İnci Gibi Uzaklarda Parıldar ŞAKACI SOKAK’a Döndüğüm Hayat

 

[📷 Hayrettin ağabeyim ile eski evimizin (şimdiki Mehmet Sayman Ap.) bahçesinde, Kazasker Şakacı Sokak, (Aralık, 2018).]

Sahnede Üç Oyuncu 

Bir sokağa dair özgün yaşam hatıralarını yazmaya soyunanlar genellikle geçmişte yaşadıklarını anlatırken kendileriyle ilgili gerçekleri örtmeye önem verirler ama başkalarıyla ilgili gerçekleri kolayca açığa vururlar. Bu açıdan bakıldığında capcanlı yaşanmış sokak anılarına başkalarının kusurlarını, küçüklüklerini, patavatsızlık­larını ve haksızlıklarını anlatan yapıt gözüyle bakılsa ye­ridir. Yalnız, şunu da unutmamak gerekir ki körler ancak akıllarında kalanı yazarlar. Onlardan, akılların­da kalmayan şeyleri beklemek yersizdir. Bana gelince benim hayatımda gerçekleri örtecek bir perde kumaşı hiç olmadı. Her insanda olabileceğini düşündüğüm ve doğal karşıladığım bazı nedenlerden dolayı bir takım sırları ben de halen taşıyorum. Ancak bu farklı bir şey. Kendimi ve söz verdiğim kişileri zorda bırakacak bu tür emanete ihanet edemem. Bırakın o sırlar da artık benimle beraber sonsuza yok olsunlar. Bunların dışında kalanlar tüm her şeyin şeffaflığıyla dillere dökülebilir... 

Sokak lambasının ışığında sessiz bir sarı beyaz akışıydı kar... Orhan Veli’ye bakarsanız, çiçekler bile gürültüyle açarlardı. Oysa şairler yağdıramamışlardı karı gürültüyle... Sessizliğin sesiydi kar. Üstelik cam buğu yapardı her solukta. Adımı yazardım pencerenin camına hazır kar yağarken, kristalleşir kalırdı. Kar ışığında eğri büğrü bir “Işık...” Sahnemde ise üç oyuncu. Üçü de birbirinden gürültülü. Yakından bakınca daha iyi yakalıyorum: Üçü de ben!!! Biri çocuk, biri genç/delikanlı, biri orta yaşlı... Kim bilir kar yağışının ilerleyen sonsuzluğunda bir dördüncü oyuncu da bu sahneye dâhil olabilir. İhtiyar ben!! 

Sessizliğin içinde yeşil fosforik gözlü radyodan kulağa çarpan tatlı mırıltılar duyardım. Kar seyrederken, içeride olmak ve radyo dinlemek, hele geceyse, baba, anne, ağabey, abla, nine ve dede de evdeyse, kar ocağın tüttüğüne tanıklık ederdi, sütliman dinginlikti... 

(Sahnenin arkasında bir şamata yükselir… İçeri kolları ağaç dallarını andıran kitap kılıklı bir varlık girer…) 

MAZİ ŞAKACI SOKAKTA ŞAKA GİBİYDİ bu dinginliği bozmaya geliyor. 

[📷 Londra, (Aralık 1981).] 

Hayat Bilgisi kitabında serçelere ekmek atardı çocuklar. Başlarında ponponlu kukuleta, boğazlarında savruk atkılar. Hep gülerdi Hayat Bilgisi kitabındaki çocuklar ve kardan adamlar. Kartopu oynanırdı Hayat Bilgisi’nde. Biz de onlara öykünürdük, hep kızlara fırlatırdık sıkıştırılmış topları. Dudaklarımızın kenarlarında şeytani, hin bir kıvrık. Kızların yanakları ansızın pembeleşirdi. Yoksa bizimki de mi? Öyle olmalı. 

Bu sokak dizisinde yer alan hayat anıları da işte böyle bir Hayat Bilgisi dersliği gibi. Hem eğitici, hem eğlendirici, hem sevindirici, hem hüzünlendirici, hem de mutluluk verici. Ve ayrıca üç değil çok boyutlu. Sanki romansı bir serüven akışında. 

Serüven, bana her nedense “uzak” imgesini çağrıştırır. Kim bilir belki de bu imge. Ernest Hemingway’in yapıtlarından kazınmıştır bilinçaltıma. Bu uzak imgesi, yalnızca coğrafi uzaklığı anlatmıyor. İnsanlar, her ne kadar birbirlerine çok yakın yaşasalar da yaşantıları, geleceğe bakışları, alışkanlıkları ile uzak gibiler. Oysa hiç de öyle değil. “MAZİ ŞAKACI SOKAKTA ŞAKA GİBİYDİ” metinleri bir sokağa bağlı insanı tanımak, tanıdığını ise bulup ortaya çıkartmak, yakınlarıyla buluşturmak için uzun bir serüvene çıkmaya olanak tanıyor. İyi ki de tanıyor! 

Somuttan, yalın gerçekten kalkıp gelen ve beş duyuyla kavranan imgeler, insan beyninde düşlerle, ta çocukluktan taşınan kimlikle, gezmeyle, okumayla, yaşamayla öğrenilen birikimle oynaşıyor ve yalnızca o an algılananlarla değil yüreğin imbiğinden süzülen duygularla birleşince bu seslemler çıkıyor ortaya. 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Pendik, (Ağustos 2017).] 

Bir okuyucu hezeyanla taşıdığı önyargısıyla, bu “bisikletle turlama hayat öyküsü” serisini dillendiren hatırat kurgusunun yalan dolana dayalı, basmakalıp bir içerik barındırdığı iddia edilebilir. Ne var ki böyle önyargılı bir iddianın ta kendisi maalesef uydurmadır. Tıpkı benim hatıralar volümlerinde yer alan tüm karakterler ve tüm olaylar gibi bu sokağın (Şakacı Sokak) karakterleri de, belirli bir tarihsel sürece dayanan zaman diliminde ortaya çıkmış olaylar ve olgular da hepsi gerçektir. Doğrudur. Gerçekler bazen ya da çokça acıtabilir. Lâkin gerçekler değiştirilemez. Gerçek gerçektir. Kalıcı olan da budur. Bununla birlikte gerçek olanın tam anlamıyla tanımlanamadığı alanlarda gerçeğe yakınlığı aramak da bir ilkedir. Aksi ispatlanamadığı ölçüde bu da bir gerçek görüngü olma özelliğini öykü kurgusu içinde barındırmayı sürdürecektir. 

Pekâlâ, bu yazdıklarımın haklılığından, gerçekliğinden nasıl bu kadar emin olabilirim?

Değilim ki! 

Daha önce değinmiştim. Bir daha anımsatmakta bir beis görmüyorum. 

[📷 Yaşam Merkezimde, Saros, (Haziran 2007).] 

İnsanın yanılan, her zaman hata yapmaya müsait bir yapısı olan bir varlık olduğunu bildiğim içindir ki bu “Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi”yi kaleme almaya soyunurken homotetik endişeler taşımıyorum. Kendi kendimle çelişmekten, kendim hakkımda kuşku duymaktan çekinmediğim için kendimi bu bir dizi öykü sandalının araştırma ve yazım işlerini üstlenmeye davet edebiliyorum. 

Hatıratlarıma gelince... Ömrüm yeterse, o hayat serisi 10 cilt içinde tamamlanacak. Ya sonra? Arkası olur mu? Onu da o vakte bırakıp görmek lazım... Kim bilir, ihtiyar Şeref, hem çocuk Şeref’i, hem genç Şeref’i hem de orta yaşlı Şeref’i gönül rahatlığı içinde, o hep bağımsız düşlediği erkin bir yerlerde buluşturabilecektir... 

Tıpkı düşlerinden hiç uzak kalmadığı bir sokak serüveninde olduğu gibi... 

[📷 Şakacı Sokaklılar; Soldan sağa: kuzenim Arzu, Semra yengem & Muhittin amcam, (Şubat 2010).] 

Anılar koleksiyonu – Şakacı Sokak’ta Yüz Gram 

Şakacı Sokak”, yani “Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi” anıları, gEZENTİ bİSİKLET” içerisinde buselik bir istasyon. Dışarıdan bakıldığında dikkati çekmeyen, sırrını ele vermeyen bir mekân. İsmini damla çiçeğinden değil de bir dizi hatırat koleksiyonundan alıyor. 

İstasyonun az bulunur lakaplı sahibi, masal adıyla Nostalji İnsanı, ütopik gezgin adıyla Gezenti Şeref, orijinal namıyla Şeref Sayman, hayatında ilk kez değil ama üstünde doğduğu ve uzun bir süre yaşadığı sokağa ilişkin bir anı-yaşam birikimine bu denli bodoslama âşık oluyor. Bu birikim, istasyon sakinlerinin dilinde iyice büyüyor, “iki ayağı üzerinde yürüyen koca memeli bir beygir”, “gülerken kişneyen iri dişli bir canavar” gibi sözlerle tanımlanıyor. 

Ama hayat işte, kahramanımız bu derlemeye (antolojiye) âşık olmuş bir kere, onun için malını mülkünü harcamış. Sonunda bu istasyonu açınca da “Şakacı Sokak: Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi” adını koymuş. Mekânın sadece maç akşamlarında ellerde bira şişeleri, yedi yer minderi ve on üç bacaksız tabureleri doluyor ama yalnızca foto-maç izlemeye gelenlerin istasyonun gizemli havasını solumaları mümkün değil. 

[📷 Şakacı Sokak, (Şubat 2009).] 

Şakacı Sokak bir sığınak... Maziyi özleyenlerin sığındığı bir yer. Sürekli sakinleri mümkün olduğunca az şey yiyerek, bolca içki yuvarlayarak sığındıkları bu istasyonda geçmişle yâd edilmeyi bekliyorlar. 

[📷 Annem ve Zehra teyzemle birlikte bir düğünde eğlenirken, (Ağustos 1979).] 

Şakacı Sokak buranın sakinlerinin hikâyelerini anlatıyor. Hikâyelerin hem yaratıcısı hem anlatıcısı gEZENTİ bİSİKLET”in mülk sahibi o şerefli adam, “Aslında buranın adı YILDIZ TOZLARININ SIĞINAĞI olmalıydı. Bu öneriyi getirdiğimde kök familyanın bastonlu patronu, Mehmet Efendi, her daim yüz yirmi kilometrelik şoför Nurettin Baba, karısı Maviş Ana ve feylesof oğul Hayri ile civan kız Ayevi buna şiddetle karşı çıkmışlar, bir hata işlemişim gibi bakmışlardı yüzüme. Buraya gelenler kimsesiz değildi, bu mekân geniş bir aileydi. Doğruydu, buna katılıyordum, bu kapıdan girince kalabalık ve sıcak bir ailede buluyordum kendimi. Ama dışarı adımımı attığımda hemen yıldızlarla tozlanmış oluveriyordum. Sonuçta burası bir sığınaktı, hem de yıldız insanlar sığınağı, neden anlamak istemiyorlardı” diye anlatıyor lokasyonu. 

Hiç kuşku yok. Bu sığınakta yazılanlar sanki yıldız tozlarının destanı, sanki yıldızların senfonisi, başka bir galaksiden mi yazılmış? Işığın içine girmiş oradan yazmış sanki... 

Şakacı Sokak içinde geçen hikâyeler bir solukta bitecek cinsten değil; kimi resimler ve şiirlerle de bir bütünlük bir uyum içinde... Helal valla. gEZENTİ bİSİKLET yine yapacağını yapmış, harika masallar bunlar... Üstelik yazıların çoğunda bambaşka bir tarih ile şiirler beraber uçmuşlar! 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Haliç, (Ağustos 2018).] 

gEZENTİ bİSİKLET içinde ayrı bir sayfa olarak yer alan “ŞAKACI SOKAK” hiç bitmeyecek uçsuz bucaksız bir araç konvoyu gibi görünen epik bir anı-yaşam katarı da olsa, kocaman bir öykü vagonu da, keyifle okunacak bir dizi. Hem de felaket biçimde alaturkaya bulaşmış alafranga bir seri. Yığınla ardı ardına dizilmiş cümlelerin arasından sıcaklık akıyor, dünyasına sizi katıyor ve anıları bir solukta okuyorsunuz. Zaten edebiyat eserinin bir işlevi de budur. Anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca bilemeyiz ama birbirini tamamlayan hikâyelerle her makalenin son paragrafına doğru ulaştığınızda Şakacı Sokak’ın varlığına da, sakinlerinin gerçekliğine de ikna oluyorsunuz. İçinizden bir teleferiğe atlayıp Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi köşesine gitmek, o yıldız tozlarının sığınağında bir kenara oturup müdavimleri izlemek geliyor. 

***...*** 

[📷 Pembe Düşler, Yapıtaş, Şakacı Sokak, (Şubat 2009).] 

Kısa Hayatta Her Senesi Rüya 

Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi’yi yazmaya karar verdiğim zaman hemen herkes bana aynı soruyu sordu: “Ne hakkında yazacaksın? 

Öncelikle kendi hayatımı yazacağım. Ama içinde benden önceki hayatlar da, yani köklerim, sizin hayatınız da, bizim ürettiğimiz hayatlar da yer alacak,” dediğim zaman da dudak büktüler. Kimi küçümseyici bir tavırla, “Senin hayatın çok mu ilginç,” dedi. Kimi boyumdan büyük bir işe kalkıştığımı dahi düşünüp yaşam projemi önemsemedi. Kimi de “Başka işin mi yok!” der gibi nanik çekti. 

Başlangıçta bu heyecanımı benimle birlikte paylaşan sadece üç kişi oldu: Teyzem, Zehra Tunadan; ağabeyim Hayrettin ve ablam Hale. Onlar başından beri bu projeyi destekleyen kişiler olarak bugüne değin yapabilecekleri her türlü katkıyı sürdürdüler. Bu yüzden onlara müteşekkirim. Ancak sözünü ettiğim bu proje geliştikçe araştırmanın derinliklerinde destekçilerin sayısının da nicelik olarak artış göstermeye başladığını belirtmem gerekir. Misal köklerime dair ilk taslak notlarım (1876-1962) tamamlandığında bu sayının kat kat fazlasıyla çoğaldığını görebiliyordum. 

[📷 Saklıkent, Antalya, (Ocak 2009).] 

Doğrudur... Hayatım kimilerine hiç de ilginç gelmeyebilir. Böyle aman aman herkeste bir merak uyandırsın, beni izlesinler, çevremde dolanmış hayat parçalarını tanısınlar, yaşanmış olayları bir de benim penceremden görebilsinler diyebileceğim abartılı beklentilerim yok aslında. Fakat ben zaten sıradan biri olarak buradayım. Hayatım ilginç değilse de, eminim ki benim asuman küreme dâhil olmuş, yaşantısının herhangi bir kesitinde benimle bir biçimde buluşmuş herkesin hayatının bir parçasını yansıtıyor. Benim de herkes gibi peşinden sürekli koşuşturduğum düşlerim, ideallerim, güçlü yanlarım, zaaflarım, çok büyük sevinçlerim, çok derin üzüntülerim oldu. Herkes gibi ben de yeri geldi çok sevindim, yeri geldi çok üzüldüm, öfkemden ağladım, isyanımdan bağırdım çağırdım, yeri geldi kahkahayla güldüm, özendim, kıskandım. 

Burada adı geçen Mazi Şakacı Sokakta Şaka Gibiydi hatıratlar serisi basite alınacak türden hikâyeler değildir. Nedeni de şu: hepsi gerçek birer hayat öyküsüdür. İçine yalan dolan karıştırılmamış, sapına kadar saf ve duru, yalın ve hakikatlidir. İçinde yazılı doğrulardan ötürü kimseyle ters düşecek diye ne bir kaygısı ne de bir endişesi vardır. Heyhat, kimseyi de özel olarak rencide etmek için yazılma amacı taşımamaktadır. Şakacı Sokak’a ilişkin hayat öykülerimin bütün mabetli meselesi okuyucuya sübjektif heyecan yaşatmaktır ve alâkadar kimliklere öznel “ansiklopedik” bir miras bırakmaktır. 

Hayal ürünü olan romanlara heyecan katmak, coşku yaratmak gayet basittir. Ama ben, oldukça derinlere inerek, en ince detaylara değinerek, hakikati saptırmadan, kurgusal da olsa olgularla oynamadan, gerçek birer öykü yazmak istediğim için buradayım. İnsanları hayatta iken sevmek, sevmeyi asla ertelememek gerektiğini anlatmak için buradayım. Çok büyük mutluluklarla, çok derin acıların, büküntülerin insan hayatına nasıl serpiştirildiğini, neticede iyi ve kötü günlerin nasıl bir denge oluşturduğunu, hayatın sadece gri veya pembe tonlara hâkim olmadığını göstermek için buradayım. Geçmişten bugüne yitirdiğim nice aile ve akraba yakınlarımı, yoldaşlarımı, sevdalarımı, çalışmalarımı özlediğim için yazmam gerektiğine kendimi inandırdığım için buradayım. Onları yazarken çoğu kere kendimi kaybedeceğimi biliyorum. Çalkantılı duygulara karışacağımı da. Ama onlarla bir kez daha yaşamak, tekrar beraber olabilmek için buna değer biliyorum. İşte onun için buradayım. 

[📷 East Ham, Londra, (Ekim 1979).] 

Bu öykülerde doğumumu, çocukluğumu, gençliğimi, öğrencilik yıllarımı, eğitim-öğretim maceralarımı, kariyer merdivenindeki çalışma hayatımı, yaşadığım müebbet aşkları, duygudaşlıkları, yoldaşlıkları, siyaset mücadelelerimi, toplumsal faaliyetlerimi, giriştiğim işletmecilikleri, yatırım ilişkilerimi, dolayısıyla yaşadığım yerleri, gezdiğim kentleri, seyahatlerimi de anlatmak istiyorum, bir özel sokağın hatıratlarının şifrelerini verirken. İşte bunun için buradayım. 

Günümüze değin devam edecek Şakacı Sokak yaşam öykülerimin serüveni her şeyin eskisiyle bir yansıması gibi. 1870’li yıllardan itibaren köklerimin yaşantısıyla çıkış alıyor. (Ancak bunları zaman zaman EK dosyalar halinde vereceğimi belirtmek isterim.) Dönemsel süreçlere ayrılmış kategorik albümler içinde farklı yıllara tanıklık eden olay ve olguların çevresindeki bir sokağı, beni ve benimle yakın ilişkisi bulunanları bir öykü tadında anlatmayı planlıyor. 

Sözün özü, maziden çalmaya devam ediyorum. İşte bunun için buradayım. 

[📷 Yazılı Kanyon, Sütçüler, Isparta, (Nisan 2010).] 

ŞAKACI SOKAK Anılarını Yazmaya Karar Verdiğimde 

Hatırat nedir? Nasıl, nereden başlamalıyım? Ya hiçbir şeyi ya da en azından yazmak istediklerimi hatırlayamazsam... Ya hafızamdan tümüyle silinmiş ve kayıpları oynuyorsa... Ya da, ya da, daha da kötüsü ya her şeyi gün gibi hatırlarsam? Aklıma geleni not edersem... Ama neyi, neleri yazabilirim? Neyi, neleri, kimi, kimleri yazmamalıyım. Yazmak kolay da sonucuna katlanmak! 

Uf işte en zoru bu olsa gerek! 

Okuyucu kitlem, takipçilerim kimler olacak? Kimlerin olmasını istiyorum? Özel konulara girmeli mi, girmemeli mi? Herkes benim kadar açık sözlülüğü seviyor olamaz. Şeffaflığı değil, mahremiyeti daha fazla tercih ediyor olabilirler. Kim bilir belki nice akrabalarımı inciteceğim. Aile bireylerimi üzeceğim. Arkadaş ve dostlarım ile ters düşeceğim. 

[📷 Hayrünisa ablam, Hayrettin ağabeyim ve Sharon yengem hangi sokaktan gideceğimizi tartışıyorlar, burada bu vardı, şurada şu vardı, tartışmasının ötesinde, Ayşe Kadın, (Aralık 2018).] 

Şakacı Sokak anılarımı yazmak için karar aşamasına geldiğimde ilk bu düşünceler geçmişti beynimden. Fırtına gibiydi her biri. Salladı. Ama sarsmadı. 

Çünkü beni bilen, tanıyan zaten şeffaf biri olduğumu ve aklına koyduğunu şıp diye yapacak tiplerden olduğumu biliyor. İnanın hiç endişe etmedim. Tüm bu yersiz kaygıları bir tarafa attım. Kendimi oldukça özgür ve bağımsız hissediyor ona göre hazırlıyordum. Geçmişe dair rahatsızlık verici bazı gerçekleri yazmaktan kimse beni alıkoyamazdı. Ama belirtmem gerekirse, amacım birilerine asla intikam duyguları filan beslediğimden değil, benim karakter olarak gerçeklerden kaçmayı sevmeyen biri olduğum içindi. 

Oturun; sabaha kadar kimseyi üzmeyeceğim, gerçeklerin üstünü ‘sır’ aşkına örteceğim diye bir hatırat yazmaya koyulun, o hatırat hatırat olmaktan çıkar salt kurgulanmış bir övgü methiyesine dönüşen bir yazı trafiğine akar gider. Sadece olaylar, olgular, kişiler, ilişkiler çarpıtmakla kalınmaz, yaptığınız üretim yalan makinesine tahavvül eder. E, o zaman masal yazalım daha iyi... 

İşin aslında tuhaf yanı şudur. Hatırat yazınında en çelişkili an başkaları hakkında değil kendi hakkımızda yazacağımız gerçekler ile alakalıdır. Zira nasıl olsa ‘başkası’ deyip her türlü giydirme lüksüne sahibizdir. Sonuçta methiye mi olur, kırgınlık mı olur umursamaz görünürüz. Ama mesele kendimize ait bir durumu yansıtacak ise gerçeklerden kaçınma duygusu ile karşı karşıya kalırız. İşte burada bizim ne kadar dürüst bir kalem tutan ele sahip olduğumuz hatıratın gidişatını, yönünü belirleyecektir. İnanın dilediğimiz herkesi aldatabiliriz ama kendimizi asla... Bunun da bir önceki masaldan farkı olmayacaktır. O zaman en iyisi hatırat yazıp yazmamayı bir daha düşünmektir... 

Diğer bir deyişle, anıları yazmaya koyulmak kişinin kendisinin geçmişte nasıl biri olduğunu ortaya çıkarmasıdır. Aynı zamanda nasıl bir değişimin içinden geçtiğini tanımlamasıdır. Raymond Carver’in bir yerde söylediği gibi “Kişinin iç yüzünü anlamasının neye yararı var? O sadece şeyleri daha da zorlaştırır.” Bir sürü tozlu hatıraları kazımanın ne anlamı var? Niçin kendimize şu geçmiş günlerin asla bir daha geri gelmeyeceğini söyleyip hatırlatıyoruz ki? Niçin durmadık yerde kendimize ölümlü olduğumuzu hatırlatıyoruz ki? 

Ölümlülük İngilizce’de ‘mortality’ demek. Sözcük ‘mourn’ fiilinden türetilmiş. ‘Mourn’ ise yas tutmak, matem tutmak, kederlenmek demek. E, o zaman siz yorumu yapın... 

Gidip buzdolabının içine bakmak veyahut televizyonu açıp o meşhur diziyi seyretmek ya da İngiliz yazar George Eliot’ın “Middlemarch” adlı eserini yeniden okumak için bir yığın neden bulabilirsiniz. Ama bir kez olsun şu fısıldayan cılız sese kulak verin: “Oh, bu bölüm çok ilginçti! 

[📷 Yaşam Merkezimde, Saros, (Ağustos 2006).] 

Sırf bu nedenle ben her şeye ama, Şakacı Sokak hatıratlarıma konuk olabilecek her şeye kapılarımı, pencerelerimi açtım ve hepsini önemseyip, hepsine dikkatimi verdim. Ancak mekândan mekâna sıçramak her zaman aşikâr bir durum değil. İçeri girebileceğim yolu bulabilmem her zaman kolay olmadı. Bazen bir yan kapı bulma ihtiyacı duydum. Bazen bir arka kapı, çatı çatlağı vesaire... 

Hayatımın herhangi bir “on yıllık” zaman dilimini ele alalım... 

İki sayfaya sığdırmaya kalktım diyelim. Her cümle en fazla üç kelime uzunluğunda –ne iki, ne dört, sadece üç sözcükle sınırlı. Kim üç kelimelik bir cümleye ne saklayabilir ki? 

Benimse her şeyi bir tümceye sığdıramadığımı keşfetmem hiç de uzun sürmedi ama. Çünkü kenara atmak istemediğim o kadar çok şey vardı ki yazmaya doyamayacağım. Kimileri vardır kısa ve öz yazmayı sever. Benim tarzım belli. Elime, bileğime, kalemime kuvvet... Tanışmalar, evlilikler, boşanmalar, ilişkiler, ölümler... Savaşlar, barışlar, kavgalar, mutlu anlar, hüzünlü anlar... Toprak ana uyumamalı. Kökler çalışıyor. Canlı hafıza her şeyi geri getiriyor. Parmak uçları “klik” sesleriyle bu canlılığa renk katıyor. 

Eğer mırıldanarak vızır vızır çalışan bir cümle varsa, veya ortalığa kıvılcımlar saçıyorsa büyük ikramiyeyi yakaladım demektir. Ne yapalım ortalığı karıştıracak asgari iki yüz sayfa yazsam kim ne diyebilir ki! 

***...*** 

[📷 Hayrünisa ablam, Hayrettin ağabeyim ve Sharon yengem, Oral Sokak Çıkmazı, (Ağustos 2006).] 

Şakacı Sokak’ta Anı Yazmak: “Son”a Giden Yolculukta Beceriyle Hassasiyet Arasındaki Mutabakat 

Yazarken düşünmeden edemiyor insan: Meğer bir sokakla ilgili bir seri öyküler oluşturmak, onunla ilgili bir anı dizisi yaratmak için gururlu kalemi ele almanın, kişinin ‘public’ –yani kamuoyu– önünde elbisesini çıkarıp dımdızlak kalmasından farkı yokmuş. Bu doğru. Ama hiç kuşku yok, bununla sınırlı değil. Yetersiz yani. Sadece soyunmak değil, izleyiciler önünde yazdıklarınızı bir bir yüksek sesle okumak. İster buna çarşı diyelim, ister pazar. Sergiden ve sergilemekten başka bir kasıt yoksa gerisi boş laf. 

Ürettiklerimden dolayı saldırı veya eleştiriye uğrayacağımı bile bile Şakacı Sokak ile ilgili anı-yazın sanatını konuşturmaya çalışırken korunmasız olduğumu görebilecek kadar yaralanabilir hissetmek... Diğer taraftan ürettiklerimin başkaları tarafından okunabiliyor olması,  bu da kolaylıkla fazla şaşkına dönme hissiyatına yol açabilir. Neticede yüzlerce hikâye arasından seçim yapma zorunluluğu tepede bir Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor olması. Nereden başlamalı? Hangilerini seçmeli? İşte anı yazmaya soyunurken bırakın kocaman bir izleyici kitlesinin önüne cesaretle çıkıp elbise çıkarmayı, seçenekler arasında kaybolup gitme riski kadar zor bir durumla karşı karşıya kalıp nereden başlamalı diye başınızı saatlerce duvara vurmanın çektirdiği baş ağrıları. Beyne yapışan tuhaf seslere nasıl sessiz kalabilir ki insan! Ben de kalamıyorum haliyle. Salt yapışan tırmalayıcı sesler değil, mıh çakan enteresan sorulara ne demeli? Neyse ki, elde birtakım günlükler veya benzeri notlar varsa verilecek emeğin ve anı-iştigal alanını meşgul edecek bütün faaliyetlerin biraz daha külfetsiz bir görüntü çizmesinden daha doğal bir şey yok... 

Ana hatlarıyla çizdiğim bir zaman krokisine mi sadık kalmalıyım? Her bir makaleyi sadece belli bir anı-hikâyenin kısacık örgüsüne mi dayandırmalıyım? Belki. Yoksa dönemsel birçok hikâyeyi bir makale içine mi sığdırmalıyım? Sanmam. Bildiğim şu: anı-yazma sanatını icra etmeye oturduğum sıralarda kafamdan geçen en önemli kroki illüstrasyonu büyük bir zamandizin çerçevesinde yer alabilecek bir yığın hatıratı geniş ve detaylı bir biçimde tasarlamak... vesaire... vesaire... 

[📷 Ulupınar, Antalya, (Ocak 2007).] 

Anı yazmak kimileri için ilk defterdir. Belki bir günlüktür. Çoğumuz ilkokul dönemimizde buna hatıra defteri derdik. Gün be gün kısa notlar halinde yazardık beyaz sayfaların içine. Yetmez bir güzel de kenar süsü veya zamklı çıkartmalar ile süslerdik. Kimimiz çiçekle, kimimiz çizgi-roman karakteriyle. 

Ben hayatımda hiç günlük tutmadım. Bir hatıra defterim de olmadı. Ama hayatım boyunca usanmadan, yorulmadan not aldığım defterlerim yanımdan hiç eksik olmadı. Biliyorum onlarsız bu hatıralar kolay olmazdı. Zira bellek ne kadar güçlü olursa olsun arada kaçırdığınız ufak tefek şeyler mutlaka olabiliyor. O notlar ki o günlerin şartlarında yazıldığından pek duygusal, pek yanlı, pek sübjektif. Hatta duygu derecesini dengesiz bir şekilde enerjiye dönüştürmüş pek çok olayı kurutulmuş mürekkebe boyamış haldeler. Aradan geçen zaman ise olgunluğun o pekiştirici etkisiyle yazın sahnesine başka türlü bir objektivizmle çıkabiliyor. Okurken gülüyorsunuz. Zira çoğu öyle komik geliyor ki size. Ama önemli olan o öznelliğin altında yatan nesnellik. Yani size o an’ı yazdıran nesnel bir olay ve/veya bir olgu. İşte şimdi o nesnel an’ı tutuyorsunuz bir kulağından, bir güzel yapıştırıyorsunuz önünüzde pes etmiş tumturaklı kâğıdınıza, ya da ekranda dalgalanan Word dosyanıza. Aradan kocaman bir zaman geçmiş de olsa farkınız farkındalığınızdır. Yani dünün nesnel olayını/olgusunu bugün yaşıyormuş gibi yazmaya çaba gösteriyorsunuz. İşte anı yazmadaki saygınlık, itibar, şeref burada kucaklıyor sizi. 

Bir zamanların, yalan demeyeceğim, ama yanlı şablonuna ters köşe yaptırıyorsunuz. Ortaya çıkan güzellik ise sizin eseriniz oluyor. 

Sabır ve yetenek. Bunlar çok önemli. Eh, işin içine biraz da mizahı ekleyebiliyorsanız yemeyin de yanın da yatın diyeceğim geliyor. 

[📷 Şakacı Sokak & Çevresi, (Kolaj Çalışması).] 

Nedense anılar bana hep ilginç gelmiştir. Başkalarının yaşadıkları deneyimleri keşfetmekten başka bir masum amaç ne olabilir ki. Belki de popülerliği artıran da bu empatidir. Başkalarının deşifre olmuş gizli dünyasına, ilişkilerine bodoslama giriyor ve oradan çıkmak istemiyorsunuz. Benim bunların ötesinde bir nedenim olmuştur. Kendim kendimi yazma ihtiyacı duyduğum andan beri okuyorum bu tür hatıratları. Tecrübe edinme açlığının bastırılması güdüsü de diyebilirim buna. Sonuçta hayat deneyleri kişiye özeldir; aynı zaman diliminde, aynı olaylar silsilesi içinde yaşanıyor olsa da herkesin kendine göre bir penceresi var. Kişi de o pencereden burnunu uzatıyor dışarıya. Kokluyor ve yazıyor. 

Taslağı çizmekle başlıyorum; bu benim takip edeceğim haritayı oluşturuyor. Zamandizinine göre konularımı ayrıştırıyorum. Köklerimi anlatmaya soyunduğum hatıralar dizininde her bir makaleyi olabildiği kadar iki temel familya çerçevesinde kurguluyorum. Kendi yaşamımla birlikte başlayan zaman ağacında mümkünse her bir makaleyi tek bir hikâye örgüsüne dayandırmayı amaçlıyorum. Yani temel olan hikâyeye. Onu besleyen diğer olay ve olgular daha minimal düzeyde kalmalı, böyle düşünüyorum. Şu nedenle, her bir anı hayatımın sadece bir parçası, bütün hayatım değil. Tabi burada mutlak öğrenilmesi gereken durum nesnel zamanın dayandığı tarih. O tarihte neler yaşanmış kadar nerede, nasıl, neden ve kimler tarafından yaşandıkları da oldukça önemli. 

Aslında anı yazmayı bir resim yapmaya, bazen suluboya ile, bazen kuru boya ile boyamaya benzetiyorum. Ama süslülük, dekorasyon en iyi ve en güzel yağlı boya ile olunca göze daha hoş geliyor. Nihayetinde kendim okumaya kalksam yazdıklarımı bu kadar süse gerek olmaz. Okuyucu kitlesi değişken karakteristik özellikler taşıyacağından yazdıklarımı okuyanlar okuduklarından sıkılmamalı ve bir şeyler tecrübe edineceklerse bunları güzel bir sanat çerçevesinde duyumsamalı. Dokunmalar, sesler, tasvirler, karakter akışkanlıkları, diyaloglar, tarihin arka penceresi, kokular, renkler, dokular böyle bir dünyayı yaratmak için son derece kayda değer hissi detaylar. 

[📷 Şakacı Sokaklılar, (Kolaj Çalışması).] 

Ancak Şakacı Sokak’ta mesele salt tarihi olayları hatıralara döşemek değil tabi. Yoksa bir tarih kitabı yazar geçerdim. O da bana uymazdı; nihayetinde tarihçi olmadığım için destansı yazılanları sığlıkla tekrarlamaktan öteye gidemezdim. Hatıraların içinde tarihin önemi an’a verdiğim değer kadardır. Zira esas hayati olan benim için çok anlamlı olan bu özel sokağı, onun üstünde yaşamış (ve hâlâ ısrarla yaşamakta olan) nice karakterleri, köklerimi ve kendi yaşantımı çevrelemiş geçmişten gelen olaylardır. Anıların başlangıcında da bu olgu yatmaktadır. 

Bu nedenle döşüyorum hayatımın önemli, önemsiz manzarasını. Önemsiz demem de az buçuk hatırlayabildiklerime atıf yapmak için kullanmak istediğim bir sıfattır. Ne olursa olsun, önemli veya önemsiz, tüm bu hatıratlar manzarasını yansımalarıyla birlikte birbirine bir zincirle bağlayabilmek... Anlatım dilinin ustalığı işte burada etkin rolünü oynayabilmeli. Makalelerin son cümlesini öyle bir yerde kesmeli ki okuyucu bir sonraki makalenin yayınlanmasını merakla beklesin, ziyadesiyle iple çeksin. 

[📷 Şakacı Sokaklılar, (1950’ler).] 

Benim yazmaya soyunduğum Şakacı Sokak anılarında şunu kolaylıkla fark edecektir okuyucu. Hiçbir makale düz anlatımdan ibaret değildir. Yani o geleneksel kısır döngüden uzak, daha fazla öykü tadında. Onun için yazdıklarıma yaşam-öykü demek belki en doğrusu. Üstelik salt kendi yaşantımla sınırlı da değil. Başkalarını anlatmak da bir maharet ise adaletli bir dağıtım da bu alanın vazgeçilmezleri arasında sayılabilir.

E, gizleri deşifre etmek, bunları konunun yabancısıyla hatta birebir tarafıyla, tanığıyla paylaşmak sanıldığı gibi kolay mı? Değil tabi. Sonuçları hüsran ve hüzünlü olabilir. Bu da hayatın bir cilvesi deyip geçiştirmek en kolay savunma mekanizması. Oysa bundan fazlası var. Zor bir görev edinmişseniz eğer siz aslında meydan okuyorsunuz demektir. Hatıralarınız da bir araç. Ya da daha doğru bir tabirle anıların meydan okuması. İşte burada karar verecek olan yargıç da yazan kişi oluyor. Ya herrü ya merrü!

Ya yazarsınız kimseyle paylaşmazsınız ömür boyu küflü sandığınızda mülkiyetinize bağlı kilitli tutarsınız ya da sonuçlarına katlanırsınız. Varsın amacınız ortaya bir edebiyat türünden bir eser yaratmak olsun. Hiç fark etmez. 

Sandıkta saklayacaksam niye yazayım ki? 

[📷 Zilkale, Çamlıhemşin, Rize, (Ağustos 2011).]

Önceleri bendeki duraksama da böyle bir şeydi. Yazıyordum ve kimseye göstermiyordum. Sonra yazdığım bazı parçacıkları ufak ufak ağabeyimle paylaşıyordum. O beğendikçe gaza mı geldim ne! İstedim ki diğerlerini bu dünyaya katmalı, onların da görüşlerini almalı. Ekvatoru biraz daha geniş tutmaya başladım. Okuyanlar kâh hoşnuttu, kâh sessiz bir çoğunluktu. Ama karar yargıcındı.

Karar verildi ve yazılanlar paylaşıma konuldu.

Kitaplaştırılır mı?

Bugünden söylemek zor. Belki benden sonra birileri bu zor yükü yüklenebilir. Ben uğraşamayacağım valla.

Şakacı Sokak hatıralarımı kitaplaştırmak hedefimde olan bir şey değil. O farklı bir alan. İzlemek isteyenler, gEZENTİ bİSİKLETBlogumdaki yayınlardan takip edebilecekler ne yazık ki.

Benimse Pire🚲 ile dünyaları gezerken yazmayı sürdürmekten başka misyonum yok... 

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020  

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Maltepe, (Ağustos 2017).] 

(*) Önceki Makale: Düşlerle Yürüyorum Üstelik Her Mevsimde

(*) Sonraki Makale: Dünya Yansa Yorganım Yok İçinde 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***