Vaz geçmediler. Enver ve Talât, otuz yaşlarında, ellerinde silah başbakanlığı bastılar. Başbakan Büyük Kâmil Paşa’dan istifa dilekçesi aldılar; Sultan’dan Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazamlığa atanması için ferman çıkardılar. 

Başbakan ve Harbiye Bakanı Mahmut Şevket Paşa da çok yaşamadı. Harbiye Bakanlığı’ndan Başbakanlığa giderken, arabasının önüne bir engel çıktı. Yavaşladı. Hücuma uğradı. Yaveriyle birlikte öldürüldü. 

Kurtuluş Savaşı’nın ve gene Cumhuriyet’in liderlik kadrosunda ve başlarda şu isimler yer aldı... Mustafa Kemal: Osmanlı döneminde Üçüncü Ordu Kıtaatı Müfettişi. Ordu komutanlığına denk düşüyor; Mustafa Kemal, paşa rütbesini ve Vahdettin’in «Fahri Yaveri Hazreti Şehriyarı» unvanı ile kordonunu taşıyor. Bir kaç kez bakan olmak için başvuruda bulunuyor... Kâzım Karabekir: Doğu Anadolu’ya hâkim 15nci Kolordu Komutanı. Bir paşanın oğlu; Genel Kurmay Başkanlığına getirilmesi söz konusu oluyor... Fevzi Çakmak: Harbiye Bakanı. İlk önceleri Kurtuluş Savaşı’na karşı tutum alıyor ve Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen kadrosunun idamını istiyor... Rauf Orbay: Bahriye Bakanı. İsmet İnönü: Osmanlı dönemi Milli Savunma Bakanlığı müsteşarı. Kurtuluş Savaşı’na geç katılanlar arasında yer alıyor... Ali Fuat: Paşa oğlu; merkezi Ankara’da olan ve Orta Anadolu’ya hâkim 20nci Kolordu Komutanı. 

Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrosunu Osmanlı Devleti’nde kariyer yapmış isimler meydana getirdi. Kurtuluş Savaşı’nı, belki isim değil fakat rütbe ve kariyer yapmış kişiler yönetti. Yönetici kadronun pek çoğu ihtilal yoluna geç yaşlarında girdiler. 

Niyazi, Enver, Talat, Cemal ve diğerleri yirminci yüzyıl Türkiye’sinin ilk büyük umut dalgasını yarattılar ve yaşadılar. Yirminci yüzyıl Türkiye’sinin ilk coşkulu on yılını kurdular. Bir bölümü, izleyen kırımlı on yılın başında, bir bölümü ortasında, bir diğer bölümü, yeni bir on yılın eşiğinde öldüler. Öldürüldüler.


İttihat ve Terakki’nin ünlü militanı, destan adamı, Yakup Cemil’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kararı üzerine kurşuna dizilmesinin görgü tanıkları tarihe şu notu düştüler: Hıyaneti Vataniyeden idama mahkûm Yakup Cemil’in 4 nüfuslu ailesine, hidematı vataniyeden beher nüfusa otuz üçer kuruş maaş bağlanmıştı. Böylesi, belki de yalnız, yirminci yüzyılın ilk yirmi yılında, ideolojik yumuşaklık ile eylemsel şiddeti en uç noktalarından birleştiren Türkiye’de olabiliyor. Vatana hıyanetten kurşuna dizilenin ailesine aynı zamanda, vatana hizmetten maaş bağlanıyor. 

Yakup Cemil’i kurşun yağmurunu göğüslemeye götüren iki kusur saptanabiliyor. Birisi, Yakup Cemil’in İttihat ve Terakki karşıtlarına son derece şiddetli ve acımasız davranması oluyor. Yakup Cemil, karşıtlarını yok etmeyi yaşamının anlamı haline getiriyor. İkinci kusuru, daha politik bir renk taşıyor: Yakup Cemil, Enver’de simgeleşen İttihat ve Terakki’nin Almancı politikasına karşı net bir İngilizci politika izlenmesini istiyor. Sanki Türk aydını teorik köksüzlüğü içinde, eylemden gelen bir sezgi ile Büyük Britanya İmparatorluğu’nun dünya yüzeyinde güç kaybını duyuyor. Yakup Cemil kurşuna diziliyor; bir diğer saf İngilizci, Osmanlı döneminin ünlü Maliye Bakanı, Lozan Barış görüşmelerinin Türk delegasyonu üyesi Mehmet Cavit, İzmir Suikastı davasının sonuca bağlanmasına kadar yaşayabiliyor. Asılıyor. 


Enver de acımasız; teori ile pratiğin şiddetinde bir büyük eşitsizlik var. Enver yalnız Yakup Cemil’e karşı değil, kendi ailesine de acımasız davranabiliyor. 

Aktarıyorum: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Meşrutiyet lehine yaptığı ilk fiili hareket, İsmail Canbulad Bey’in yardımıyla Mustafa Necip Bey tarafından Selanik Merkez Kumandanı Kaymakam Nazım Bey’e yapılan suikasttır. Kaymakam, yarbay demek oluyor. Yarbay Nazım, Enver’in eniştesidir; buna rağmen, Cemiyet azalarını meydana çıkarmaya çalıştığı için bu suikastı Enver de onaylıyor ve eniştesinin evinde bulunarak suikastın gerçekleştirilmesini sağlıyor. 

İttihatçı aydınları meydana çıkaran Yarbay Nazım’a yapılan suikastta Enver ile birlikte görev alan İsmail Canbulad, İzmir Suikastı Davası sonunda asılıyor.

Şimdi biraz da Doktor Nazım’dan söz etmek gerekiyor. 

İttihat ve Terakki'nin son kâtib-i umumisi Mithat Şükrü Bleda, Mustafa Kemal’in sağlığında elde ettiği milletvekilliğine bir şükran borcu sonucu olabilir, Mustafa Kemal’i hoşnut edecek düzeltmeleri içeren anılarında Doktor Nazım’ı anlatıyor: Doktor Nazım Paris Tıbbiye Mektebi’nden mezun olmuş ve Fransa’nın başkentinde bir hastanede vazife almayı başarmıştı. Ahmet Rıza Bey ile faaliyetlerine devam ettikleri ve İstanbul’un bundan haberi olduğu için Abdülhamit’in mahkemeleri her ikisini de idama mahkûm etmişti. İdam kararı, Abdülhamit’in zamanında yerine getirilemiyor. 

Fransa’da doktor, Abdülhamit’in idama mahkûm ettirdiği, Nazım, Paris’te kalmak istemiyor; ihtilal mesleğinde yürümek için Türkiye’ye girmeye çalışıyor. Yunan komitacılarıyla anlaşıyor ve Selanik’e sızıyor. Bundan sonrasını, o zamanlar Selanik’te olan Bleda yazıyor: Ne var ki Nazım, o bizim bildiğimiz, tanıdığımız Nazım değildi. Karşımızda başında kocaman bir sarık, sırtında geniş bir cüppe, çenesinde kocaman bir sakal ve burnunun üstünde iri siyah gözlükler olan bir hoca vardı. O modern giyinişli, tuvaletine düşkün kibar yapılı Nazım gitmiş, karşımıza bir hoca efendi gelmişti. Bu kıyafet değişikliğini kendisi düşünmüş hatta bir de isim takmıştı, bu hocaya: Hoca Yakup Efendi.Doktor Nazım, bir süre Selanik’te Hoca Yakup Efendi oldu. Daha sonra İzmir’e sızdı. Paris Tıp Fakültesi’nden mezun Nazım, bu kez İzmir’de tütüncülük yapmaya başladı. Buradaki eylemlerini de Mithat Şükrü yazdı: Kendisi tütün satmak bahanesiyle vapurlara serbestçe girip çıkıyor, Selanik’e sevk edilecek askerlerle temas olanağı buluyordu, Nitekim bu sayede birçok subay ile dostluk kurmuş onlara İttihat ve Terakki’nin amacını izah etmiş ve memleketi kurtarmak yolunda faaliyetlerini anlatmıştı. Doktor Nazım da İzmir Suikastı Davası sonuçlanınca asıldı. 

Doktor Nazım, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar yaşayabildi. Mithat Sonrası aydınların hepsi bu kadar şanslı olamadı. Ahmet Samim’i Cumhuriyet’e ulaşamayanlar arasında hatırlamak gerekiyor. Bir yanıyla Cumhuriyet’in eşiğine adımını atarken on beş arkadaşı ile birlikte Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi’yi hatırlatıyor. Ahmet Samim de, İttihat ve Terakki çevresi içinde doğuyor ve büyüyor. Servet-i Fünun Dergisi’nin sahibi Ahmet İhsan, anılarında, Ahmet Samim Servet-i Fünun’un ve matbaasının içinde büyümüş ve yetişmiş ateşli bir genç idi” diye yazıyor. 


Daha sonra Ahmet Samim de, tıpkı Mustafa Suphi türünden, İttihat ve Terakki karşıtlığını yaşamının temel ilkesi haline getiriyor. «Sadayi Millet» gazetesinde İttihat ve Terakki’ye karşı sert bir muhalefet sürdürüyor. Ahmet İhsan Sadayi Millet gazetesinin Rumlar tarafından yardım gördüğü malum idi görüşünü yazıyor. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal ile İttihat ve Terakki arasındaki sürtüşmeleri, diğer birçok endişeyi örten bir karşıtlık düzeyinde anlıyor. Mustafa Kemal’in liderliğini kazandığı Kurtuluş Savaşı ile İttihat ve Terakki arasında ve sınıfsal tabanda ciddi bir ayrılık olmadığını göremeyecek kadar sınıfsal çözümlemeden uzak ölüyor. Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrosu, bağımsızlık savaşı içine kendi ideolojilerinin dışında akımları almamaya, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak kadar önem veriyorlar. İttihat ve Terakki kadro ve ideolojisinin Kurtuluş Savaşı’na katılımının önünde yalnızca kişisel liderlik kaygıları duruyor; abartmalı ittihat ve Terakki düşmanlığının sağlıklı değerlendirme gücünü körelttiği Mustafa Suphi ise Mustafa Kemal ile İttihat ve Terakki'ye karşı bir cephe kurmayı düşlüyor. Bir cephenin lider kadrosunu oluşturacak kadar seçkin yoldaşlarıyla, Sovyet Rusya’da kurulmuş Türkiye Komünist Fırkası’nın önde gelenlerinden oluşan bir grupla Türkiye’ye geliyor. Ankara’ya ulaşmadan Karadeniz’de tuzağa düşüp boğuluyorlar. 

Ahmet İhsan, Ahmet Samim’in beynine kurşun kılıp parçaları karşıdaki duvara yapıştırıldığı gece onun yanında ve kolunda muhterem mebusumuz Fazıl Ahmet Bey bulunuyordu diye yazıyor. İç Savaş koşulları, Aydın Üzerine Tezler’in birinci kitabının temel tezlerinden birisi oldu, hep ve öncelikle ülkenin seçkinlerini alıyor; ortadan kaldırıyor. 

[📷 Ahmet Samim & Hasan Fehmi, (Nostalji Arşivi).] 

Ahmet Samim, İttihat ve Terakki militanlarının ortadan kalrdığı ünlülerden birisidir. Hasan Fehmi bir diğeridir. Hasan Fehmi için yapılan cenaze töreninde bütün İstanbul yürüyor. İttihat ve Terakki aydınları, kendilerine yönelik bir gerici kalkışmanın kâbusunu duyuyorlar. 

13 Nisan 1909 Askeri Ayaklanması’nda, Aydın Üzerine Tezler’e kadar 31 Mart İrtica Hareketi olarak adlanrılıyor, böyle bir kalkışma kâbusunu duymaktan öte yaşıyorlar. Duymak ile yaşamak arasında yalnızca bir hafta var: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin taşkın karşıtı Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi ile yanındaki arkadaşı eski kaymakam Şakir’in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmeleri 6 Nisan 1909 tarihine rastlıyor. Tarihçi bakışı, Hasan Fehmi’nin öldürülmesinin 13 Nisan Ayaklanması’nı çabuklaştırdığını gösteriyor. Sina Akşin, Ertesi günü Babıali’de ve Meclis önünde Darülfünun öğrencilerinin önderlik ettiği gösteriler yapıldığını yazıyor. Bazı subayların Harbiye Bakanı’na başvurarak İttihat ve Terakki’ye ders vermek istediğini dile getirdiklerini ekliyor. 

13 Nisan Ayaklanması, yirminci yüzyılın başlarında, Türkiye’de bir iç savaşı başlatmıyor; yalnızca sürmekte olan iç savaşın daha açık bir görünüm olmasını sağlıyor. İç savaşın, yoğunluğunu artırıyor; denebilir. 

İç savaşta, yoğunluk ve şiddet, zaman içinde değişim gösteriyor. 

Boğaz’da demirlemiş donanmaya bağlı Asar-ı Tevfik harp gemisinin süvarisi Ali Kabuli, 13 Nisan Ayaklanması’na karşı bir tutum alıyor. Askerlerini ve harp gemisini hazırlıyor, Dolmabahçe önlerinden Abdülhamit’in oturduğu Yıldız Sarayı’nı topa tutmaya karar veriyor. On dokuzuncu yüzyılın başında Türkiye’de yaşanan iç savaşta, Haliç’ten, lstanbul’un ve Topkapı Sarayı’nın topa tutuluşunu akla getiriyor. Ancak bu kez yalnızca akılda kalıyor. 

Süvari Ali Kabuli’nin tayfaları, askerler. 13 Nisan Ayaklanması’na bağlı kalıyorlar. Süvarilerine isyan ediyorlar. Bundan sonrasını, isyanın gelişimini, bir kaynak şöyle yazıyor: Asar-ı Tevfik gemisinde isyan eden bahriye askerleri Ali Kabuli Bey’i Yıldız Sarayı’na kadar götürmüşler ve Sultan Abdülhamit’in gözü önünde bu mert zabiti parçalamışlardır. Bu kahraman süvari, 31 Mart hadisesinin en acınacak kurbanlarından biridir. Kurbanlarından yalnızca birisidir. 

13 Nisan Ayaklanması can aldı. 13 Nisan Ayaklanması’nı bastırmak için can verildi. Ayaklananlar, kolaylıkla teslim olmadılar. Ayaklanan askerler, kendilerine katılan subaylarıyla birlikte direndiler. Kışlalarının içinde savunmaya geçtiler. Bu nedenle, ayaklananların kışlalara çekilmesine kadar devam eden sokak savaşlarına ek olarak, gönüllülerden oluşan Hareket Ordusu, direnen kışlalara hücum etmek zorunda kaldı. Davutpaşa, Taksim ve Taşkışla kışlalarındaki direnişi kırmak için kanlı savaşlar zorunlu oldu. Bu savaşların sonucunda, bir kaynağa göre, iki tarafın verdiği kayıpları saptamak mümkün oldu. Bunlar, karşılıklı ateş sonucunda kırılanlar; Hareket Ordusu’nun İstanbul’u teslim almasından sonra, başta Derviş Vahdeti olmak üzere ayaklanmaya öncülük edenlerin idam edildiklerinin de eklenmesi gerekiyor. 

Tekrar etmem gerekiyor: iç savaş, düzenli cephelerde yapılan dış savaşlara göre çok daha fazla seçkinin yaşamına mal oluyor. İç savaşta taraflar hem karşılıklı olarak seçkinlerin canını almayı tercih ediyorlar ve hem de zaman içinde kurulan üstünlükler süresince idam sehpalarını kuruyorlar. 

13 Nisan Asker Ayaklanması bastırıldıktan sonra idam sehpaları kuruluyor. Birinci Büyük Savaş’ta Türkiye yenildikten sonra yine idam sehpaları çalışıyor. Yine tekrarlamak gerekiyor: Bir ulusun tarihindeki her dış savaş aynı zamanda bir iç savaştır. Bu, en çok Kurtuluş Savaşları için doğrudur.

 

Yalçın Küçük, İttihat ve Terakkinin Birinci Dünya Savaşı’nı Türkiyenin bir Kurtuluş Savaşı olarak düşündüklerine, önceki bölümde, (Dalgalar ve Kırımlar – ŞS), uzun uzun değiniyor. Şimdi de buna; Mithat’ın ölümünden sonraki, öğrencilikten yetişen profesyonellerin ideolojik çeşitliliğinin özetini eklemek gerektiğini düşünüyor. Yirminci yüzyılın başında gelişen Türkiye entelijansiyası için Batılılaşmak bir umut, İslamcılık bir ödün. Türkçülük ise bir çaresizliktir. Şöyle devam ediyor Yalçın hoca: 

Birinci Büyük Savaş’a, bir Kurtuluş Savaşı gözü ile baktıktan sonra, savaşın pratiği, pratiğin ürünü olan Türk aydınına, Anadolu’yu saflaştırmayı bir zorunluluk olarak gösterdi. Birinci Büyük Savaşın bir parçası olan Doğu Anadolu’daki Türk Savaşı, bu bölgede yoğun bir biçimde yaşayan Ermeniler nedeniyle, aynı zamanda, bir savaşa dönüştü. Cephede savaşan Türk ordusu, geride Ermenilerle de savaşmak zorunda kaldı; bağımsızlık savaşını başlatan Ermeniler Türk ordusunun arkasını sürekli olarak tehdit etti. Ayrıca aynı bölgede yaşayan Türkler için de sürekli bir endişe kaynağı oldu.

 

«Ermeni Tehciri» adıyla bilinen Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenilerin zorla Mezopotamya ve Suriye’ye sürülmeleri, İttihat ve Terakki’nin Anadolu’yu saflaştırma, bir başka deyişle, Anadolu’yu Türkleştirme kararının bir uygulamasıydı. Yüz binlerce Ermeni’nin kaybına yol açan bu girişim, diğer yandan ve pratik açıdan, Misak-ı Milli’nin bir önceden yazımından başka anlam taşımıyordu. Misak-ı Milli de, iç savaş zorlamalarının sonucunda yazıldı. 

Misak-ı Milli’yi yazan son Osmanlı Meclisi’nden önce, Birinci Savaş’tan yenilgi ile çıkan Osmanlı Devleti’nde işbirlikçi hükümetler, Ermeni Tehciri davasını açtılar. Mütareke döneminin emperyalistlerin güdümündeki Türk hükümetleri, Ermeni Tehciri davasıyla ilgili görüp de yakalayabildikleri Türk aydınlarını idam sehpasına yolladılar. Türk aydın tarihinde «Kürt Mustafa Divanı» olarak bilinen bir mahkeme, Ermeni Tehciri Davası ile ilgili olarak birbiri arkasından idam kararları verdi; 27 Mayıs 1960 tarihinden sonra, bir ara, Hürriyet Meydanı olarak adlandırılan Beyazıt Meydanı, idamların yapıldığı alan oldu.

 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İslam ülkelerinde, kendi doğrultusunda, ihtilalleri örgütlemek ve gerçekleştirmek üzere kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Özel Örgüt’ün, yöneticilerinden Hüsamettin Ertürk, rgü tanığı oldu. Şunları tarihe bıraktı: Bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti (şimdiki İstanbul Üniversitesi- ŞS) kapısından çıkan süngülü bir müfreze askerin ortasında, yüzü gözü solmuş, üstünde beyaz bir gömlek bulunan, takriben 35 yaşlarında, mağdur Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey görünmüştü. Yavaş yavaş yürüyor, şimdiki rektörlüğün önündeki darağacına yaklaşıyordu. Oldukça metin ve sakindi. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’e son sözleri soruldu; Kemal Bey, soruyu cevaplandırmak yerine, idamın seyrine gelen halk kalabalığına haykırmayı tercih etti: Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun adalet! Kemal Bey, bunları haykırdı. Vasiyetini bıraktı ve asılarak öldü. 

Böyle öldüler.

Ölümde şiddet oldular.

Umutlu bir on yılla başladıkları savaş içinde kırıldılar.

Darwinist anlamda yaşadılar ve belirlediler. Çevrelerini güçlü inançlarıyla değil şiddetli ölümleriyle beslediler. On yılların, eylemlerinden süzebildikleri ölçüsünde kalıcı olabildiler. Bu, tarihin mantığı içinde kaldıkları anlamına geliyor.

 

Peki, «JÖN TÜRK» ne anlama geliyor? Yalçın Küçük’e göre bunun da üzerinde düşünmek gerekiyor; en azından bir nedenle. 

Jeune veya Young Türk deyimleri Türkler için bulunmadı. On dokuzuncu yüzyılda, yenileşmesini geciktirmiş İtalya ve İspanya ve hatta Fransa tünden ülkeler için Genç İtalya, Genç İspanya deyimleri bulundu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de de Genç Osmanlılar, kurucularının sözleriyle Erbab-ı Şebab-ı Türkistan, ortaya çıkınca Türkiye ile çok yakından ilgili Avrupa bunu Genç Osmanlılar veya Jön Türkler olarak isimlendirdi. 

Zaman içinde Genç İtalya, Genç İspanya ve diğerleri, yalnızca tarihçilerin bilip de hatırladıkları sözcük takımları olarak kaldılar. Genç Türk deyimi ise yaşamakla kalmadı; çok açık bir biçimde tanımlanmamakla birlikte tekrar ve bu kez bir kavram olarak dünyanın ve Batı ülkelerinin kullanımları içinde yer aldı. Batı ülkelerinin bilgiç günlük kullanımında Young Turk deyimi sık sık geçer oldu ve geçerliliğini korudu. 

Jön Türk kavramını şöyle anlıyorum: Aynı türden iki insan gurubundan birisinin iktidar ve diğerinin muhalefet olması ve muhalefetin, teorik bir farklılığa ve kütleleri harekete geçirmeye fazla ihtiyaç duymadan iktidara geçmesi. Ancak teorik bir farklılaşmaya geçilmeden ve kütle tabanını güçlendirip harekete geçirmeden iktidara geçebilmek için örgütsel planda büyük bir güçlülük ve eylemsel alanda ise şiddetli bir akıcılık gerekiyor. Jön Türklerde bu var. 

Burada bir paranteze gerek var: Bilimin gelişiminde sezginin, şimdiye kadar kabul edile gelindiğinden çok daha önemli bir yeri var. Sanatçıda bu önem çok daha fazla: sezgi bilim adamı ile sanatçı arasında köprü kuruyor. Sanatçının, sanatı ve kişiliği ayrı: sanatı ve kişiliği beğenilmeyen bir sanatçıda da sezgi olabilir. Sezgisi olan sanatçı sezgisini, sanat dışında da gösterebilir ve gösteriyor.

 

Yahya Kemal, anılarının bir yerinde, şunları yazıyor: Pierre Qillard’ın Ahmet Rıza Bey’e bir gün ‘Sizin siyasi fikirlerinizle Abdülhamit’in siyasi fikirleri arasında zerre kadar fark yoktur!’ demesi, Ahmet Rıza Bey’in o zaman zannettiği gibi, asla bir tahkir değildi. Bir tahkikti, bir hakikati ifade ediyordu. Bu hüküm doğru idi. Ahmet Rıza Bey’in ve hepimizin o zamanki fikirlerimiz, tıpkı Abdülhamit’in fikirleri gibi, mevcut Memalik-i Osmaniye’de kendi milli tefevvukumuzu temin etmek hedefine müteveccihti 

Gerçekten de öyle, Abdülhamit çizgisi ile İttihatçı aydın arasında hiç bir ayrılık olmadığı düşüncesi abartma olsa bile, iki çizgi orasında pek çok ortak nokta bulunacağı kolaylıkla kabul edilebilir. 

Anılarının bir başka yerinde Yahya Kemal, yalnızca iktidar ile muhalefet arasında bir benzerliği aşarak, İttihat ve Terakki hareketinin en önde gelen kalemi Hüseyin Cahit ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en azgın karşıtı Ali Kemal orasında bir karşılaştırma yapıyor. Uzun zaman Jön Türk hareketinin içinde bulunan ve daha sonra Abdülhamit’e sunduğu bir dilekçede on beş yıl Jön Türk hareketinin içinden jurnaller yazdığını övünçle anlatan Ali Kemal ile İttihat ve Terakki içinde ve Osmanlı döneminde Latin harfleri savunacak kadar ileri bir çizginin sahibi olan, fakat Mustafa Kemal’e karşı kişisel kızgınlığı nedeniyle hilafetin kaldırılmasına bile karşı çıktıktan sonra bir istiklal Mahkemesi deneyiminden bir daha gazetecilik yapmayacağına dair söz vererek kurtulan Hüseyin Cahit, uzun yıllar iki ayrı siyasal kampın başyazarı ve ideoloğu oldular. 

Cumhuriyet’in eşiğinde, Kurtuluş Savaşının başlanda, İstanbulda Pera’da berberde tıraş olurken kaçırılıp İzmit’te linç edilen; Demokrat Parti dönemlerinin büyükelçisi Zeki Konuralp’ın babası, Ali Kemal ile Demokrat Parti’ye muhalefet eden İsmet Paşa’nın başyazarı iken ölen Hüseyin Cahit Yalçın hakkında, Yahya Kemal, şunları yazdı: Menfaatler ve mukadderat bu iki adamı mâkûsen mütenasip saflarda bulundurabilirdi demek büsbütün yanlış olmaz.Bugünkü dille, pek âlâ birbirinin oldukları yerlerde olabileceklerini anlatıyor. Katılıyorum. 

İktidar ile muhalefet arasındaki yakınlığı, ezen ile ezilenin ideolojik benzerliğini, sezdikten sonra birbirine düşman iki başyazarın tarih içindeki yerlerini pek âlâ değiştirebileceklerini ekleyen Yahya Kemal, İttihat ve Terakki’yi de aynı açıdan derlendiriyor. Şunları ileri sürüyor: İttihatçı ittifakının içinde en dinsiz masonlar yanında en şedid İslam ittihatçıları; en geniş insaniyetçi ve medeniyetçiler yanında en dar kafalı milliyetçiler bulunduğu gibi, en seciyeli tanınmış adamlarla seviyesizlikleri herkesçe malum adamlar, maddi menfaatlerden uzak, temiz vatanperverlerle vurguncular ve harp zenginleri yan yana ve birbirini çok sever olarak görülüyordu.

 

Şair Yahya Kemal, “Aydın Üzerine Tezler”de ısrarla tekrarlanan ideolojik sığlığı böyle anlatıyor. Buna karşın, İttihat ve Terakki’nin bir örgüt olabilmesini Talat’ın siyasal becerisine bağlıyor. Devam ediyor: Böyleyken İttihad-ü Terakki dağılmadı. Bu terkibi Talat vücuda getirmiştir. Onun cazibesi, onun herkesi kendine, sonra Cemiyet'e bağlayışı, onun binlerce insanı en yakın arkadaş vehmini vererek idare edişi, bu birliğin mayası idi. Bir dönemde «Dahi Siyasetçi» olarak kabul ve ilan edilen Talat’ın mutlak bir rolü olmalı; fakat bu kişisel cümbüşün oluşumunun başka nedenleri de bulunmalı. 

Paris’te siyasal bilimler eğitimi gören Şair Yahya Kemal’den bir uzun aktarma daha yapmak ihtiyacı duyan Yalçın Küçük şöyle devam ediyor: 

Bu, yalnızca Yahya Kemal’in hakkını ve katkısını belirtmek için gerekli oluyor. Yahya Kemal, Aydın Üzerine Tezler’de yer alan tezlerden birini önceden görüyor. Yalnızca eyleme dayalı bir siyaset dehasının, deha olduğu kabul edilse bile, kendinden sonraki kuşakları etkileyemeyeceğini açıklıkla yazıyor. Çünkü Abdülhamit’in siyaset hocası ve devrinin hakiki timsali olan Küçük Said Paşa ile onun zıddı kâmili olan Ömer Naci’yi yahut da cins, ahlâk ve fikirde o derece birbirine zıt olan Karasu Efendi ile Hayri Efendi’yi yahut da demirden seciyeli bir adam olan Doktor Nazım’la seciyesizliği temsil etmiş olan Doktor Tevfik Rüştü’yü bir arada, senelerce halhamur etmek mucizesini gösteren büyük bir politikacı zamanında ne kadar sihirkâr olursa olsun öldükten sonra istikbalin nesillerine tesir edemez. Bunun nedenini de şöyle görüyor: İstikbalin nesillerine, bilakis, hayatlarında yekpare kalmış dikine gitmiş, bir tek fikir uğruna tek başına kalmayı tercih etmiş olanlar tesir edebilirler. Bu son cümle, aydının tanımını etkiliyor. 

Açıklık getiriyor: Yalnızca bu dönemde değil, ancak şimdi söz konusu olan bu dönemdir. Türk aydını yüzeysel olana şiddetle bağlanabildiği için İttihat ve Terakki’nin önde gelen kadrolarının kırılmasından sonra ve ikinci takımına cephe alınarak İttihat ve Terakki’den kalan çizgiyi sürdürmek mümkün olabiliyor. Bunu görememek ve Kemalistlerin, kendinden önceki tüm yenilikçi aydınları kötülemeyi bir ‘bilim’ düzeyine çıkarma çabaları, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının İttihat ve Terakki’nin eteklerinden çıktığı gerçeğinin ihmaline yol açıyor. 

Yüzeysel olana şiddetle bağlanmak, benzerler arasındaki kavgayı abartmayı anlatıyor. Abartma iki düzeyde ortaya çıkabiliyor; bir kez çağdaş benzerler kendi aralarındaki ayrılıkları abartarak şiddetli bir kavgayı yaşayabiliyorlar. Sonradan gelenler tarafından böyle bir kavganın küçültülerek değerlendirmesi zorunlu oluyor. Fakat tam tersi görülüyor; küçültülmesi gereken kavga, olduğundan da büyük gösterilerek izleyen kuşakların bilincine yazılmak isteniyor. 

Perspektiften yoksun tarih yazarlarının, romanda edebiyattan daha çok tarih tezi üretmeye meraklı olanlar da buraya giriyor. Pek çok abarttıkları bir olgu var: Ahmet Celâlettin Paşa Misyonu. Birçok romanlarda ‘Serhafiye Ahmet Celâlettin Paşa’ olarak önemli bir yer alıyor ve Türk aydınının Türk aydınını kötülemesinin önemli dayanaklarından birisi oluyor. Üzerinde durmam gerekiyor. Çünkü Ahmet Celâlettin Paşa misyonlarıyla ilgili olarak şimdiye kadar yazılanlar doğru ile yanlışı iç içe sunuyor; tek başına yanlıştan daha karartıcı olabiliyor.

 

Abdülhamit’in sütkardeşi Ferik Ahmet Celâlettin, 1897 yılının sonunda Avrupa’ya ihtilalci aydınlarla anlaşarak, bu gençleri, ihtilal mesleğinden döndürmek için gönderiliyor. Paşa, bu misyonlarını zaman içinde tekrarlıyor. İhtilal mesleğinden dönmenin karşılığı, isteyenin Türkiye’ye rahatça ve hiç kuşkusuz Osmanlı Devleti’nden yolluk alarak dönmesini, isteyenin devletten burs alarak Avrupa’da öğrenimini sürdürmesini, ve bir bölümünün de Avrupa’daki çeşitli büyükelçiliklere memur olarak atanmasını kapsıyor. Misyon, ilkinde ve çoğunda başarılı oluyor. 

Ahmet Celâlettin Paşa’nın ilk Avrupa seferinde Ahmet Rıza, Doktor Nazım ve Hoca Kadir Efendi’nin dışında Jön Türk aydınlarının pek çoğuyla anlaşma sağlanıyor. 

Bu, bir gerçek, birçok yerde Türk aydınını toptan ve kolayca satın alınabileceği görüşüne temel oluyor. Düzeltici eğilimlerle birlikte ele alınması gerekiyor. Burada, kısaca, düzeltici eğilimlerin bir bölüğünü yazıyorum. Birincisi şu: Türk aydınının geçmişinde memur olmak ile muhalefet birbirine zıt görünmüyor. Kemal ve Ziya Paşa, diğerleri, ünlü muhalefetlerini hep kamu görevlisi olarak yapıyorlar. Yüzeysel tarihlerde Ziya Paşa’nın Suriye’ye sürüldüğünün yazılması, Şam’a vali olarak gönderilmesini anlatıyor. Kemal, Erzurum’a vali yardımcısı olarak gönderiliyor. Hüseyin Cahit ünlü ve sert yazılarına Vefa Lisesi’nde öğretmen olarak devam ediyor. 

Türk aydınının doğumunda muhalefet yapabilmek için kamu görevi bir hak olarak görünüyor. Türk ilerici hareketi çok uzun yıllar memur muhaliflerin omuzunda yaşıyor. Burjuvazinin zayıf, dönek ve korkak olduğu bir zamanda, serbest mesleklerin gelişmediği bir ülkede, çok sınırlı yazıcılık mesleği dışında, bir muhalifin yaşaması için kamu görevlisi olması kaçınılmaz görünüyor. İktidar, sanki bu kaçınılmazlığı kabul ederse, muhaliflerine de kamu görevi vermeyi bir ilke sayıyor. 

İkincisi şu: Ahmet Celâlettin Paşa misyonunun başladığı zaman, 1897 yılı, Türk ilerici ve aydın hareketinin çok büyük bir gerileme dönemi ve bunalımı yaşadığı günlere denk düşüyor. Girit’te kazanılan geçici başarı ve Almanya İmparatoru’nun Türkiye’yi ziyaretleri, Abdülhamit’in prestijini en yüksek noktaya çıkarıyor. İzleyen zaman kesiti başka gelişmeleri de beraberinde getiriyor; ancak ilk Ahmet Celâlettin Paşa misyonunun başarısında umutsuzluk ve Abdülhamit ile gerçekten anlaşma düşüncesi önemli bir ağırlık kazanıyor. 

Üçüncü noktaya geliyorum ve bir kaynaktan aktarıyorum [*Ahmet Bedevi Kuran, op. cit., s.373]: Ahmet Celâlettin Paşa, Sultan Abdülhamit tarafından, ilk defa Murat Bey’i İstanbul’a davet için Avrupa’ya gönderilmiş ve bu vazifede muvaffakiyet göstermişti. Bilahare Damat Mahmut Paşa için de aynı vazifeyi deruhte etmiş ise de bu sefer Damat Paşa’nın azim ve celâdeti karşısında maksadı temin edemeden geri dönmüştü. Ahmet Celâlettin Paşa, bu iki seyahatten edindiği intiba ile Jön Türk emel ve gayelerinin memleket nef’ine olduğunu takdir etmiş bulunuyordu. Jön Türkleri yollarından çevirme ile yola çıkan Ferik Ahmet Celâlettin, Jön Türk yolunun ülke yararına olduğunu düşünmeye başlıyor. 

Aktarmaya devam ediyorum: Jön Türklerden avdetleri temin edilenler hakkında Yıldız Sarayı tarafından reva görülen muameleler tabına giran (usandırıcı) geldiği gibi, bizzat kendi tavassutu ile dehalet edenlere karşı yapılan vaatlerin yerine getirilmediğini görünce, kendisi de muhalefet cephesine geçmeye ve istibdata karşı mücadele açmaya karar veriyor. Serhafiye Ahmet Celâlettin, 1904 yılında muhalefete geçiyor. Bu dönem, Abdülhamit’in prestijinin tekrar azalmaya başladığı ve muhalefetin yeniden yükseldiği bir tarihi gösteriyor.

 

Tekrar ediyorum ve tezi yazıyorum: Jön Türk, iktidar ile muhalefet arasında çok büyük bir ideoloiik yakınlık demektir. 

Bu, iktidar ile muhalefetin büyük ideolojik yakınlığı, bir toplum için büyük bir teorik sığlığı anlatıyor. 

Böyle ifade edilmiş bir tez basit görünebilir; çok büyük açıklıkları taşıyor. Çok çeşitli nedenlerle; Jön Türklere özgü bu nitelik, Jön Türkler ile sınırlı kalmıyor. Bugüne kadar ve örnek olsun, zaman zaman, sosyalizan akımlara da uzanıyor. 

Uzantılarının bazısını işaret ediyorum: Teorik sığlığın saptanabildiği ortamlarda karşıt eylemler orasındaki program farklılığını abartmamak gerekiyor. Ancak şiddetli eylem, mutlak bir programı gerektiriyor. Burada, bu gereklilikten ikinci uzantı çıkıyor, kavramlar fetiş yapılıyor. Fetiş, ilkelin teori ihtiyacına karşılık veriyor. 

Ziya Bey’in Durkheimcı, Sabahattin’in Le Playci olduğu yalnızca bir fetiştir: Adem-i merkeziyet ve teşebbüsü şahsi ‘programı’ da, bir papağan türünden tekrarlanan Ahmet Rıza’nın Türkiye’nin kurtuluşunda dış müdahaleye karşı olduğu düşüncesi de bir fetiştir.

[Aydın üzerine Tezler’in daha önceki kitaplarındaki tezler hatırlanmalı: Münevver için kurtuluş, bir büyük devlete sığınmadır. Ahmet Rıza, bu temel tezin zembereğinin içindedir. Mustafa Kemal’i bu temel tezin dışına çıkarma çabaları, Ahmet Rıza ile Mustafa Kemal arasında bir ideolojik bağ kurmayı zorluyor; yapılıyor. Mustafa Kemal Paşa’nın başkanı olduğu Sivas Kongresi, resmi tarihin bütün çarpıtmalarına karşın, manda tezini ve oybirliği ile benimsiyor. Bunu göstermek, üçüncü kitabın alanına giriyor, gösterilecek.]

Ne kadar renkli bir tablo! İhtilalci gençleri yollarından döndürmek için Sultan Hamit’in paralarıyla Avrupa’ya misyonlar düzenleyen Serhafiye Ahmet Celâlettin yoldan çıkıyor ve Jön Türk muhalefetine katılıyor. Pek çok Jön Türk türünden ve modele sıkı sıkıya bağlı kalarak, bir gemiye biniyor ve gizlice ‘sürgün’ oluyor. Korfu Adası’na ve daha sonra da Mısır’a geçiyor. 

Toplumun ve akımların teorik sığlığında, lideri eylem deneyiminin yoğunluğu belirlemek zorunda. Ancak kabul edilmeli, eylemden doğan gelişmelerin derinliği olmuyor, inanç içerilmemiş eylemden çıkan etkiler ayırıcı boyutlara ulaşmıyor. Bu nedenle, ideolojik yetersizliği belli akımlarda, her katılanın hemen liderlik düşünmesini önleyecek bir engel bulunmuyor. Uzun yıllar Jön Türkleri yollarından döndürmeye çalışan Ahmet Celâlettin Paşa da, Jön Türk olur olmaz başkan olmayı da planlıyor. 

Bundan sonrasını, daha önce sözünü ettiğim kaynaktan [*Ahmet Bedevi Kuran, op. cit., s.373] aktarıyorum: Jön Türk camiasına reis olamayacağını anlayan Ahmet Celâlettin Paşa, muhalefet aleminde manevi bir mevki temin edebilmek için maddi fedakârlıklara başvurmayı tabii bulmuş ve bu uğurda, servetinden istifadeyi ihmal etmemiştir. Filhakika Jön Türklerden muhtaç bulunanlara yardımı esirgememiş ve muavenet talep edenleri reddetmemeyi prensip ittihaz etmek suretiyle az zamanda pek çok zevatın minnet ve muhabbetini celbe muvaffak olmuştur. Renkli olduğu kadar acıklı bir tablo, eklemek durumundayım. 

Türk aydınının kişiliğinde derin yaralar açan bir olgunun çözümlemesine geliyorum. Türk aydını, eylemini finanse edebilmek için, Abdülhamit’e pazarlık sonucunda satabilmek amacıyla ‘ihtilalci’ dergi çıkarmış, bunu satarak kapatmış, aldığı para ile bir aydın kümesini ve yeni bir dergiyi finanse etmeye çalışmıştır. Bu uygulamanın Türk aydınının ahlaksal bütünlüğünde habis tümörler yarattığını kabul etmek gerektiğini düşünüyorum; yazık; yalnızlığa dayanamayan ve kendi derinliğini araştırarak iç konuşmalarını yapamayan aydın, uygulamanın yol açtığı ahlaksal zaafın bilincine bile varamıyor. 

Doktor İshak Sükuti’nin Tunalı Hilmi’ye, 5 Haziran 1899 tarihinde Cenevre’den yazdığı mektuptan aktarmalara gerek var. Şöyle: Buraya, Brüksel’deki ‘Albani’ muharrirlerinden bir Hristiyan geldi. Beş parasız. Bu da bizim başımıza bela. Kendisine bakmasak Dr. Temo darılacak... Bundan maada İstanbul’dan beş parasız bir Sersem Türk daha geldi. Onları da biz besliyoruz... Vallah çıldıracağım, ne yapacağız, bilmem. Bunlar üç kişi idiler. Birisini ben Paris’te iken Ahmet Rıza Bey’le birlikte İstanbul’a gönderdik. Halil, Roma’ya memuriyetine gitti. Cenevre’deki vukuat bundan ibaret... Kürt’ten (Doktor Sükuti’nin mektubunda ‘Kürt’ kod adıyla geçen, Osmanlı Devleti’nin Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa’dır) bu ay da iane aldık. Birisi de dört frank Girit’ten gönderdi. 

Dayandığı sınıfı zayıf, utangaç, korkak bir aydın hareketinin en önemli sorunlarından birisi finansman kaynakları oluyor. 

Jön Türk aydınının en önemli finansman kaynaklarının hâlâ Mısırlı prens ve prensesler olduğu anlaşılıyor. Bunun dışında çeşitli başkentlerdeki Osmanlı büyükelçisi paşaların da yardımda bulundukları görülüyor. Bunlar, Jön Türk hareketini sınıfsal açıdan bağlayan ve sınırlandıran finansman kaynaklarıdır. 

Jön Türk aydınını ahlak açısından sınırlandıran ve yaralayan kaynaklar da var. Bunlardan birisi, örgütün mali açıdan sıkıştığı bir zamanda, çok zaman oturup günlerce tartıştıktan sonra, Avrupa’da bir büyük kentte Osmanlı Devleti’nin diplomatik misyonlarından birisinde görev almak oluyor. İttihat ve Terakki hareketinin en militan kadrolave kurucuları bile böyle bir yola en azından bir kez başvuruyor. Tunalı Hilmi’nin Madrid büyükelçiliğinde, Dr. Abdullah Cevdet’in Viyana ve Dr. İshak Sükuti’nin Roma elçilikleri doktorluklarında görev aldıkları biliniyor. 

Para karşılığında bir süre ihtilal yolunu bırakmak, Jön Türk münevverinin pratiğinde var. Kuşkusuz, bırakırken bir de ‘nedamet’ belgesi imzalanıyor. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışında ikinci başkan olan Celâlettin Arif ile zaman zaman anlamakta güçlük çektiğim övgülere layık görülen Refik Nevzat’ın da içinde bulunduğu bir büyük münevver kümesinin pişmanlık belgesi şöyle başlıyor: Delalet-i hakimanaleriyle salik-i şehrah-ı hakikat olduğumuz, yani cehalet ve tecrübesizlik saikasiyle kapıldığımız bilcümle efkâr-ı batıla ve müfsideden tecerrütle zat-ı kutsiyet semat-ı cenab-ı tacidarının mazhar-ı affı buyrulduğumuz günden beri nam-ı devletlerini vir-ü zeban-ı şükran edindik. Abdülhamit’e yazılan bu pişmanlık belgesi, bilgisizlik ve deneyimsizlikle kapıldıkları yoldan ayrılarak padişah yoluna girdiklerini belirtiyor. Meçhulümüz olan nice hakayike kesb-i vukuf ettik. Atalet ve dalalette kalmış bir cism-i biruh iken vesatet-i icazkâraneleriyle bir hayat-ı diğere nail olduk. Padişahımızın ulviyetini, enamını eltafını gördük, makam-ı Hilâfetin kutsiyetine agâh olduk, olanca sayü gayretimiz o makamın tealisine münhasırdır. Şehriyar-ı madalet nesar efendimizin en sadık hadimi olmakla müftehiriz.Padişah yoluna girince, bilmedikleri birçok gerçekleri öğrendiklerini yazıyorlar; padişahın en sadık yardımcısı olmaktan iftihar duyuyorlar.

 

Yirminci yüzyılın ilk kuşaklarını ahlak acısından mutlaka yaralamış olması gereken bir diğer finansman kaynağı da, ihtilalci dergi çıkarıp bunu kapatmak için Abdülhamitten para almaktır. ‘Kanun-i Esasi Dergisi’ bu amaçla iki kez Abdülhamit’e satılıyor; bin İngiliz lirası karşılığında kapatılıyor. Dergi çıkarıp, Abdülhamit’e satmanın çok kârlı bir iş olduğu, Jön Türk münevverleri arasındaki yazışmalardan anlaşılıyor. 

Jön Türk aydınının finansman sorununun çözümü için bulunan, aydının ahlak standartlarını zorlayan, aydın bütünlüğünde habis tümörlerin doğumuna yol açan uygulamalar, Abdülhamit döneminin ahlaksızlık üreten doğası ile bütünleşiyor. Muhalefet ile iktidar arasında teorik ayrışmanın duyulur olmaktan uzak olması, aydın hareketinin sistematik ahlaksızlığın aracı olarak kullanılmasını kolaylaştırıyor. 

Yaratılan bu kolaylık için iki örnek veriyor Yalçın hoca ve bu örneklerin şimdilik yeterli olduğunu düşünüyor. Birincisi:

 

Salahi, Abdülhamit’in sansür kurulunda üye olarak çalışıyor; padişah aleyhine yazılmış bir eseri ihbar ediyor. İzlenmesiyle görevlendiriliyor ve büyük ödül alıyor; göze giriyor. Ahmet İhsan, kardeşi Ahmet Rasim ile birlikte, bu eseri yazmış olmakla suçlandıklarını ve Zaptiye Nezareti’nde baskı gördüklerini yazıyor. Daha sonra, gençlerin önünde, Salahi’nin ihbar ettiği eseri kendisinin yazdığını kabul ettiğini de ekliyor. 

İkinci örnek ise Hüseyin Cahit’in anılarından çıkıyor; uzun olsa bile olduğu gibi aktarıyorum.

 

Abdülhamit zamanında öteye beriye yahut Avrupa’ya kaçmış adamların hepsi kendilerini hürriyet mücahidi telakki ediyorlar ve başlayan şu hürriyet düğününde ziyafet sofrasının başköşesine geçmek için nefislerinde bir hak görüyorlar. Hüseyin Cahit’in parmak bastığı davranış çizgisi Abdülhamit dönemiyle sınırlı kalmıyor; muhalefet iktidara, sol sağa transfer için bir başlangıç sayılıyor. Bu çizgi, Hüseyin Cahit’in anılarında şu şekilde anlatılıyor: Hâlbuki Abdülhamit’in sürdüğü adamlar içinde sürülmeye gerçekten layık bir takım şerirler, seciye sizler, ahlaksızlar da vardı. Ve Avrupa’ya kaçanların yük bir kısmı da şantajcılardan ibaretti. Bunlar Avrupa’ya kaçmayı yüksek maaşlı bir memuriyete kayrılmak için kestirme yol diye düşünmüşlerdi. Aydın inadı ve tünselliği çok tartışmalı Hüseyin Cahit’in ileri sürdüğü ölçüde olmasa bile, yeteneklerinin ötesinde görevlere gelebilmek için önce sürgüne çıkanların, ihtilalci örgütlerin finansman sorununu artırdıkları muhakkak. 

Hüseyin Cahit’in parmak bastığı şu kategorinin de varlığından kuşku duymuyorum: İçlerinde Saray’ca, ehemmiyet verilmediğinden dolayı, bu şantaj işini beceremeyerek Avrupa’da hürriyet mücahitliğinde ister istemez kalmaya mecbur olmuş, türlü seciyesizliklerle, ne mahiyette adam olduklarını meydana vurmuş olanlar da eksik değildi. İttihat ve Terakki münevverinin ahlakı zorlayan yöntemleri, Abdülhamit’in ahlaksızlığı besleyen döneminde, başka bir işe yeteneği olmadığı için ihtilal mesleğini sakin bir liman sayma eğilimlerine yol açabiliyor. 

Amaca ulaşmak için izlenen yollar habis tümörlerle doluysa, amacın eşiğinde kanserden ölmek kaçınılmaz oluyor. 

Şimdi gelelim şu meşhur Gençlik Örgütü: İttihat ve Terakki meselesine. Yalçın Küçük şöyle bir girizgâh yapıyor...

 

Eşitsiz gelişmeden söz etmenin sırası, yeniden, geldi. Abdülhamit, kendisini tahta çıkaran dinamiğin bir daha işletilmemesi için, bir daha işletmek Abdülhamit’i tahtından etmek demek oluyor, çok özenli davrandı. Mithat Paşa, Abdülazizi tahttan indirip Murat’ı çıkarmada, Murat’ı indirip Hamit’i tahta oturtmada öğrenci gençlikten yararlandı: öğrenci gençliği eylemli olarak politikaya soktu. Softaları, zamanın üniversiteleri demek olan medreselerin öğrencilerini ve Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın prestijinden yararlanarak Harbiye’yi harekete geçirdi. 

Hamit, başka nedenlerle birlikte, medreselere karşı cephe açtı; yeni yüksekokullar kurdu. Harbiye’yi ise çok sıkı bir denetim altına aldı. Mülkiye'yi, şimdiki Siyasal Bilgiler Fakültesi, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane yaparak kendisine bağladı: Mülkiye uzun süre Hamit’e bağlı tutucu bir yükseköğretim kurumu olarak kaldı. 

Tıbbiye’de kuruldu. Daha doğrusu Askeri Tıbbiyede kurulan hızla gelişti ve çok önemli bir örgüt oldu. Yoksa, Hamit zamanında ve teorinin öneminin bilincine varılmamış bir dünyada, iki öğrenci bir araya geldiğinde gerçek veya hayali bir örgüt kurabiliyordu. Mithat’ın ölümünden sonra duyulan çaresizlik, yaşlı kuşakların çekingen ve teslimiyetçi tutumları, değil yükseköğretim kurumu öğrencilerini lise ve hatta ortaokuldakileri bile ihtilal yoluna itiyordu. Ancak bunlardan çoğu ya düş düzeyinde kalıyor ya da ölü doğuyordu. 

Askeri Tıbbiye’nin önde bir rol olmasının ve uzun süre gizli aydın örgütlerine beşiklik yapmasının hemen saptanabilen bir nedeni var: Örneğini Hidiv Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ından almakla birlikte Türkiye’de Batı modeline göre kurulan yükseköğretim kurumlarının başında geliyor. Uzun yıllar Askeri Tıbbiye yabancı dilde, Fransızca, eğitim yapıyor. Türkiye’de doktorlar, Fransızca konuşamasalar bile, belli bir rahatlıkla Fransızca metinleri okuyabilecek kapasite ile mezun oluyorlar. Dış dünyaya açılan bir pencereleri var.

 

Bu bölümde adları geçenlerden Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sükuti, kendileri gibi Askeri Tıbbiye öğrencisi Mehmet Reşit’i aralarına alarak İttihat ve Terakki örgütünü kuruyorlar. Bunlardan yalnızca İbrahim Temo (*) nasıl kurulduğu konusunda anılarına yazıyor. 

(*) Kuruluş ne iktidar arasındaki zaman bir kuşağı aşıyorsa, öyle söyleyebilirim, kurucuların yazgıları çeşitli ve acıklı olabiliyor. İttihat ve Terakki kurucusu Doktor Temo, daha sonraki İttihat ve Terakki yöneticileriyle uyuşmazlığa düşüyor. Darülaceze müdürlüğüne getiriliyor ve atılıyor. Romanyalı oluyor. Balkan savaşında geliyor ve doktor olarak çalışıyor. 1920 yılında, Romanya senatosu üyesidir; 1936 yılında Türkiye’de toplanan Balkan Tıp Kongresi’ne Romanya delegesi kişiliğiyle katılıyor. Anılarının dışında Türkiye ile ilgisi bitiyor. 

Temo’nun yazdıklarına bakılacak olursa, İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu önceleyen günlerde öğrenci ve eğitim sorunları önemli bir ağırlık taşıyor. Doktor Temo, yerleştiği Romanya’da, İttihat ve Terakki Cemiyetinin Teşekkülü ve Hidemati Vataniye ve İnkılâbı Milliye Dair Hatıratımı adıyla yayınladığı anılarında, şunları yazıyor: Umum talebe tarafından tıbbiyenin de sair ecnebi fakültelere benzemesi ve ıslahı için tanzim ettiğimiz lâyiha, müdüriyet ve nezaretçe kabul edilmiyordu. İdare-i dâhiliyeye müdahale iddiası ile müdür-i umumimiz Miralay Namık tarafından tazyikler başladı. Bu tazyike karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Müttefiken mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti, kuvve-i askeriye tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-i Padişahi ile talebe mektebe kabul olundu.Askeri Tıbbiye’de öğrencilerin fakültelerini daha da Batılılaştırma isteklerine asker kullanılarak cevap veriliyor.

 

Askeri Tıbbiye’de öğrenciler yasak kitaplar okuyorlar; bundan yüzyıl kadar önce Türkiye’de yasak kitaplar Kemal Bey’in imzasını taşıyor. Başkaldırma, yasak kitaba ilgi ile başlıyor ve öğrenciler birbirini bu ilgiyle ayırıyorlar. İbrahim, arkadaşlarını bu yolla seçiyor ve güven duyuyor. İshak Sükuti’ye gizlice şunları söylediğini yazıyor: Gel arkadaş, düşündüklerimi sana biraz anlatayım. Aziz vatanın bugünkü hali ve tarzı idaresiyle izmihlale uğrayacağına hepimiz kaniyiz. Bu hususta her vakit ve hemen her serbest saatlerimizde birbirimizle dertleşip duruyoruz: fakat bu tehlikenin ref’i için bir çare düşünüp bulamıyoruz. Bence böyle kuru mülâhazalar ve mütalaalarda dert yanacağımıza, faaliyete geçmek lazımdır. 

İshak Sükuti kabul ediyor ve beraberce iki kişi oluyorlar. “Mehmet Reşit’e işaret ederek yanımıza çağırdık. Fikrimizi açtık. Bu sıra, o zaman çok sofu olan Abdullah Cevdet ikindi namazını kılarak mektebin camiinden çıkıp yanımıza geldiğinde, alınız bir de dördüncü dedim. 

Yıllar sonra, İttihat ve Terakki’nin bir ilinde sekreterlik yapan Celal Bayar, dört kişi olup bir parti kurmaya karar verdiğinde 61 yaşında idi; İttihat ve Terakki’yi ise henüz üniversite çağında gençler kurdular. 

Dört el birbirine kavuştu. Bu ilk ahdi misak 1305 senesi bir Mayıs gününe tesadüf etmiş ve cemiyet kurulmuştur. Yeni tarihle 19 Mayıs 1919 gününden yirmi yıl önce bir Mayıs günü kuruluyor. 

Hemen Tıbbiye içinde ve kolaylıkla çoğalıyorlar. Çoğalır çoğalmaz ilk resmi toplantılarını yapmak gereğini duyuyorlar. Yer olarak, Edirnekapı’da bir bahçeyi ve bahçe içinde bir incir ağacının altını seçiyorlar. Gizlice buluşuyorlar: Çukurca bir yerdeki incir ağacının altına serilen hasır ve çuvallar üzerine yerleştik. Bu, cemiyetin ilk içtimaı idi ve şu zevattan mürekkep idi: O zamanki Adliye yüksek memurlarından Hersekli Ali Rüşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (müderris) , Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Şerafettin Mağmumi, Çerkez Mehmet Reşit (intihar eden), ben ve isimlerini derhatır edemediğim daha üç kişi. Hepsi böyle blıyor; Türk aydın tarihinin en önemli örgütlerinden birisi olan İttihat ve Terakki, ilk resmi kuruluş toplantısını bir incir ağacının altında yapıyor. 

Tıbbiye’de başlıyor ve hızla Mekteb-i Mülkiye ile Harbiye’ye giriyor. Harbiye’de, gençler, kendilerini tarihle bağlamak ihtiyacını duyuyorlar; kurdukları hücreleri, özendikleri paşaların adlarına yazıyorlar. Mithat Paşa’nın uyuşamadığı, ancak ordu içindeki prestiji nedeniyle birlikte hareket ettiği Hüseyin Avni Paşa ile Şıpka Kahramanı ve ‘Tarih- i Âlem’ yazarı Süleyman Paşa adına hücreler kuruyorlar. 

İttihat ve Terakki’nin bu çocukluk ve romantik dönemi, 1897 yılına kadar sürdü. Nasıl Mithat Paşa’nın boğularak öldürülmesi Türk ilerici hareketinde bir dönüm noktasına ve gençleşmeye işaret ediyorsa, 1897 Yunan Savaşı da, Türk ilerici hareketinin önce gerilemesine ve bunun arkasından son derece katılaşmasına yol açtı. Yıkım, ilerici harekette disiplin gereğini ön plana çıkardı. 

Genel Kurmay Başkanlığı tarafından yazılan savaş tarihi, 1897 yılını anlatmaya şöyle başlıyor: Yunanılar, Tesalya ve Epir’de çete harekâtını ve sınır saldırılarını artırarak Osmanlı Devleti’nin harp ilan etmesine çalıştılar. Osmanlı Devleti, bu durum karşısında önce büyük devletlerden yardım umdu. Yunanlı subayların komutasındaki çetelerin, sınırda saldırıları sıklaşınca, Osmanlı Devleti bu hususu devletlere bildirdi. Avrupa devletleri, saldırı tekrarlanırsa, Osmanlı hükümetinin harp ilanında haklı olduğunu bildirdiler. Saldırı devam etti; Yıldız Sarayı’nda yapılan bir toplantı sonunda Osmanlı Devleti savaş ilan etti.

 

Savaş bir ay sürdü. Dömeke muharebesinin daha ikinci günü Yunan ordusunun sonu belli olmuştu. Artık Yunan ordusunun kuvvetini kaybettiği ve moralinin çok bozulduğu anlaşılmıştı. Bu durum karşısında, Osmanlı ordusunun kısa bir zamanda bütün Yunanistan’ı işgal etmesi beklenebilirdi. Ancak Yunanistan’ın başvurması üzerine başta Rusya olmak üzere İngiltere ve Fransa devletleri fazla kan dökülmemesi için teşebbüse geçtiler.Türkiye, 4 Aralık 1897 tarihinde, Yunanistan’la, Tesalya’da elde ettiği Grek topraklarını bırakmayı da içeren, bir barış yapmak zorunda kaldı. Yunanistan, büyük yenilgisini masa başında ve büyük devletlerin yardımıyla az zararla kapatabildi. 

Politika fizik ölçüsünde bir bilim düzeyine çıkarılmaya yatkındır; henüz yasaları yeterli ölçüde işlenmemiş bir biçimde duruyor. Yunan Savaşı’nda, bir toprak kazanımını doğurmasa bile, Türk ordusunun başarısı mevcut iktidar için bir başarı sayılıyor; Abdülhamit’in prestijini yükseltiyor, iktidarını güçlendiriyor. Gençlik ise itibar yitiriyor ve düşman kabul ediliyor. Bunu, daha sonra dağa çıkıp özgürlük isteyen Resneli Niyazi çok iyi duyuyor ve anılarında yazıyor: Hele Yunan Savaşı’nı açmakla kamu düşünümünü kazanan hükümet, ordunun Tesalya’da kazandığı başarı üzerine bundan sonra birlik, bağlılık gibi düşünümleri ortaya atanlara Jön Türk gözüyle bakıyor; sanki yurt düşmanı ve bozguncu sayıyordu. Bir aralık gençlik ulusun gözünde bu kadar küçülmüşse de bu bakışlar çok uzun sürmemiştir. Takvim olarak olmasa bile ilerici kuruluşların belini bükecek kadar uzun sürüyor. 

1897 yılından itibaren birinci bölümde sözü edilen, bir yıkımlı on yıla giriliyor. (*)

 

(*) O günleri heyecanla yaşayan Resneli Niyazi, hem sürede ve hem de Girit’in etkisinde yanılıyor. Girit’te, büyük devletlerin baskısı ile çekilmek zorunda kalması, Sultan Hamit etrafında birlik sloganlarına güç kattı; hükûmeti güçlendirdi. Kolağası Resneli Niyazi’nin dağa çıkması da bu güçlenmenin izlerini taşıyor.

Tesalya Savaşı'nın yüksek konjonktüründe Sultan Hamit, İttihat ve Terakki hücrelerini bir bir yıkmayı başarıyor. Bu dönemi, zamanın Rusya görevlilerinin gönderdikleri raporları da değerlendirerek inceleyen Sovyet bilim adamı Hamid Aliev, şunları yazıyor: İktidar, Jön Türklerin İstanbul örgütlerini yıkmak için özel caba harcadı. ‘Hüseyin Avni Komitesi’ ve ‘Süleyman Paşa Komitesi’ adını taşıyan iki komite ortaya çıkarıldı. Üyelerinin hemen hemen tamamı, 81 kişi, savaş divanına çıkarıldılar; 13’üne ölüm cezası, 22’sine kürek ve geriye kalanlara altı aydan otuz yıla kadar değişen hapis cezaları verildi. Profesör Aliev, iki yıl sonra bir tutuklama salgınının daha başlatıldığını ve birçok kamu görevlisinin yakalanarak gizlice yargılandığını, Tsentralnoy Gosudarstvenniy Voenno-lstoriçeskiy Arhiv’de bulunan raporlara dayanarak, yazıyor.

 

[Sultan Hamit’in öldürmeyi sevmediğini, ikinci kitapta yazmıştım. Hamit, belki de yaşamı pek sevmiyor, bu nedenle ölümden çok korkuyor, çok korktuğu için de öldürmekten uzak durmayı bir politika olarak sürdürüyor.] Sultan Hamit’in uzun saltanatı döneminde ölüm cezalarının fiilen kaldırılmış olduğu izlenimini verecek derecede pek az infaz edilmiş olması, bunu gösteriyor. Hamit, kendi mahkemelerinin verdiği ölüm cezalarının pek çoğunu, hemen hemen tümüne yakınını, sürgüne çeviriyor. Bu açıdan Mustafa Kemal’den önemli ölçüde ayrılıyor. 

Hamit’in menfi olarak gönderdikleri içinde bir kafilenin ayrı ve onurlu yeri var. 1897 yılında ilk kırımdan ilk büyük kafile 27 Ağustos 1897 tarihinde Kabataş iskelesinden Şeref Vapuru’na bindirilerek Trablusgarp’a sürülüyor. Bu vapurun adından dolayı “Şerefsözcüğü İttihat ve Terakki yandaş ve karşıtları için ayrı bir önem kazanıyor; halen Cumhuriyet Gazetesi’nin malı olan ancak pek eskidiği için artık kullanılmayan İttihat ve Terakki genel merkez binasının bulunduğu sokak da “Şeref” adını taşıyor.

 

Şeref Vapuru ile Trablusgarp'a menfi olarak gönderilenlerin bir bölümü sürgünden kaçacaklar; yollarına devam ediyorlar. 

Kırım, 1898 lında ve daha sonraki yıllarda da devam ediyor. 1898 ve izleyen yılda en büyük darbeyi, bu kez, Askeri Tıbbiye yiyor. Ahmet Bedevi Kuran, Askeri Tıbbiye’den menfi olarak gönderilenlerden de bazılarının isimlerini veriyor ve bundan sonra ekliyor: Bu fedakârlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti menbaında parlayan hürriyet meşalesinin söndürülen son ışıkları idi. Bunlardan sonra Tıbbiye Mektebi’nde, muvakkat bir zaman için, hürriyet hareketleri durgun olmuş; ve talebeler ağırlaşan tazyik altında ahvale müterakkib bir vaziyet almışlardır. 

Bunu anlamak zor değil. 

Nedenini görebilmek için kısa bir özet gerekebilir; Kemal ile Ziya Paşa’nın isimleri var, ancak, Kemal ile Ziya Paşa’nın zamanında sürgünler hiç de çok değil. Ayrıca çok zaman, ‘sürgün’ maaşla bir göreve atamak biçimde geekleşiyor. Anayasa’nın ilanı ve 93 Savaşı’ndan sonra Abdülhamit sükûnunun oldukça uzun sürdüğünü söylemek mümkün; sürüldükten bir süre sonra boğularak öldürülen Mithat’ın dışında dramatik gelişmeler az. Şimdi ise, 1897 yılı ve sonrasında, kütlesel sürgünler başlıyor; öğrenciler ve çoğunluğu yüzbaşı ya da daha gene subaylar ile kamu görevlileri, Türkiye ölçüsünde kütlesel denilen bir kırımın objesi oluyorlar. 

Kısa dönemde üç yönde ve derin etkiye sahip oluyor. Bunlardan ilki, ihtilal yolunu bırakma biçiminde ortaya çıkıyor. İhtilal yolunu bırakmanın bir türü ise, Sultan Hamit’in Avrupaya, sürgünlerle pazarlık yapmak üzere gönderdiği, Ahmet Celâlettin Paşa ile anlaşmak oluyor.

 

İkinci tür etki, çok büyük ölçüde politikadan kaçış olarak kendisini belli ediyor. [Aydın Üzerine Tezlerin ikinci kitabında, Türk edebiyat tarihinin pek önemli olayı Servet-i Fünun akımını, büyük ölçüde, böyle değerlendirdim. Her baskılı ve yenikçi dönem, önemli bir depolitizasyon dalgasıyla birlikte ve en çok edebiyata sarılma özelliğini sergiliyor. İkinci kitapta yapılan çözümlemeleri burada tekrarlamak için bir neden görmüyorum, yalnızca böyle bir çözümlemeye güvenle bakılması gerektiğini tekrarlamak durumundayım.] 

Bunun için de, buradaki çözümlemelerden pek çok uzak Agâh Sırrı Levent’ten aktarma yapmakla yetinebiliyorum: 1897 yılı, Servet-i Fünun edebiyatının en verimli zamanına rastlar. Feyzini batı edebiyatından alan genç kuşağın vücuda getirdiği bu yeni edebiyat, şiirleri, nesirleri, roman ve hikâyeleri ile gittikçe olgunlaşır... Bu sırada çıkan Yunan harbi, çoktan beri uyuşmuş olan kahramanlık duygularını yeniden canlandırmış, eski yeni bütün kalem sahiplerini asil bir heyecanla tekrar harekete getirmiş oldu. Hamit’in Ordu-yı Hümayunda Bir Şair’i, Üstat Ekrem’in Kırmızı Markupları, Fikret’in Hasan’ın Gazası, Cenab’ın Bytam-ı Şüheda’sı, Halid Ziya’nın Osman’ı, Hüseyin Cahid’in Topal’'ı, A. Nadir’in Vasiyetname’si, Ahmet Hikmet’in Nakiye Hala’sı hep bu ilhamın ürünüdür...[Agâh Sırrı Levent, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1960, s.264.] 

Böyle oluyor; bir gençlik hareketi olan İttihat ve Terakki kırılırken, diğer bir gençlik hareketi olan Servet-i Fünun akımı olgunlaşmaya başlıyor. 

Üçüncü etkiye geçmeden önce bir parantez açmak gerekiyor: Sürgüne gönderilen Türk aydını gençlerin her birinin bir romanı var; her birisi gerçekten son derece ‘romanesque’ serüvenlerle sürgünden ve zindanlarından kaçabiliyorlar. Çoğu Avrupa’nın bir başkentini veya büyük bir kentini buluyor. Tıbbı bırakıp siyasal bilimler, askerliği bırakıp tıp okuyorlar. Çoğu ihtilal yollarına, kaldıkları yerlerden devam ediyorlar. 

Parantezi kapatıyorum ve devam ediyorum: Ölümcül bir yazgıdan ölümsüz olarak çıkanlar, ya yollarından dönüyorlar ya da yollarında daha katı oluyorlar. Dönenler için söz yok, ancak sürgünden kaçıp devam edenler, beraberlerinde bir katılığı da sürüklüyorlar. 

Tek neden burada yatmıyor ve bir tez olarak eklemek gerekiyor: Her yıkım, bir çözülmeyi içeriyor. Her yıkım, bir değerlendirmeyi gerektiriyor. 

Değerlendirmenin nasıl yapıldığını bilmek mümkün değil, ancak mutlaka yapılmış olduğu biliniyor. Değerlendirme sonucunda ortaya çıkan yeni öneriler, değerlendirme hakkında da ipuçları getiriyor. Bu ipuçlarından anlaşılıyor; 1897 yılı ve sonrasının çözülmesinin tekrarını önleyecek yollar aranıyor. Ortaya çıkan öneriler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni disiplinli ve katı bir ihtilal örgütü biçimine dönüştürme amacında düğümleniyor.

 

Yalnızca çözülmenin varlığı ve değerlendirilmesinin yapılmasından ileri gelmiyor. Kütle tabanının daralması da, ihtilalci yöntemleri ön plana çıkarıyor. Kütlesellik, yakın iktidar perspektifi ile birleştiği zaman daha çok, mutlaka bir ödün vermeyi içeriyor: Kütle tabanının küçülmesi, kütlelere gitmenin pratik kanallarının kapanması, ödün gereğini ortadan kaldırıyor ve ihtilalci yöntemleri gündeme getiriyor. 

Böylece 1897 yılı Türkiye deneyiminden çıkan tezi ifade etmek aşamasına gelmiş oluyorum: Kütlesellik ile ihtilal yöntemleri birbirini ortadan kaldırır.

 

Çözülme değerlendirmesi yapılınca, eğer yoluna devam etmek isteyenler varsa, mutlaka toplanma çareleri aranıyor. 1899 yılında bir Jön Türk Kongresi toplanması üzerinde duruluyor. Çeşitli yerlere dağılmış yerel örgütler, bu genel kongre için hazırlık yapıyor ve öneriler yazıyor. 

Mısır Şubesi'nin, Genel Kongre’de kabul edilmesi için hazırladığı, karar tasarısının bazı maddelerini aktarıyorum: 

Birinci madde – Yalnız neşriyatla bir netice istihsali mümkün olmadığından ‘Yeni Osmanlılar’ namı altında bir cemiyet tesis eylemek ve ihtilal mukaddematı olmak üzere hükümet dairelerine dinamit attırmak, eşhas-ı muzırreyi öldürtmek, zehirlemek, vükelanın evlerini ve arabalarıyla kendilerini havaya uçurtmak; 

İkinci madde – ‘Yeni Osmanlılar’ Cemiyetinin reis ve azalarının ihtilal taraftarı olmaları, heyeti idarenin İsviçre’de ikamet eylemesi ve İstanbul’da bir kuvvet-i icraiye bulundurulmaz; 

Üçüncü madde – ‘Yeni Osmanlılar' Cemiyeti neşriyatının son derece ihtilalcuyane olması; 

Çok açık görülüyor; oldukça ilkel bir ihtilal reçetesi var. Kongre için görüşlerini 1899 Ekim ayında Cenevre’den yazan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından Doktor İshak Sükuti, önerilerinde, daha çok örgütün iç yapısı üzerinde duruyor. Dr. Sükuti, Cenevre Şubesi’nin görüşlerini bildirirken, idare heyetine istintak geçirmiş, metanet ve resaneti tecrübe edilmiş zevatın seçilmesi gerektiğini belirtiyor. Sorgudan geçmiş ve dayanıklılığı denenmiş kimselerden oluşan bir merkez komitesi istemesinin yanında bunun bir örgütsel ilke olmasını savunuyor. Ayrıca dâhildeki reisin yalnız numara ile bilinmesiöneriliyor; çözülmeyi önlemek için tam bir gizlilik okla geliyor. Yalnızca gizlilik değil, İshak Sükuti, önerilerinin yedinci maddesine şunu koyuyor: Cemiyete hıyanet cezasının ölüm olması. 

Bir kırımdan sonra Türkiye’de Jön Türk hareketi katılaşmak gereğini duyuyor. Bunu başardığında hiç kuşku yok. Bunun kanıtlarını sergilemek son derece kolay; anılardan çıkarabiliyorum.

 

Hürriyet’in ilan edildiği gün, 10 Temmuz 1908 Perşembe günü, İstanbul’da Servet-i Fünun sahibi Ahmet İhsan yaşadıklarını şöyle yazıyor: Kimseye bir şey sormak kabil değildi. Rumeli’de başlayan Hürriyet hareketiyle ve ihtilal komitesiyle benim gibi İstanbul’da gizli rabıtası olanlar kabul eyledikleri vazifelerin icrası için zaman ve saat bekliyorlardı ve İstanbul’dakiler birbirimizi tanımıyorduk. Servet-i Fünun’da daimi arkadaşım olan Mahmut Sadık Bey bile Rumeli hareketine merbut olduğu halde benim de onun vaziyetinden haberim yoktu. 

Yazılanlar doğru ise, doğruluğundan kuşku duymuyorum, bunun çok ileri bir gizlilik ve disiplin düzeyini sergilediğini eklemek durumundayım. Çeşitli örgüt tarihleri içinde böyle bir disiplini, bir bölge yöneticilerinin grev yaptıkları fabrikanın müdürünün Bolşevik Partisi merkez komitesi üyesi olduğunu bilmeleri örneğiyle, ancak Bolşevik Parti’de bulmak mümkün oluyor.

 

Disiplin ve gizlilik üye kaydı sırasında başlıyor. Üyeliğe giriş, gözü kapalı başlıyor ve Tahsin Uzer, yemin töreni ile ilgili olarak, ayrıntıları veriyor: Üye kaydında yapılan yemin törenleri de adeta, mason localarına girenlerin geçirdikleri merasim gibi heyecanlı oluyordu. Bu ant içme töreninin masonlarınkinden farklı yönü, masada Kurandan başka bir de silahın bulunmasıydı. Yemin törenleri son derece dikkatle yürütülüyor ve önemle üzerinde duruluyordu. Yemin töreni ile üyenin «kutsal» bir örgüte girdiği kanısı uyandırılıyor. 

Ayrıntılar şöyle devam ediyor ve ayrıntı olmaktan çıkıyor; Cemiyet’e girecek üye, yalnızca Cemiyet’e girmesine aracılık eden zatı biliyor, diğer üyeleri ise hiçbir surette tanımıyordu. Cemiyet’e kaydedilecek kişi hakkında önceden, enine boyuna, derinden derine araştırma yapılır ve ancak bu işlem yapıldıktan sonra yeni üye gözleri bağlı olduğu halde yemin ettirileceği tören yerine getirilir. Orada sözcünün okuduğu yurtseverlik nutkunu heyecanla dinler ve kalbi çarpa çarpa ant içerek aynı heyecan ve ruh yaşantısıyla oradan ayrılıp giderdi. Her üyenin bir numarası vardı. Bazan araç, amacın yerini alıyor; bazan da ayrıntı, temelli bir nitelik kazanıyor. 

Hüseyin Cahit, farkına varmadan, çok önemli noktalara parmak basıyor. İttihat ve Terakki hakkında şunları yazıyor: İttihat ve Terakki adeta bir nevi tarikat, bir mezhep ve iman halinde yaşadı. İttihat ve Terakki’ye ilk girmiş olanlar ona imanlarına ve ideallerini hiç bir zaman kaybetmediler. İttihat ve Terakki kendi şubeleri arasındaki muhaberelerinde ‘kardeşler’ hitabını kullanırdı. Bu sahihten kalplere yerleşmiş bir his oldu. Gerçekten de «tarikat» yakıştırmasının tam yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu yalnızca üyelerin, örgütlerinden, «cemiyet- i mukaddese», kutsal dernek, diye söz etmelerinden ya da yine Hüseyin Cahit’in “İttihat ve Terakki, bir mistik oldu, bir mistik cazibesi ile insanları birleştirdi ve kardeş yaptı demesinden kaynaklanmıyor.

 

Daha derin ve yaygın nedeni var: Teorik sığlık, kütle tabanı dar örgütlenmelerde, mutlaka tarikat özellikleriyle tamamlanıyor. 

Bunun uzantısını da yazabilirim: Teorik sığlık içinde belirli bir amaca yönelme kesinlikle katı bir disiplin ihtiyacı yaratıyor. 

İttihat ve Terakki yöneticilerinin, tez olarak ifade ettiğim paradoksların bilincine vardıklarının düşünebilmek için hiç bir neden göremiyorum. Ancak İttihat ve Terakki’yi Türk aydın tarihinin en ciddi örgütlenmelerinden birisi olarak ele aldığımı saklamıyorum. Ciddiyet, anlamaya doğru bir adımdır; ciddi bir adım. Bireyin veya sınıf ya da örgütün kendi pratiğini ciddiye alması, teoriden gelebilecek açıklıkların bir bölümüne ipucu sağlayabiliyor. 

İttihat ve Terakki, Hürriyet’in ilanından sonra, Selanik’te Ali Canip’in yönetiminde bir “Fırka Mektebi” kurdu. Ziya Bey, sosyoloji derslerine ilk önce, İttihat ve Terakki’nin Parti Okulu’nda başladı. İttihat ve Terakki, üyelerini katı disiplinin yanında, belli bir program çerçevesinde tutma gereğini duydu.

 

Özgürlüğün Kâbe’si saydıkları Selanik’te bir Fırka Mektebi kurdular; kısa sayılabilecek bir zaman aralığında «ekol» oldular, herkesin kendisine göre algıladığı «İttihatçı» tipolojisini yaratabildiler. 

Kaç kişiydiler, söylemek zor. İttihat ve Terakki, ciddiyet yolunda bir önemli adımın daha kararını verdi; tarihini yazmayı kararlaştırdı, görevlileri belirledi, ne yazık gerçekleştiremedi. Bu nedenle üyelerinin sayısı konusunda resmi sayılabilecek bir bilgi yok. Ayrıca Profesör Hamit Aliev, Türk yazarlarının çalışmalarında, bu konunun, “sükûtla geçirildiğini yazıyor. Sovyet araştırmacı, “bazı kaynakların yalnızca üç yüz üye dediklerini ekliyor: bunun doğruluğundan çok büyük ölçüde kuşku duyuyor. 

Bilgisizlik, her yönden abartmaya elverişli bir ortam yaratıyor. Toplam üç yüz üyeye karşılık bir başka kaynak yalnızca Makedonya’da 15 bin üyeden söz ediyor. Rus tarihçisi V.V. Vodovoz, Brüksel’de çıkan göçmen gazetesi “Albanina”yı inceleyerek İttihat ve Terakki’nin İstanbul üyelerinin 3 bini bulduğunu ileri sürüyor. Böylesine çeşitli ve çelişik tahminlerden sonra Profesör Aliev, kendi tahminini veriyor: Hepsi bir araya getirildiğinde, 1908 Devrimi’nin arifesinde Genç Türk örgütünün üye sayısının yüksek olmadığını söylemek mümkündür. Bir de şu söylenebilir: Artık, daha sonraki üyelik iddialarını kontrol etmek mümkün görünmüyor. 

Bundan sonrasının çözümlemesi pek zor değil: kısa tutulabilir. Şimdiye kadar yapılan çözümlemelerin bir özeti yapılabilir; bu çalışmadaki her özet türünden bir adım ilerisi gözetilerek şimdiye kadar yapılan çözümlemeler tekrarlanabilir. Özet şöyle: İttihat ve Terakki, kuruluşundan kısa bir zaman sonrasında başlamak üzere, tarih sahnesinden çekilmesine kadar iki süreci bir arada yaşıyor. Bunlardan ilki şudur; son derece karışık ve birbirine zıt akımları bir arada yaşayan İttihat ve Terakki aynı zamanda belli bir ayrışma sürecini sergiliyor. Bu ayrışma sürecinin oldukça yavaş olduğunu eklemek durumundayım; İttihat ve Terakki, tarihten çekildiği zaman bile ayrışma sürecinin mantıki uçlarından çok uzak duruyor.

Ayrışma sürecinin yanında, ikinci süreç oluyor, İttihat ve Terakki bir de katılaşma sürecini yaşıyor. Bu ikinci süreçte tarihi hızlandıracak bir dinamizme ulaştığını söylemek mümkün. 

Yıkım, çözülme, değerlendirme ve toparlanma: 1897 yılından sonra hızla bunları yaşıyor. Ancak her toparlanma deneyimi, kendisini hep belli eden ayrışma süreci içinde, ayrılıkların daha büyük açıklık kazandığı platformlar oluyor.

 

Toparlanma amacıyla yapılan ilk önemli girişim, 1902 yılı Şubat ayında Paris’te toplanan Birinci Kongre oldu. Profesör Aliev, bu Kongre’nin Fransız polisinin yoğun izlemesi nedeniyle çok çeşitli yerlerde, bu arada bir sosyalistin evinde ve Prens Sabahattin’in dairesinde yapılmak zorunluluğunun doğduğunu yazıyor. Toplam 47 delege katılıyor. Hamit Aliev ekliyor: Genç Türk örgütlerinden başka, Kongre’ye, Ermeni, Grek, Arap, Arnavut ve Kürt siyasal örgütlerinin temsilcileri de katıldı. 

Bu pek normal; çünkü İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti içinde yaşayan çeşitli halkların, Osmanlıcada pek çok kullanılan deyimle «anasır», bir arada ve bir devleti oluşturacak biçimde yaşamaları politikasından hiç şaşmadı. Osmanlı Devleti’ni yaşatmak, Genç Türk aydını için, Osmanmilleti dediği bu karışık topluluğu, bir arada tutmak ve yaşatmak demek oluyordu.

 

Bu Kongre, Jön Türk hareketinde, giderek büyüyen bir ayrılığın başlangıç noktası oldu. Ayrılığın bir yanında Ahmet Rıza duruyor; diğer yanında artık büyümeye başlayan Prens Sabahattin yer alıyor. Buraya kadarı, her yerde ve her programda tekrarlanıyor. 

Buradan sonra Türk tarihinin çarpıtmalarından bir tanesi daha ortaya çıkıyor. Çarpıtma şöyle gerçekleşiyor: Prens Sabahattin, Türkiye’nin kurtuluşunda yabancı devletlerin müdahalesini savunuyor. Ahmet Rıza ise bunun karşısına çıkıyor. Buradaki çözümleme için pek önemli değil, ancak ekleyebilirim; Mustafa Kemal’e tarih içinde önceleyen bulma çabasında, «bağımsızlıkçı» tutumunda da, 1902 Paris Kongresi’ndeki çizgisiyle Ahmet Rıza bulunuyor. 

Hiç aslı yok. 

Bir tezi tekrarlamak zorundayım: Osmanlı münevveri için kurtuluş ve bağımsızlık bir büyük devlete sığınmaktır. 

Türkiye’nin kurtuluşunda yabancı devletlerin yardım ve müdahalesini istemi ile sağlama açısından Ahmet Rıza ile Prens Sabahattin arasında en küçük bir ayrılık yok. 

Osmanlı aydın topluluğu için, kurtuluşta, bir yabancı ve büyük devletin yardım ve müdahalesini reddetme eğilimini ortaya çıkaracak hiç bir dinamik yoktur. Uzun yılların aydın kişiliğinin içine akıttığı aşağılık duygusu, çaresizlik, sürekli küçülme. Osmanlı aydın topluluğunun tümüne, bir yabancı devlet yardım ve müdahalesi olmadan yaşanamayacağı düşüncesini kaktı. 

Bir adım daha atıyorum ve ikinci tezi yazıyorum: Kurtuluş Savaşı’na katılan Osmanlı aydınlarını, Mustafa Kemal’den Halide Edip’e kadar, mandacı ve karşıtı olarak ayırmaya çalışmak tarihi çarpıtmaktır. Böyle bir ayrım, aydınlığa değil karanlığa yol açar. 

İkinci veya üçüncü takım, birinci takımdan çok daha az inançlıdır: ideolojik açıdan daha belirsizdir. Sivas Kongresi, bütün kayıtlar gösteriyor ve bir yeni devleti kurmayı değil Osmanlı devletini yaşatmayı amaçlıyor. Sivas Kongresi, Doğan Avcıoğlu’nun büyük otoritesine karşın, oybirliği ile ve hiç bir karşı görüş olmadan, manda düşüncesini benimsiyor. 

1919 yılında Sivas’ta bir ayrım yokken, 1902 yılında Paris Kongresi’nde kurtuluşu, bir dış devlet yardımı ve müdahalesi ile gerçekleştirme konusunda önemli bir ayrım aramak, tarih ve mantığın dışına çıkma oluyor. Burada, tarih ve mantığın sınırları içine dönmek için çağrı yazılıyor.

 

1902 Paris Kongresi’nde ayrılık başlangıcı var: Türkiye’de ilerici ve gerici tezlerin tartışmasında önemli bir Kongre sayılabilir. Ayrılık şuraya gidiyor; Prens Sabahattin, «Adem-i Merkeziyet» ve «Teşebbüs-ü Şahsi» akımının temel ve tohumlarını atıyor. İttihat ve Terakki, sözü edilen ayrışma süreci içinde, buradaki «Adem-i Merkeziyet» ve «Teşebbüs-ü Şahsi» akımlarının her ikisine de karşı görüşler ve ideolojiler oluşturuyor.

 

İttihat ve Terakki, Osmanlı toplumu içindeki çeşitli halk ve milletleri, bir merkezi Devlet içinde tutmak ve perçinlemek istiyor. Sabahattin’in ‘Adem-i Merkeziyet’ ilkesi bunun karşısında yer alıyor. Zamanla Osmanlı ve Türk toplumundan ayrılma mücadelesini açan bütün akımlar, Sabahattin’in çizgisinde ve bu çizgide kurulan Hürriyet ve itilaf Partisi içinde toplanıyor. İttihat ve Terakki, Adem-i Merkeziyet ilkesinin içinde saklı tuttuğu federatif bir devlet yapısının Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını hızlandıracağına inanıyor. 

İttihat ve Terakki aydınları, dayandıkları ürkek ve korkak burjuvazi ile gecikmiş bir merkantilizmi gerçekleştirmek istiyorlar.(*)

 

(*) İttihat ve Terakki, bütün becerisizlik ve başarısızlıklarına rağmen, anti-emperyalisttir; Hürriyet ve İtilaf ise işbirlikçidir. Birincisi İngiliz emperyalizmi ile savaşır; ikincisi İngiliz uyduluğunu ister... Emperyalist Batı’ya karşı çıkan İttihat ve Terakki, Batılılaşmadan ve modernleşmeden yanadır. Şeriat düzenini kaldırmaya ve laik bir düzen kurmaya yönelmiştir. Emperyalizmin dümen suyunda Batı uyduluğundan yana Hürriyet ve İtilaf ise, Batılılaşmaya karşıdır, şeriat düzeninin savunucusudur... Bu çerçeve içinde, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) uzunca bir süre İttihat ve Terakki geleneğini sürdürmüş, Terakkiperver ve Serbest Fırkalar ile Demokrat Parti ise Hürriyet ve İtilaf’ın mirasçıları olmuşlardır. Batı uyduluğu, yabancı sermaye hayranlığı, din istismarcılığı ve parlamentoculuk bu siyasal kuruluşların ortak özellikleridir... [Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e, Birinci Kitap, İstanbul, 1974, s.214 ve 215.] 

Bu, İttihat ve Terakki çerçevesinde ortaya çıkan aydınların tarihsel şansızlığıdır; kişiliklerini aşıyor. Prens Sabahattin çizgisi ile İttihat ve Terakki’nin 1902 Kongresi'nde filiz veren çizgisi arasındaki ikinci ayrılık «Teşebbüs-ü Şahsi» ilkesinde çıkıyor. «Teşebbüs-ü Şahsi» özel teşebbüscülük demek. Sabahattin, bugünkü Uluslararası Para Fonu, IMF, çizgisinin savunucusudur. İttihat ve Terakki ise, ayrışma sürecini yaşayarak, 1914 yılında Birinci Savaş’a girme kararını alırken aynı zamanda Türk toplumunu kemiren kapitülasyonlara ilga ettiğini ilan ediyor. Kapitülasyonları kaldırma kararanın onuru, Lozan’a değil, Lozan’dan çok önce İttihat ve Terakki hükümetine ait bulunuyor. 

İttihat ve Terakki, özel girişimi reddetmeyen ve özel girişimi güçlendirmeyi amaçlayan bir devletçi politikanın tohumlarını ve ilk adımlarını atıyor. Bu da, güçlü bir merkezi devlet kurma projesiyle tutarlı görünüyor. Ne yazık! Güçlü devlet düşüncesi giderek Türk ulusuna dayanma zorunluluğunu ön plana çıkarırken, İttihat ve Terakki iktidarını, Levanten sermayeye dayamak çaresizliğini yaşıyor.

 

Bundan sonra, bu yaşam içinde ve tarih açısından önemli nokta 1906 yılı oluyor. 1906 yılında İttihat ve Terakki merkezi, yurt dışından Türkiye’ye ve Selanik’e taşınıyor. Merkezin Selanik’e taşınması, yurt içinde yeni bir umutlu on yılın başlaması ve ihtilalci rüzgârların esişine denk düşüyor. Aynı tarihten itibaren Talat’ın hızlı yükselişi başlıyor. Talat’la birlikte İttihat ve Terakki liderliği nebülar özelliğini arkada bırakarak kolektif bir yönetime ve bu yönetim içinde Talat’ın primus inter pares konumuna geçiyor. Talat, Selanik’in ihtilalci yaşamına, İttihat ve Terakki’ye egemen olmaya başlıyor. 

Selanik, kozmopolit olmasının yanında tütün işçilerinin yoğunlukla bulunduğu bir kent özelliğini taşıyor. Ayrıca küçük sanayi önemli ölçüde gelişmiş bir durumda; İstanbul ve İzmir’den sonra ülkenin en önemli dış ticaret kenti niteliği, bunlara, ekleniyor. Buradaki gençler ve genç subaylar, Makedonya’nın çeşitli siyasal akımlarıyla karşı karşıya geliyor ve etkileniyor. Yirminci yüzyılın başında başta Selanik olmak üzere tüm Makedonya’nın bir uygulamalı ihtilal okulu olduğu anlaşılıyor.

 

İttihat ve Terakki merkezinin Selanik’e taşınmasını, bir savaş döneminin başlangıcı olarak da düşünmek mümkün. Böyle düşünmeyi kolaylaştıran tarihsel kanıtlar eksik değil. Bunlardan ilki, bu dönemde Talat ve Doktor Nazım ile birlikte Selanik’te eylem sürdüren, daha sonra Genel Sekreter olan Mithat Şükrü, merkezin Selanik’e taşınmasından sonraki günleri, anılarında, şöyle değerlendiriyor: Örgüt olarak artık her fırsatı iyi kullanmaya ve alenen Sultan yönetimine karşı koymaya başlamıştık. Gizlimiz kalmamıştı ve açık olarak savaşı yürütüyorduk.Selanik, hem bir savaşın genel karargâhı ve hem de örgütün yayılması için bir sıçrama alanı işlevi görüyor. Talat, Selanik’ten İstanbul’a giderek, yıkılmış olan örgütlerin yerine

Yenilerini kuruyor.

 

1905 yılında Rusya’da gerçekleştirilen burjuva-demokratik devrim ile İran'daki gelişmeler Türkiye’de esen ihtilal rüzgârlarına hız veriyor. 1905 yılı sonunda Doğu’da Pencar aşireti vergi vermemek için isyan ediyor. Aşiretin başkanı Çato, 1906 Ocak ayında vergi toplamak üzere köye gelen bir jandarma birliğini, subayı ile birlikte 18 kişiyi öldürüyor. Hükümet, Çato üzerine Alay Bey komutasında, tenkil kuvvetleri gönderiyor. Ancak Çato’nun kuvvetleri Alay Bey’i de mağlup ederek, Doğu’da ve Kürtler arasında Çato’ya büyük bir ün sağlıyor. Bu ün ile, zamanında Rusya’ya gönderilen entelijans raporlarından anlaşıldığına göre, Çato’nun kuvvetlerine Ermeniler ve Araplar da katılıyor. 

Bu dönemi ayrıntılarıyla incelemiş olan Sovyet bilim adamı Profesör Hamit Aliev, 1906 ve 1907 yıllarında Trabzon, Van, Bitlis, Erzurum, Samsun, Kastamonu, Diyarbekir, Şam ve Hayfa’da ihtilalci başkaldırmalar olduğunu kaydediyor. Doğu’daki başkaldırmaların, feodal vergi sistemine karşı bir ton taşıdığını ve Genç Türker’in egemenliğindeki «Can Verir» örgütünün yönetiminde olduğunu belirtiyor. Diğer kaynaklar, Profesör Aliev’in verdiği bilgileri destekliyor. 

Tahsin Paşa, Yıldız Sarayı Anıları’nda, ihtilalci havayı doğruluyor ve şunları yazıyor: 0 sırada alınan resmi, hususi ihbarnamelerin hemen umumisinden çıkan mana memlekette şümullü bir ihtilal havası esmekte ve yakın bir günde mühim ve müthiş hadiselerin infilakı zaruri görünmekte idi. 

Tahsin Paşa, bu havanın Rusyada 1905 burjuva-demokratik devriminden sonra Duma’nın açılmasıyla körüklendiği düşüncesini de doğruluyor.

 

Abdülhamit’in yakını Tahsin Paşa, şu bilgileri veriyor: Rusya’da Duma’nın teşekkülü, İran’da idare-i hükumet usulünün tebeddülü nazarı dikkat ve ehemmiyeti celbetmekten geri kalmıyordu. Abdülhamit bir aralık bunların tesiriyle kanuni esasinin idare-i mer’iyeti meselesi üzerinde düşüncelere koyulmuştu. Bilgiler devam ediyor: Hatta Avrupa kanuni esasilerinin birçoklarını getirtm, hepsini yanında toplatarak tercümelerini emretmişti. Alman kanunu esasisini mabeyn mütercimlerinden Veli Bey tercüme etmişti. Hatta işittiğim sahih ise Abdülhamit, memleketin haline münasip bir kanunu esasi müsveddesi yapmak üzere Avrupa kanunlarının gözden geçirilmesini bazı taraflara sureti hususiyete emir ve havale etmişti. 

İhtilal rüzgârlarının Sultan Hamit’i eğmeye başladığından kuşku duyulmuyor. Hamit de, mevcut yöntemlerle artık Türkiye’yi yönetemeyeceğini duymaya başlıyor. 

Yönetilenler, eski yöntemlerle yönetilmek istemediklerini belli ediyorlar. Çok sayıda ve kütlesel büyüklükte dergi yayınlanıyor; Hamit, bu kadar çok sayıda yayın organını, muhalefetinin bölünmüşlüğünün bir göstergesi olarak kabul etmiyor. Tam tersine kütlesel çokluktaki yayın organlarını karşısındaki muhalefetin gücünün bir aşireti sayıyor. Tahsin Paşa’nın yazıp bıraktıklarından anlaşılıyor: 0 zamanın tabiri veçhile erbabı fesat (komplocular- ŞS) denilen ve memlekette hür bir idarenin teessürü gayesini takip eden mileli muhtelifeye mensup Osmanlıların çıkarmakta oldukları gazeteleri muntazaman celbettirir, münderecatına ıttıla hasıl ederdi. Bunlar: Osmanlı, Yıldız, Sadayı Millet, Errakip, Türk, Şurayı Ümmet, Meşveret, Mizan, Ahali, Terakki, Hilafet, Sancak, Havatır, Yıldırım, Arnavutluk, Selamet, Hak, İstikbal, Meşrutiyet, Emel ve saire idi. Bunların münderecatı bir taraftan Hünkâr’ı korkutmakta ve diğer taraftan bu gazetelerin memleket ahvali hakkında neşriyatı onu fena fena düşündürmekte idi. 

Kısa bir zaman içinde İttihat ve Terakki’nin fokurdayan hazırlıklarının yalnızca yayın olmadığı anlaşıldı.

 

Bulgar gerillalarını izleyerek gerillacılığı öğrenen ön-Yüzbaşı Niyazi dağa çıktı ve köylerde yeni yönetimler kurdu. Daha sonra Binbaşı Enver. Ohrili Eyüp Sabri de birlikleriyle birlikte dağa çıktılar. Bu üç subay kır kesiminde büyük bir destek gördüler. Buradan telgraflar çekerek, Sultan Hamit’in anayasayı yürürlüğe koymasını ve meclis-i mebusanı yeniden açmasını istediler. 

Resneli Niyazi Bey, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iki yüz vatan fedaisi adına önyüzbaşı Niyaziimzasıyla yöneticilere bildiriler gönderdi. Bu bildirilerde, köylerin gerillalarını beslediğini ve eski hükümetin ayrıca vergi için jandarma ve tahsildar göndermemesi gerektiğini bildirdi ve emirlerine uymayan yöneticilerin idam edileceğini ekledi. 

Yalçın Küçük, hemen akabinde, Resneli Niyazi’nin 7 Temmuz 1908 tarihinde Ohri Kaymakamı ile Resne Nahiye Müdürü’ne gönderdiği telgrafı aktarıyor: 

Tüm toplum ve millet bizimledir. Siz de doğru yolu bularak bize yardım ediniz. Genel Müfettiş’e, Vali’ye yazılan telgrafları çektirmekle beraber siz de, yerine getirilmesi yollu bilgiler yazınız ve alacağınız cevabı bize bildiriniz. Gezdiğim köylerde Meşruti hükümetlerin yönetimleri kurulmuştur. Bu yönle bundan böyle siz değil, Cemiyet hâkimdir. Köyler, çeteyi beslemektedir. Çifte vergilerle haksızlığa uğramamak için her köyde beslenmemiz için birer senet bırakıyorum. Bu paraların o köyün vergilerine sayılması gerekir. Bunları kabul etmeyecek tahsildar, mal memuru, görevlilerin ve zulme yol açacak olanların cezası idamdır. Yurtsever duygularımızın kabulünü rica ederiz. Dili güzelleştirmeyi yalnızca sözcük değiştirmek sanan bir dil bilmeyenin elinde bozulmuş cümleleriyle bu ihtilal beyannamesi, eski yönetiminin etkisini kırmada önemli işlevler görüyor. 

Ve yazdıklarına şöyle devam ediyor...

 

Niyazi, Enver ve Eyüp Sabri’nin cüretli girişimleri, sadece İttihat ve Terakki’nin iktidarı çok büyük ölçüde ele geçirmiş olduğunun somut kanıtlarını veriyor. İttihat ve Terakki’nin Temmuz İhtilali’nden sonra iktidarı tümüyle eline almadaki isteksizliği pratik güçsüzlüğünden değil, teorik yetersizliğinden doğuyor. İdeolojik açıdan sığ, program açısından henüz bir kokteyl özelliği gösteren İttihat ve Terakki’nin iktidarı alabilecek gücü olduğu, Niyazi ve arkadaşlarının dağa çıkması üzerine Makedonya’daki valilerle sadrazam arasındaki telgraf yazışmalarından da anlaşılıyor.

 

Manastır Valisi Hıfzı Paşa, Sadrazam’a telgraf çekiyor ve iktidarının bitmişliğini bildiriyor: 18 Temmuz 1908’de Niyazi Bey ve adamlarının izlenerek ele geçirilmesi emredilmekte ise de, varlığı, yaptığı şiddetli davranışlarla bilinen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bağlılara yalnız ondan ibaret değildir. Birçok kez gönderilen yazılarımızda bildirdiğimiz gibi tüm subaylar kendisiyle beraber oldukları anlaşılmıştır. Dünkü gün bölge komutanı Osman Paşa’ya yapılan saldırı ile de kanaatimizin doğru olduğu ortadadır. Bu yönden kendisini izlemek şöyle dursun herhangi bir araştırmayı üzerine almaya da kimse cesaret edememektedir. Şükrü Paşa'nın başkanlığı altında kurulan komisyon üyeleri gizlice yapılan tehditler üzerine işten el çekmek zorunda kalmışlardır. Ohri’den köylülere öğütte bulunmak üzere çıkarılan kurula dolaşmaları sırasında yok edilecekleri Cemiyet tarafından bildirilmesi üzerine, dönmek zorunda kaldıkları ilçeden bildirilmiştir. Ben de başta olduğum halde görevlilerin tümünün hayatları tehlikededir. Bu durumda Sadrazam ve Sultan, baş eğmekten başka çare göremiyorlar. 

[Sadrazam ve Hamit’in davranışlarından önce bir parantez gerekiyor. İttihat ve Terakki, asker ve sivil kökenli gençliğin bir örgütü olarak kuruluyor; zamanla subay ve sivil aydınlar aynı komitelerde çalışıyorlar. Temmuz İhtilali, bu beraber çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkıyor... Parantez burada başlıyor: Türk aydın tarihinde pek benzeri yok. Kurtuluş Savaşı’nda, hem sivil ve hem askerler birbirinden uzak durmaya ve ayrı örgütlenmeye özen gösteriyorlar. Erzurum Kongresi’nde ordudan ayrılmış Mustafa Kemal’in üniforma ve Vahdettin’in yaver kordonuyla görünmesi sert tepkilere yol açıyor. Çerkez Ethem yönetiminde Kuvay-ı Seyyare’nin Kurtuluş Savaşı’nın başında ve iç savaş koşulları içinde ortadan kaldırılmasında, Kurtuluş’u paşalar yönetimindeki askeri güçlerle sürdürme eğiliminin de önemli bir rolü olduğunu sanıyorum... 27 Mayıs öncesindeki hazırlıklar, tersine elverişli koşullara karşın, asker kökenli örgütlenmelerin, sivil aydınlarla beraber olmak yerine, sivil aydınların tartışmaları sonucunda ortaya çıkan programları benimseme eğilimini sürdürüyor... Silahlı Kuvvetler, 1968 sonrası silahlı gençlik eylemlerinde, genç subayların öğrencilerle bir arada komiteler kurmasına çok sert tepki gösteriyor. Benzer bir titizliğin 9 Mart 1971 tarihinde başarısızlıkla sonuçlanan hazırlıklar içinde ve en üst düzeyde de ortaya çıktığı saptanabiliyor. Parantez burada kapanıyor!]

 

Temmuz İhtilali, bu yanıyla, ‘unique’ kalıyor: Makedonya’da Osman Paşa dağa kaldırıldığı zaman Sait Paşa sadrazam koltuğunda oturuyor. Vekiller Meclisi’ni toplantıya çağırıyor. Anayasa’yı yeniden yürürlüğe koymaktan başka çare olmadığını söylüyor. Daha sonra günlüğüne şunları söylediğini kaydediyor: Hepinizin yüce malumlarıdır ki, yerinde ve zamanında susmak bir şeyi onaylamak anlamına gelir. Bundan dolayı ben, ‘Kanun-ı Esasi’nin yeniden yürürlüğe konulması hakkında padişah hazretlerine meclisimizce bir mazbata arz edilmesine karar verildi’ diyeceğim. Bu fikrime muhalif olan var mı? 

Meclis-i Vükela’dan bazı üyeler: Kanun-ı Esası’ feshedilmiş değildir ki yeniden yürürlüğe konsun; zamanın ve olayların gereği olarak geçici olarak ertelenmişti, diyorlar. 

Bu, bir anlamda Sultan Hamit’in düşüncelerini de yansıtıyor.

 

Hamit, anayasayı yeniden yürürlüğe koyarken şunları söylüyor: “Tahta çıkışımda koymuş olduğum anayasanın uygulanmasında rastlanan zorluklar yüzünden o zaman devlet ileri gelenleri tarafından gösterilen gerek üzerine Meclis-i Mebusan geçici olarak tatil edilmişti. Ülkemizde maarifin ilerlemesiyle, halkın eğitim düzeyi istenen dereceye ulaşıncaya kadar adı gecen yasanın ertelenmesi tavsiye yoluyla söylendiğinden, Meclis-i Mebusan’ın yeniden toplanması belli bir tarihe bırakılmıştı. 

Sevenleri tarafından ‘Maarifperver’ olarak nitelenen Hamit, eğitim alanındaki reformlarının anayasanın yeniden yürürlüğe konmasını sağladığını anlatmak istiyor. Şahane ülkemin her yanında okullar kurularak maarifin ilerlemesine özen gösterilmişti. Şükürler olsun, o maksadın elde edilmesiyle, maarifin yaygınlaşması sayesinde halk sınıflarımızın yetenek düzeyi ilerlediği için, gösterilen arzuya dayanarak ve bu arzunun gerçekleşmesi devlet ve ulusumuzun şimdi ve ilerde mutluluğunu gerektireceğine inandığımdan, buna karşıt düşünce ve oylara karşın, kararsızlık çekmeden anayasayı yeniden yürürlüğe koydum.

 

Hamit’in açıklaması, zor karşısında baş eğmenin ‘şahane’ bir türünü sergiliyor... 

O zamanlar kimsenin bu açıklamaya önem verdiğini sanmıyorum. Ülkeyi, ölçüsüz bir coşkunun sarmış olduğunu, bugün bile görebiliyorum. Mithat Şükrü, bu coşkuya katılıyor ve tanıklık ediyor. Selanik’te halkın coşkunluğu görülmedik bir dereceye ulaşmıştı, dedikten sonra ekliyor: Ortalıkta bir ‘yaşasın’ gidiyordu. Bütün yüzlerde sevinç izleri görülüyor, tanıdık tanımadık herkes birbirini kucaklıyordu. Mithat Paşa’nın, Enver ve Niyazi’nin, Eyüp Sabri’nin resimleri kapışılıyordu. 

Hamit tarafından boğdurulma tarihini Türk aydın hareketinde bir dönüm noktası saydığım Mithat, kütlelerde yaşıyordu. Enver, Niyazi, Eyüp Sabri için türküler yakılıyordu. 

Mithat Şükrü Bleda’nın Selanik’e tanıklık ettiğini yazan Yalçın Küçük hoca, İstanbul içinse Halide Hanım’ı aktarmayı önemli sayıyor...

 

Halide, Temmuz İhtilalinin İstanbul’da bütün kötülükleri temizlediğini anlatıyor. Önce iki ihtiyarın sevincinden söz ediyor: İki ihtiyarın tek kelime söylemeden, buruşuk yanaklarına durmaksızın yaşlar akıyordu. Bu yaşların arkasından iki ihtiyarın gözlerinde de oğullarını tekrar görmek umudu bir sevinç şimşeği gibi çakıp duruyordu.Sonra Galata Köprüsü’ne geliyor: Ertesi gün İstanbul’a indim. Köprü üzerinde kadın erkek, herkesin göğsünde kırmızı beyaz kokartlar, bir insan denizi gibi bir yandan öbür yana akıp gidiyordu. Yüzlerce yılın biriktirdiği her çeşit kızgınlıklar ve kötü niyetler ortadan kalkmış, hatta kişisel veya cinsel içgüdüler de ortadan kalkıvermişti. Heyecan dalgası halinde geçen halkın içlerinden her türlü kötülük, her türlü çirkinlik birdenbire ilahi bir temizlenmeye uğramış gibiydi.

 

Ha Paris, ha İstanbul... Ha Makedonya ha Merdivenköy...

Merdivenköylü mistik Münevver ninemizi pekâlâ anımsatan mistik Halide Edip, İhtilal haftasında, İstanbul’da suç işlenmediğine inanıyor ve naklediyor: Başka zamanlarda kıyafetleri yağma ve yıkma anlatan en aşağı tabaka bile bu kutsal heyecan dalgasına tutulmuş, ağlayarak dolaşıyordu. O hafta İstanbul’da bir tek suç işlenmediğini söylediler.Bu söylentinin, doğru olmasa bile iyi uydurulmuş olduğunu ekleyen Yalçın Küçük Hoca’ya bu benzersiz eseri için minnettarım. Sayesinde epeyce noktaya UZUN UZUN değinmiş olduk. Burada yapıtından aktarımı noktalıyor, şimdi bizim kök sülale erkânına, kök büyüklerime dönüyorum. 

Işıklar içinde uyusunlar; babamın dedesi, Mustafa dedemizin ve eşi Münevver ninemizin kulakları ‘çınlayacak’; göklerden bana mesaj atacaklar: “Ey torun, bizimle ne alıp veremediğin var senin, ha! 

Benim derdim sizlerle değil, ŞAKACI SOKAK ile desem inanırlar mıydı acaba? Ama oraya gelene kadar öncesini bilmek, bildirmek bize hak değil mi? 

[📷 Pire🚲 ile “Doğduğum Yere Turu”, Şakacı Sokak, (Temmuz 2017).] 

Ha Paris, ha İstanbul... Ha Makedonya ha Merdivenköy...  

Göztepe’yi atlamayayım ama...

 

Adını Gözcü erenlerin Bizans’ı gözetledikleri tepeden alan Göztepe havalisine göz atacak olursak, bugün Merdivenköy’den kat ve kat daha büyük, daha fazla tanınan bir semt olsa da yerleşim tarihinin Merdivenköy’den çok daha yeni olduğunu söyleyebilirim. Göztepe semtinin kurulu olduğu, gözetleme tepesinden Marmara Denizi’ne kadar inen yamaçlarda yerleşim 1870’li yıllarda başlar. Osmanlı-Rus Savaşının ardından, Balkanlardan gelen birkaç muhacir aile Göztepe’ye yerleşirler. Aynı yıllarda, Haydarpaşa-İzmit Demiryolu üzerinde Göztepe İstasyonunun inşa edilmesiyle istasyon civarı giderek gelişir ve kısa sürede burada bir yerleşim dokusu meydana gelir. 1899 Yılında Tütüncü Mehmet Efendi tren istasyonunun yanı başında bir cami yaptırır. Günümüze gelebilmiş olan bu cami ve tren istasyonun olduğu bölge, Göztepe’deki ilk yerleşimin başladığı bölgedir ve günümüzde de semtin ana çekirdeğini oluşturmaktadır.

 

19. yy sonlarından itibaren birçok köşkün de inşa edilmeye başladığı Göztepe, 20. yy’ın ortalarına dek, uçsuz bucaksız kırları ile havadar bir semttir. 

16. yy ortalarında eski Aya Mamanos, o dönemki adıyla Merdivenköy; Camisi, tekkesi, şeyhleri ve dervişleriyle İstanbul’un Anadolu yakasının önemli bir dini merkezi haline gelmiştir. Artık, bu köye Mandıra Köyü yerine Merd-i iman Köy (imanından şüphe edilmeyenlerin köyü) denilir. 

Günümüzde Merdivenköy, her ne kadar özellikle de son 10 yıl zarfında dört bir yanı çok katlı betonarme binalarla doldurulsa da, halen daha köy olduğu eski günlerinden kalma bahçe içerisinde, bir ya da iki katlı evlere, sevimli bahçelere ev sahipliği yapar. 

Geçirdiği tüm değişime rağmen, Kadıköy’ün köy havasını en fazla soluyabileceğiniz mahallesi yine de Merdivenköy’dür ve camisi, dergâhı, mezarlığı, çeşmeleri ve su terazileriyle geçmişin tarihi ve manevi dokusunu hissedebileceğiniz özel bir semttir. 

***...*** 

MERDİVENKÖYLÜLER 

Diğer tarafta (babamın dedesi) Mustafa Efendi’ye eş olacak 1883 doğumlu Münevver Hatun’un familyası (Ali Efendi ve Şefika Hatun) İstanbul’un has yerlilerinden. Onlar aslen Merdivenköy taraflarından. Her ne hikmetse bağlık ve bahçelerle donatılmış Kazasker ve çevresindeki arazilere yatırım yapmışlar. 

Ali Efendi 1845, karısı Şefika Hatun 1851 doğumludur. 1869 yılında yaptıkları evlilikten üç kız çocukları dünyaya geliyor. İlki, Hatice Hanım 1870, ikincisi Nuriye Hanım 1873, üçüncüsü ve sonuncusu Münevver Hanım 1883 yıllarında doğuyorlar. Hiç erkek çocukları olmuyor. 

Ali Efendi, Merdivenköy ahalisinden mandıraya, bağ ve bahçelere sahip variyetli bir ailenin çocuğu. İstanbul’un bu yakasında bulunan saraylara, kasırlara, köşklere, Üsküdar Sancağına, kışlalara, mahalli zenginlere hayati değerde erzak sağlayan ailelerin başında geliyorlar. Ali Efendi, ailesinin yakın dostları sayesinde ordu içinde mühim bir görevi üstleniyor ve bölgede kurulu bütün cephaneler onun sorumluluğuna veriliyor. Bu yüzden lakabı Cephaneci Ali olarak kayda geçiyor. 

Askeriyeden en yakın dostu, yine kendisi gibi cephane subayı olan Reşat Efendi. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen bu iki sıkı fıkı dost her gün beraber çalışıyor, beraber dertleniyor, hizmet dışı saatlerde de beraber tartışıyor ve vatanı kurtarıyorlar(!).. İkisinin de en önemli özellikleri okumaya meraklı olmaları. İyi bir bilgi birikimine sahipler. Öğle paydosunu çalıştıkları binanın avlusunda ya da taş yapının içindeki loş koridorların herhangi bir pencere köşesinde kitap okuyarak geçiriyorlar. Üstlerine karşı küçümsenmemek, ezilmemek, fikriyatta yalnız kalmamak için, kendilerini, en akıllı, en parlak olmaya mahkûm ve mecbur hissediyorlar. Zaman içerisinde Jön Türklerin fikriyatına yakınlık hissediyorlar. Hayatları da bu çizgide değişiyor. 

Avrupa’daki yeniliklerden ve Jön Türklerden etkilenen Ali Efendi üç kızının da çok iyi eğitim almasını sağlıyor ve onları tam birer milliyetçi, laik, meşrutiyetçi bireyler olarak yetiştiriyor. Abdülhamit’in zorba yönetimine daha fazla dayanamayıp arkadaşı Reşat’la birlikte askeriyeden ayrılıyor ve kendisini tamamen ticarete adıyor. Toprak yatırımına giriyor ve işleri hızla büyüyor. Artık o Cephaneci Ali değil, Ali Ağa’dır. İşte bu dönemde yüreği reform için daha fazla atmaktadır. Kızlarını da bu yönde etkiler. Ancak arzu ettiği şey kanlı bir iç savaştan çok onları edebi yazılarla aydınlatıp biçimlendirme şeklinde olur. Siyasi görüş olarak, padişahlık yönetiminin altında bir de meclisin bulunarak yönetime katılmasını benimser. Kafasında hiçbir zaman padişahlık rejiminin yıkılıp yerine cumhuriyet rejiminin getirilmesi fikri yoktur. Karşı olduğu durum Abdülhamit yönetiminin istibdat düzenidir. Baskı ve şiddet düzeninin yönetime ortak bir meclis kurulursa bu durumun düzeleceğini iddia edenlerin arasındadır. Fakat hiçbir zaman padişah yönetimini reddetmez sadece yönetimine denk bir meclis yönetimi istemektedir.

 

İlk iki kızını, aslen bir Merdivenköylü olan ancak Bulgurlu’daki çiftliğinde oturan Nizamettin Ağa’nın iki oğlu ile evlendirir. Böylece bir ilk yaşanır: iki kız kardeşe koca olarak iki erkek kardeş. 

Nizamettin Ağa, Ali Ağa ile aynı yaştadır. Karısı Hamiyet Hatun 1850 doğumludur. 1866 yılında yaptıkları evlilikten iki erkek çocukları dünyaya geliyor: Hasan 1867, Ali 1869 yılında doğuyorlar. 

İki ağanın ilk evlatları Hatice Hanım ile Hasan Bey 1889 yılında evleniyorlar. Bu saadetli bileşim Nuriye Hanım ile Ali Bey’in izdivacı ile daha da bir pekişiyor. 1892 yılında yapılan bu evlilikle beraber Ali Ağa’nın ortanca kızı da Merdivenköy’den ayrılarak Nizamettin Ağa’nın Bulgurlu’daki çiftliğine yerleşiyor. O yıl dokuz yaşında olan Münevver Hanım, anne ve babasının yanında kalan son parça olarak evleneceği günü parmaklarıyla saymaya başlıyor. Fakat bu parmak sayma işlemi en az on yıl kadar sürecektir. 

1892 senesi hem Ali Ağa’nın hem Nizamettin Ağa’nın aileleri için kıvançlı bir yıldır. Bir taraftan Nuriye Hanım ile Ali Bey’in izdivacı konuşulur, diğer taraftan ilk torun, Hatice Hanım ile Hasan Bey’in oğlu, İsmail dünyaya gelir. 

Kuşkusuz ki bu aileleri birleştiren yalnız izdivaçlar ve torun torba değildir. Toprak ağalarının ortak siyasi fikirleri Jön Türklerin yanında olması müsebbibiyle bir çatışma ortamına değil alakasından fazla bir yakınlaşmaya bahane olur. Aralarından su sızmaz. Dahası işbirliği zirai faaliyetlerde de kendisini gösterir. 

Ne yazık ki bu türden mutluluklar ilelebet sürecek değildir. Sancılar... Sancılar... Vecalar da kapılarını şereflendirecektir. Misal odur ki 1897 senesi yitik bir devrin sesidir. Çünkü o sene koskoca Nizamettin Ağa gözlerini hayata kapayacak ve bu dünyadan göç edecektir. 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018 -Eylül 2020   

[📷 En sevgili dünyam: “Yaşayan Cennet”, Koruköy, Saros, (Mart 2019).] 

(*) Önceki Makale: Dünya Yansa Yorganım Yok İçinde

(*) Sonraki Makale: Tell Me You Love Me ~ Bana Sevdiğini Söyle 

(**) Bir sonraki makaleye geçmeden önce “ANILARIM” sayfasında yer alan, “Bağ İdiler Bostan Oldular” ile başlayan ve “Eşeği Çağırırlar Toya, Ya Oduna Ya Suya…” ile sonlanan 4 makaleyi okumanızı tavsiye ederim. 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***