Düşlerle Yürüyorum Üstelik her Mevsimde


Şakacı Sokak (Yapıtaş)

DÜŞLER & ANILAR 

Bu kış kesiği kesinlikle kanıma girdi. Çalışkanlık, üretmek ve yazarak büyümek akyuvarlarımı, alyuvarlarımı harekete geçirdi. Her geçen gün artırdığım sözcük sayısıyla el yazım çirkinleşmeye başladı. E-vet, el amigos... Mevcut durumda Dostoyevski pozisyonundayım. Mum ışığı, tavuk tüyü taktığım dolma kalemim ve babamın hastane deposundan el emeğiyle taşıyarak beni memnun ettiği kirli beyaz teksir kâğıtları, tomar tomar sararmış blok kâğıtlar. Türkçe grameri sevmememe rağmen katlanmak zorunda kalıyorum. Ne zorum varsa? İngilizce grameri daha çok beğeniyorum. Adamlar her şeyi tersten keşfetmiş. Benim devrik cümlelere ne kadar benziyor. İyi anlaşıyoruz kendileriyle. Hamaratlık damarlarımda sıcak sıcak yol alırken ruhumu gıdıklamayı sürdürüyor. Beynime kadar usul usul ulaşan nahoş ılıklığı hissediyorum. Umut ediyorum ki yarın normale dönebileceğim. Kendimle dalga geçebileceğim normal bir hayata dönüş yapmak dünyanın en enteresan dileği... 

Haftada bir gün de sürse insanın ara sıra normale dönmesi iyi bir şey.

Şakacı Dünya”dakiler normal bir hayat sürdürmek için sürekli tanrılarına dua etmekle vakit geçiriyorlar. O zaman da pek normal olmuyorlar hani. Çünkü çoklu ibadet hâllerinde kendilerinde değiller. Kendilerinden geçiyorlar ve normal insan olmanın dışına çıkıyorlar. Ümitlerini kaybettikleri, korkuya kapıldıklarında hemen seccadeye sarılıyorlar. E, saygımız var. Yapsınlar, yapsınlar da bunu bir de kendilerine saklasalar. Yok, bu şahsa özgü manevi dünyalarını ortaya saçmaktan, ulu orta konuşmaktan, ona buna anlatmaktan zevk almıyorlar mı işte ifrit olunacak bir duygu daha size. Oysa Müslüman mahallede, anneannemin deyişiyle, ne çok ‘zındık’ var bir bilseler. Onların herhangi bir tanrısı yok ama o kendilerine ait manevi dünyalarını herkese anlatmayı sevmiyorlar. 

Bana kalsa her şeyin üstünde aşk gelir derim. Hayal kırıklıklarının bile üstünde. Amiiiin!!! 

Üstteki giriş yazısı 1977 yılının 1 Nisan tarihli “Salıncaklar” isimli öykümden... Kırk yıl geçmiş üstünden. Arada sırada böylesi anıları hatırlamakta fayda var; zaten birçoğunu sırası geldikçe paylaşacağım. Adı geçen “Şakacı Dünya” özelde bizim kocaman bahçemiz ve içinden gelip geçen onlarca aile, çoluk çocuk vesaire; genelde ise Şakacı Sokak’ın bütünü... 

Her şey düş gibi... Bir de Behram’ın şu şiirine kulak verelim. 

[📷 Antalya, (Ocak 2011).] 

Bütün düşlerde olduğu gibi

anamın yaslı çehresinde olduğu gibi

içimde bir şeyler birikiyor

Savaşarak pişirilen toprağı

kıvır kıvır işleyen güneş

yitip gitti sanılan

bir sesi iletiyor

(...eriklere, ardıçlara, dallarını

yosunların bürüdüğü selvilere,

koruda kaybolan tavşanla, kaynağa

biriken pervanelere,

uçsuz bucaksız maviliğine denizlerin,

bulutu evcilleşmeyen dağların görkemine,

serin çığ taneleriyle ağırlaşan hasat rüzgarına,

yaylaların büyüsü keskin ayaza...)

Memleketim Kınından sıyrılıp

ışıldamak için sabırsızlanan bıçak

Habersiz duruyor

terkedilmiş çocuklar gibi

gözlerinde kıvılcım güzelliğinden (*) 

(*) Nihat Behram, “Doğdum Bağlandım Sana”. 

Dizginleyemediğim düşler hayatıma bazen bir karabasan gibi çöküyor, bir avuç kadar zıplatıyor uykumun arasında. Gözüm açıkken de aynı tepkiyi gösterebiliyorum; misal arpacı kumrusu gibi düşlere dalmış düşünürken... 

[📷 Antalya, (Mayıs 2006).] 

Evet, çok kereler söylediğim gibi hayatımda hayaller hiç eksik olmadı. Benim ütopyaya karşı çok özel bir sevgim hep var oldu. Ütopyalardan hiç uzak durmadım; bilakis burnunun dibine kadar yaklaşıp nefesini içime çektim. Ütopya ile inadı, umut ile kavgayı hep birbirine yakın tuttum. 

Nazım Hikmet’in dediği gibi umutsuz yaşanmıyor. Ama bulutsu yaşadıklarım, hemzemin geçitlerden geçerken, birebir gerçekliğe yollar kapanırken yıkılıp giden hayallerim için asla ağlamadım. Bazıları aslında tatlı birer rüyaydı; uyanırdım. Sonra ansızın, apansız silinirdi o an, zemberek boşalır, içkin çalar saatim zırlardı. Hatırladığım çam kokuları, kar düşleri ile geçmişteki hem dingin hem coşkun o biricik an uçar, kaçar, tutulamazdı. 

Bazen düşlerle gerçekler arasındaki çizgiyi şaşırır, erimiş kremalı pastanın dağılıp gitmesi gibi yüzüme gözüme bulaştırırdım. Zayıflamış, sıkıntıdan iğne ipliğe dönmüşken insancı değerler, genleri ile oynanmış yeni tür hıyarto semirirken, kimi düşlerim gerçekleşir bana mutluluk verirdi. Tabii dona çekse de çöreklenmiş kaygı, giden gider bir daha yakalayamayacağım düşler olarak yitik stoklar haneme yazılırdı. 

[📷 Pire🚲 ile İstanbul Turları, Galata, (Ağustos 2018).] 

Hayatta beyaz ve ıssız, kara ve kalabalık, kırmızı ve sevdalı, mor ve hüzünlü, mavi ve özgür nice yıllar geçti. Yıllardır üzerinde çalıştığım ‘bisiklet sürerken mazinin duraklarına uğrama’ anı-yaşam projemin geçici suskunluğunun sonuna gelmiş bulunuyorum. Çünkü suskunluk yorucudur. Yıpratıcıdır. Hatta sessiz kalmak bir kaçıştır. Kaçarmış gibi, hoşça kal dermiş gibi, süzülürmüş gibi... Bu sırtıma vurulmuş yükten kurtulmanın tek çaresi üzerimdekileri hafifletmekten geçiyordu. Hazır kar yağmış, sulusepken yağmur boşalmış, güneş ısıtıp havayı kırmışken yoluma ancak böyle devam edebilirim dedim. 

Onun için iyi ki de karar vermişim ve bu “MAZİ ŞAKACI SOKAKTA ŞAKA GİBİYDİ ~ Pire🚲 ile geçmiş anıların izinde” özel albümünü yaratmışım. 

Jorge Luis Borges’in deyişiyle kendimi yazıya dökmeye... 

Ütopya mı?

Belki... 

gEZENTİ bİSİKLETin yaratıcısı artık kuru bir simit-çayla duyguları satın alan o eski duygu simsarı değil. Yani onun zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyi var. 

[📷 Zehra teyzem ile birlikte, Kazasker Şakacı Sokak, (Kasım 2010).] 

Hem onun bu “bir sokak onlarca hayat” yolculuğunda nice sülale erkânı kapıda bir işaret beklerken yazarlığa soyunmuş birinin ukalalıklarını kim dinler, demeyin... Dinlerler... dinlerler... Bunun analizi de epeydir yapıldı. Ortaya çıkan veriler, öyle gün boyu pilicin faydaları üzerine edebiyat parçalamayı değil, yılların birikimini kendi yaşam merkezlerine taşıyacak fikirlerin sunumuna ne kadar aç olunduğunu gösteriyor. Çünkü ben ŞAKACI SOKAK anılar evreninde sadece kendimi yazmaya niyetlenmedim. Benimle beraber, köklerime dair önceki hayatları, çevremdekileri, yaşadığım, ziyaret ettiğim, konuk olduğum her mahalledeki, her semtteki, her köydeki, her sokaktaki yaşayan ve bende anlamlı izler bırakmış olan hiç bir kişiyi atlamadan HERKESİ yazmaya soyundum. 

Evet, belki bu bir ütopya. Kaybolup giden zamanın peşinden koşma serüveni. Ya da düşleri diyelim. Ama ben ütopyaları severim. Böyle diyorum ya; maziye hüzünlü bir yolculuk iyi gelir, ya da çok can acıtır diye düşünenlerden değilim. Katiyen birilerine ya da bir şeylere özenmek de değil yapmak istediklerim... Düşlerim yol gösteriyor, bana ise görev yükümlülüğü düşüyor. 

O sevdiğim, sözlerini sıkça andığım yazar, Shakspeare ne demişti? 

Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.


“AYNA AYNA SÖYLE BANA BEN KİMİM?” 

[📷 Londra, (Mayıs 1981).] 

Yine anıları geri çağırmanın bir vakti... 2008 yılıydı. Antalya’da sıcak bir yaz akşamında yazmıştım... 

...Bilir misiniz? Şimdiki oturduğumuz evin her köşesi ayna doludur. Alt kattan başlayarak üst katlarda her odada en az bir adet ayna yer alır. Çevresine aydınlık dağıtır. Ama aynalar insana mutluluk verebileceği gibi gerçekleri de yansıtmaktan geri kalmaz. 

Son günlerde bu aynalarla çok sık karşılaşmaya başladım. Yüzümü yıkarken, tıraş olurken, artık son zamanlarda iyice saçtan varlıksız başıma çeki düzen verirken, şık üstümü düzeltirken, hatta “Multi-Fit” spor salonumuzdan yadigâr son birkaç alet üstünde sporumu yaparken ve kilolarımı izlenceye alırken. Onsuz olunmuyor. Ama hiç birisi bu günlerde herhangi bir aynanın önünden geçerken takılıp da iki-üç dakikama mal olacak şekilde duraksamamı engelleyemiyor. 

Bu yazıya başlamadan hemen öncesinde de gittim yatak odasındaki kocaman boy aynasının karşısına. Tekrar tekrar baktım kendime. Birden irkildim. Derin duygular kapladı içimi. Çünkü işin gerçeği, bunca yıldır ben bu ayna çoğunluğunda kendimi herhangi biri ile ciddi anlamda yüzleştirmemişim. Yapay ve süresiz izdüşümlermiş onlar. Dehşete kapıldım. Kendime bir daha, bir daha baktım. O ne? Karşımdaki cansız nesnede birden kendimi görmüştüm. Bu ben miydim? Yoksa hayalim miydi? Yıllardır ilk kez kendimi görür gibi duygulandım. Yaklaştım. Daha bir dikkatlice bakmaya çalıştım. Yüzüm değişmişti. Saçlarım kısmen dökülmüş, hatta yoğun biçimde kırlaşmış. Alın bölgemde, göz çevresinde kırışıklıklar oluşmaya başlamış. Yüz hatlarım belli bir değişime uğramış. Yahu, nasıl olur da bu ‘gerçek ben’i şimdiye kadar görmemişim! 

İrkildim... 

Nereden gelmiş, nereye gidiyordum? 

[📷 Kaş, Antalya, (Mayıs 2008).] 

Sadece varlıkların değil evrenin de yokluktan var edildiğini savunan metafizik bir öğreti olan ‘yaratılış’ teorisine küçüklüğümden beri karşıydım. Hiç değişmez mi insan? Elbette değişir. Doğanın ‘diyalektik’ yasasıdır bu. Engels, “Doğanın diyalektiği” adlı yapıtında şunu der: “Bütün doğa, en küçük şeyden en büyüğüne, bir kum taneciğinden güneşe, ilk canlı hücreden insana kadar sürekli bir meydana geliş ve yok oluş, sürekli bir akış, durmayan bir devim ve değişme içindedir… İnsan da doğanın bir ürünüdür... 

Kendimle baş başa kaldığım çoğu zaman bu ve benzeri sözleri bolca düşünmüş ve okumuştum. Ancak o andaki aynadaki görüntüm beni bir hayli etkilemiş olmalı, merak ederek kendime şunu sordum: “Sahi be, ben kendimi ne kadar iyi biliyorum? 

İnsanın kendini bilmesi. Sevgi, özgürlük, ekonomik bağımsızlık, mutluluk, refah, güvence, yaşam, yaşlılık ve ölüm. Neydi bunların her biri? Aniden bunlar kafamın içinde gezmeye başlamıştı. Bakışlarımı daha da derinleştirmiş ve soluklarımı hızlandırmıştım. Eskinin hatıraları yavaş yavaş mutlu bir şarap sarhoşluğunda beni gizemli dünyasına çekiyor ve ben bu geçmişin derinliğine doğru kaydığımı hissediyordum. Bu ANILAR’a doğru bir serüvenin başlangıcıydı. 

İnsanın yaşamından, yüzyıllar kadar uzun sürdüğü izlenimi veren anlarda birçok şey geçiyor ve insan belleğinde kalıcı izler bırakıyor. Doğal olarak insan bunu o enstantane içerisinde anlamıyor, ciddiye almıyor veya üzerinde pek durmuyor. Sonra bir gün, bir anda bunu hissediyor. Belleğini geriye doğru kuruyor ve birkaç saniye içinde olmuş bitmiş bir şey gibi anımsamaya çalışıyor. 

[📷 Kazasker Meydanı, (Kasım 2010).] 

Oysa ayna gerçekliktir. Gerçeği yansıtır. Zaman akıp gitmiş. 45 yaşın geçmişinde neler yaşanmamış ki. Ama anılara durak yok. Ömrüm yeterse belki 60 belki 70’li yaşlarımda da devamı anlatılacaktır. Kim bilir? 

Aynaya baktım bir kez daha. Üç-dört yaşlarımdan itibaren kendimi çok iyi bildiğimi düşünüyordum. Ama belleğimi anımsamaya zorladığım anda şunu gördüm. Her şey o kadar sisli puslu. Silik resmen. Belki de çok şeyi kısa sürelere sığdırmanın zorluğu diye düşündüm. Evet, kendime göre gerçekten de dolu dolu yaşanmış renkli bir 45 yılı anlatmak herhalde kolay olmayacak. Ama sınamak gerekiyor. 

Aynayla dostça vedalaştım ve geçtim çağdaşım daktilonun, yani bilgisayarımın, karşısına. Ekranda yazdığım ilk sözcükler: “YAŞAMIMDAN DAMITILMIŞ ANILAR

 

Yaşamımdan Damıtılmış Anılar: Devamı Hayat 

[📷 Şakacı Sokaklılar; Soldan sağa: bendeniz, Yalçın Yüksel, Canel Eligül, Hayrettin ağabeyim, eniştem İbrahim Özgen; fotoğrafı çeken Siyami Eligül, Büyükçekmece, (Ağustos 1987).]

Mutluluğun ne olduğunu bildiğim zamanları hatırlıyorum... Bırakalım hatıralar yeniden yaşansın... 

Anılarla yaşamak hayatın devamlılığında katkısı eksilmeyen bir tür reçete gibi. Bu alanda yer alan harmanlanmış anılarım her ne kadar şahsımın anıları gibi düşünülse de hiçbir zaman bununla sınırlı değiller. Ben sadece kendi yaşadıklarımı anlatmıyorum. Bir dönemin mekânlarına, hayat tarzlarına da ışık tutuyorum. Yaşananlar, ilişkiler, yazdıklarım, çizdiklerim bir tek benim anılarım değil, benimle birlikte var olan herkesin, uzakta veya yakında hepimizin ortak belleğinin kaybolmuş parçaları... 

[📷 Hayrünisa ablam & Sharon yengem yürüyüşte, Orak Sokak, (Aralık 2018).] 

İlya Ehrenburg, “Anılar” adlı otobiyografisinin başlangıcında şöyle der: “Her kitap bir günah çıkartmadır. Anı kitaplarıysa uydurma kahramanların arkasına gizlenmeye çalışmadan yapılan bir günah çıkartmadır. 

Forrest Carter’ın “Küçük Ağaç’ın Eğitimi” adlı kitabında Kızılderili büyükbaba torunu Küçükağaç’a şunu söyler: “Geçmişi bilemezsen, nereye gittiğini de bilemezsin.” Çok doğru bir söz... Ayrıca ünlü İngiliz tarihçisi Prof. E.H.Carr “What is History?” [Tarih nedir?] adlı kitabında şöyle yazar: “Geçmiş, bugün ve gelecek tarihin sonsuz zinciriyle birbirine bağlıdır.” İşte ben de bu özlü, çekici sözlerin doğrultusunda, kendi dünya görüşüme göre, aklıma estiği gibi anlatmaya ve yazmaya soyunuyorum, ama olabildiğince kronolojik bir sıraya uymaya çalışarak. 

Çocukluk yıllarımdan beri yaşadıklarıma dair devamlı notlar alırım. Bunlar birer günlük değil. Sadece günü geldiğinde ortaya çıkartılan ve belleğin dostu olarak gördüğüm anımsatmalardır. Kimi notlarım çeşitli nedenlerden dolayı kayba uğradı. Ama birçoğunu yıllarca koruyabilmeyi başardım. Yine de belleğime çok güveniyorum. Beni çok az yanıltmıştır. Şimdi sıra artık bu hatıraları canımın çektiği gibi anlatmak, birini dahi içimde tutmadan delifişek bir enerjiyle yazmak ve peşinden sırt dayayarak konforlu bir şekilde okumak için yaşamaya geldi. Bundan böyle anlatmak için yaşayacaksam: “Devamı Hayat” derim... 

İşte bu temelli yaşanmış hatıratlardır ki bugünün belleğinde Şakacı Sokak ve çevresine dair yazdıklarıma/yazacaklarıma ışık tutan...

Seref Sayman

Saros Körfezi, Ekim 2018, Eylül 2020 

[📷 Pire🚲 ile Saros Körfezi Turları, (Mayıs 2019).] 

(*) Önceki Makale: Memories, What For? ~ Anılar Ne İçin?

(*) Sonraki Makale: İnci Gibi Uzaklarda Parıldar ŞAKACI SOKAK’a Döndüğüm Hayat 

***…*** 

 [ÖNCEKİ] << [ŞAKACI SOKAK] >> [SONRAKİ] 

>>> [İçerikDizini] 

***…***