Suriçi’ne Girip Çıkmadan Şehrin Tarihi Çözümlenemez


Bugünkü gezi programım, Surların ötesine geçip şehirde turlamak...

Pire🚲 ile TARİHİ & KÜLTÜREL MİRASIN İZİNDE 

İstanbul bir aşktır, bir masaldır, bir fabl. İstanbul’u gören sevdasına tutulduğu aşkını ömrü buyunca unutmaz, yaşadığı sürece onu hep arar durur... #pire🚲 ile İstanbul gezileri... 

Dünkü beklenmedik aksaklık ve ihtiyaçtan doğan bakım & onarım işleminden sonra her şeyin yeniden yoluna girmesiyle sırada; bisikletim señorita Pire🚲 ile birlikte tarihi ve kültürel mirasın izinde Şehrin Surları’na doğru başlattığım turun ikinci tercihi “Suriçi” mecrasına doğru hareket ediyorum. 

Önce genç evlatların bana otelimsi oda rezerve ettikleri mekândan ayrılıyor, her zamanki sırnaşık haliyle vücut bulan işlek Mecidiyeköy caddelerinden Taksim’e geçiyor, Yüksek Kaldırım’dan Karaköy’e iniyorum. 

[📷 Karaköy Rıhtımından Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Galata Köprüsü’ne gelince son hazırlıklarımı yapıyor, Pire🚲’yi bir güzel yokluyorum. Şimdilik her şey sapasağlam görünüyor, mekanik aksamı yeniden doğmuş gibi tıkır tıkır işliyor. İnancım yerinde. Bugün beni yarı yolda ekmeyecek ve ben şahane bir geziyi tam da arzuladığım gibi tamamlayacağım. Tabi bu arzunun kefesinde bir de enerjinin formülü yatıyor. 

[📷 Sirkeci Garı, (Ağustos 2018).] 

Bir kez daha Sirkeci Garı’nın yanındayım... Bugünkü gezi programım ile birlikte Tarihi Yarımada’daki son turum olacak bu. Sarayburnu’na inecek ve önce Gülhane Parkı’nın içinde ufak bir turlama yaparak oksijen depolayacağım. 

[📷 Sirkeci Garı, (Ağustos 2018).] 

Sirkeci Garı’na çok defa değindim. Ama bir kez daha kısaca özetlemek gerekirse: demiryolu Almanlar tarafından, Sultan Abdülaziz zamanında yapılır. Agatha Christie’nin polisiye romanlarından birine daha cinayet mahalli olarak geçen Orient Ekspresi’nin de son durağı olan gar binasını Alman mimar Tachmund, eklektik bir üslupla, (kimi zaman ‘Osmanlı’ motiflerini ve elemanlarını da katarak), 1890’da inşa eder. 

[📷 Sirkeci Garı, (Ağustos 2018).] 

[📷 Sirkeci Garı, (Ağustos 2018).] 

Sirkeci Garı’nda son birkaç fotoğraf karesi daha alıyor, akabinde binadan uzaklaşıp yine o çıkmaz sokağa doğru yöneliyorum. Rayların üzerinde kaderlerine terk edilmiş sevdalım trenleri selamlayabilmek, bir nebze teselli edebilmek için. 

[📷 Çıkmaz Yan Sokak, Sirkeci Garı, (Ağustos 2018).] 

Şimdi Sarayburnu’na doğru pedallayabilirim... 

[📷 Eminönü, (Ağustos 2018).] 

Eminönü arabalı vapur iskelesi oldukça kalabalık. Köprüler henüz Boğaz’ın üzerine çakılmadan önce bu şirin arabalı vapurlar, biz Kadıköylülerin karşı kıyıyı kullanmak için tercih ettiğimiz çok revaçta olan bir yöntemdi. Eminönü-Harem arası gidip gelen arabalı vapurlar sadece araçlara değil yayalara da hizmet verirdi. 

Çift tekerlekli yoldaşımı, bir zamanlar şehrin en önemli Saray bahçelerinden biri olan Gülhane Parkı’nın bulunduğu Kennedy Caddesi’ndeki giriş kapısı yönünde hızlandırıyorum. (Bkz. “Ben Bir Çift Gezgin Pabucum Gülhane Parkı’ndaTrafik benden yana, yol şansıma bomboş. Tek tük geçen araçların rahatsız etmesine neden olabilecek herhangi bir zorlukla karşılaşmadan parkın giriş kapısının yer aldığı kavşağa varıyorum. 

[📷 Gülhane Parkı, Kennedy Caddesi, (Ağustos 2018).] 

3 Haziran 2018 tarihinde yaptığım “Haliç; İstanbul Boğazı ile Buluşan Doğal Deniz Girintisi” turlama esnasında bir kaçamak düşünceyle uğramayı vazife edindiğim Gülhane’yi burada tekrar anlatmayacağım. 

[📷 Gülhane Parkı, Kennedy Caddesi, (Ağustos 2018).] 

Ancak gelmişken şu Sarayburnu’na açılan kuzey kapısından hevesli burnumu şöyle havalıca içeri uzatıp, sabah esintisinden faydalanmak gayesiyle az Havana purosu çiğnemiş akciğerlerime bir O2 depolayayım diyor ve “Soğuk Su” kapısına kadar gidip, köşede sessiz sedasız duran Ahmet Hamdi Tanpınar’a bir merhaba diyorum. 

[📷 Tanpınar Edebiyat Müzesi, Kennedy Caddesi, (Ağustos 2018).] 

Gülhane bu saatte ne kadar sakin, ne kadar güzel... Sanki parkın tüm cennet kapıları bana açılmış güller ayağıma serilmiş... 

[📷 Gülhane Parkı, (Ağustos 2018).] 

Parktan çıkıp yeniden Sahil Yolu’na dönüyorum. Caddeyi karşıdan karşıya geçmek burada bazen cambazlık istiyor; ama Pazar tatil günü sayıldığından bugün şansıma sabahın bu saatinde ortalıkta in cin top oynuyor. 

[📷 Atatürk Heykeli, Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Karşıya geçer geçmez soluğu Atatürk Heykeli’nin yanında alıyorum. Gene tüm heybetiyle oradan boğazı ve Anadolu’yu gözetliyor. 

[📷 İncili Köşk, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

İncili Köşk’ün önünde resim çekmek için kısacık bir duraklama ve sonra yola devam... 

[📷 Şehrin Surları, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Deniz surları da böylece hayatıma girmeye başlıyor bir kez daha. İnsan doğrusu bu dehlizlerin içinde ne olduğunu merak etmiyor değil. Hele benim gibi ezelden bir maceraperest ise! Bayılıyorum böyle esrarengiz yerlere. Çocukluğumdan beri girer çıkarım. Fareymiş, örümcekmiş, örümcek ağlarıymış, böceklermiş, sidik kokusuymuş, havasızlıkmış takmam dalarım içeri. Şimdilerde o iş daha kolay ve eğlenceli. Bir kafa lambası, bir maske, bir de elde güvenilir bir alete bakıyor... 

[📷 Ahırkapı Deniz Feneri, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Surların yanından ayrılıp Ahırkapı’ya geliyorum. 

[📷 Ahırkapı, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Alt Geçit, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Ahırkapı’ya vardığımda deniz surlarındaki çifte kapı yerine demiryolunun altından, yani Cankurtaran Alt Geçidi’ni kullanarak şehre gireceğim. Burada istasyon ve Cankurtaran Parkı ve Cankurtaran ÖE bulunuyor. 

[📷 Alt Geçit, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Alt geçide girmeden önce şehre bir bakış... 

[📷 Cankurtaran Tren İstasyonu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Alt geçidin altından geçtikten sonra Ahırkapı Caddesi’ne kavuşuyorum. Sağda Cankurtaran Tren İstasyonu ve önünde bakımlı, geniş bir alan. Durup istasyona nazır fotoğrafını çekiyorum Pire🚲’nin. Görevli bir bey abi günün ilk temizlik ve düzenleme faaliyetleri ile meşgul. Önce bir “Kolay gelsin,” diyor ve kendisini de kadrajıma aldığımı beyan ediyorum. “Sağ ol,” diye bir kısa cevap, derken mütevazı bir tepki ve yüzünden hiç eksik olmayan tebessümle işine devam ediyor. 

[📷 Cankurtaran Tren İstasyonu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

[📷 Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Şehrin surları yenileniyor. Yine bir merak, bir merak. Şu kapıdan içeri girsem. İçerde ne varmış, ne yokmuş bir baksam. Ama çakmışlar “Askeri Bölge, Yassah!!!” tabelasını. Maalesef bölge silahlı kuvvetlerin elinde olduğundan girilemiyor. 

[📷 Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Surlar cillop gibi. Ancak ben eski görüntüsünü tercih ederim. Böyle dımdızlak parlayan bir taş yığını yükseliyor karşımda. Umarım en kısa zamanda eskir bu taşlar ve biraz antik imajı vermeye başlar. 

[📷 Alt Geçit, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Bu resim de alt geçidin Sahil Yolu’na, yani Kennedy Caddesi yönüne doğru çektiğim bir kareye işaret ediyor... 

[📷 ÖE Sosyal Tesisleri, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Kennedy Caddesi’ne çıkıp sağa dönünce az ilerideki Öğretmen Evi’nin sahile bakan cephesinden resmini çekmek istiyorum. Önünde Marmara Surları’nı hem Türkçe hem de İngilizce anlatan bilgi sütunu var. 

[📷 ÖE Sosyal Tesisleri, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Bu da Yenikapı tarafı. Arka fonda kırmızı bina, ÖE ve hemen bitişiğinde havadar lokali. Sakinken burada denize karşı güzel demli bir çay sefası yapılabilir. 

[📷 Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Şimdi tekrar Ahırkapı Caddesi’ne dönüyorum. 

[📷 Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Bu cadde üzerinde çok otantik yapılar var. Fotoğraflarını çekmeden geçmiyorum. 

Burada bir aykırılık yapıp sağdaki ilk sokağa dönüyorum. Sola doğru kıvrılan Keresteci Hakkı Sokak’ı Akbıyık Meydanı’na varıncaya kadar takip ediyorum. Bu eski İstanbul’un en güzel, en zarif mahallelerinden birinin merkezi; sokakların adları da bir âlem: Kabasakal Caddesi, Terbıyık Sokak, Utangaç Sokak, Karacehennem İbrahim Sokağı (şimdi kutlugün Sokak) ve hem meydana hem de mahalleye ismini veren Akbıyık Caddesi. 

[📷 Akbıyık Meydanı Çeşmesi, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Akbıyık Meydanı’ndan ayrılmadan önce, buradaki iki çeşmeye göz atmalıyım, özellikle meydanın sol tarafındaki görmeye değer. Ama marketçi amcam istiflemiş bira kasalarını, görüntünün içine edivermiş oluyor. Öfkeleniyorum böyle tarihi çeşmeleri, sebillerin etrafına gerekli gereksiz yığışımlar yapmaya. Kardeşim madem kendine yığımlık alan açacaksın az öteye açıver deponu, ne istersin canım eserden. Üstelik hergelenin biri park etmiyor mu tam önüne, işte o zaman çığlık atasım geliyor. Basıyorum ana avrat küfürü tabi. 

Neyse; bizim tarihe olan saygımız bu kadar işte. Oysaki yüzyıllarca yıl bu çeşmeler İstanbul’un sıradan insanlarının tek su kaynağı idi ve yakın zamanlara kadar pek çok kısmı hala su ihtiyaçlarını bu çeşmelerden karşılardı. İstanbul’da Alman Çeşmesi, Sultan III. Ahmet Çeşmesi gibi anıtsal çeşmelerden basit duvar çeşmelerine kadar çeşitli boyutlarda dört yüzden fazla çeşme olduğu söyleniyor. Belki bir gün sadece bu çeşmelerin peşine düşebilirim. Kim bilir? Bununla ilgili bir de kaynak buldum: Affan Egemen, “İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri” (Resimleri ve Kitabeleri ile 1165 Çeşme ve Sebil) 

Akbıyık Meydanı Çeşmesi zengin çiçek ve selvi süslemeleriyle Türk barok tarzının güzel bir örneğidir. Üzerindeki kitabede şöyle diyor: “Sultan I. Mahmut’un veziri Ali Paşa’nın annesi halkın susuzluğunu saf ve berrak suyla giderince, Nakşibendi dervişi Beşiktaşlı Rıza şu özlü sözü söyledi: ‘Gel iç âb-ı hayat olsun bu dil-cü çeşmeden cana’. 

Çeşmenin karşısındaki Akbıyık Caddesi’ne geçip Akbıyık Meydanı’nı terk ediyorum. Demiryolunun altından geçerek sağa sapıyor hafif eğimli caddenin Mimar Mehmet Ağa Caddesi ile kesiştiği yere kadar pedallayıp Pire🚲’nin gururlu gidonunu sola doğru çeviriyorum. 

Soldaki ilk keskin sapaktan dönerek Sultan Ahmet Camisi’nin hemen arkasındaki Torun Sokak’a giriyorum. Ters yönlü bir trafik olduğundan dikkatlice pedallıyor, zaten ortalıkta araç namına bir şey olmaması harika bir şey, kısa bir süre sonra bu sokakta bulunan Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’ne geliyorum. 

[📷 Mozaik Müzesi, Sultanahmet, (Ağustos 2018).] 

Ancak bir başka bahara deyip içeri girmiyorum. Müze alanında giriş kapısının hemen ötesinde ilk ayak basılacak yer, 1935’teki kazılarda çıkartılmış antik sütunlar ve sütun başlıklarıyla dolu bir bahçe. 

[📷 Mozaik Müzesi, Sultanahmet, (Ağustos 2018).] 

Bütün bu sütunlar ve müzenin içindeki mozaik döşeme, bir zamanlar Büyük Saray’ın, revaklarla çevrili Mozaik Avlusu’nun parçasıymış. 

Şimdi müzenin çevresinden ayrılıyor, Küçük Ayasofya Caddesi’ne doğru devam ediyorum. 

[📷 Aziz Sergios ve Bakhos Kilisesi, Küçük Ayasofya, (Ağustos 2018).] 

Yolun sonunda güzel bir yapı olan Aziz Sergios ve Bakhos Kilisesi’nin, şimdiki adıyla Küçük Ayasofya Camisi’nin avlusunun girişlerinden birine geliyorum. Kiliseye şimdiki Ayasofya Kilisesi’nin inşasından beş sene önce, İustinianos ve eşi imparatoriçe Theodora zamanında, 527’de başlanmış. Yani kilise deneysel mimari formlar dönemine ait. Bu çok verimli dönem şehri çok farklı ve iddialı binalarla donatmış. Ayasofya ve Aya İrini bunun ayakta kalan örnekleri; ayrıca Ravenna’daki Aziz Vitale Kilisesi ve Vaftizhane ile Classe’deki Aziz Apollinare Kilisesi de aynı dönemin eşsiz eserlerinden. Sanki mimarlar yeni bir çağ için yeni ifade biçimleri arayışında gibiler. Bu dönemin kubbeleri özellikle çok dikkat çekiyor. Ayasofya’nın büyük kubbesi elbette benzersiz derecede muhteşem; ama Aziz Sergios ve Bakhos onun küçük ölçekte kopyası filan olmadığı, tasarımının oldukça farklı ve sıra dışı olduğu iddia ediliyor. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).] 

Buradan bakınca görünen, caminin önündeki (girişe göre soldaki) şu eski tip türbe de Hüseyin Ağa’nın türbesi. 

Küçük Ayasofya’nın önündeki medrese avlusu 16. yüzyıl başında kiliseyi camiye çeviren Kapı Ağası Hüseyin Ağa’nın eseridir ve bugün çok yoksul aileleri barındırmaktadır. Ancak şu anda durduğum noktadaki medrese alanı boşaltılmış ve burada kahveler, dükkânlar açılmış. 

Kilise son derece asimetrik bir dikdörtgene yerleştirilmiş asimetrik sekizgen şeklinde. Bu düzensizliklerin sebebi tam olarak bilinmiyor; kilisenin orada mevcut iki bina, Aziz Petrus ve Pavlus Kilisesi ile Hormisdas Sarayı arasında sıkıştırılmış olması bunun bir nedeni olabilir. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).] 

Surların içinde kiliseden camiye çevrildiği hemen fark edilen bu yapı, kim ne derse desin, mimari tasarımının ve yapısal planının Ayasofya’yı andırdığını düşünüyorum. Birebir eşit olması zaten beklenemez. 

Dethier bu kiliseyi İustinianos’un karısı Theodora’nın yaptırdığını söylüyor. Ama bir başka yaygın efsaneye göre İustinianos, İmparator Anastasios’a karşı bir suikast komplosuna girişmiş ya da giriştiği iddia edilmiş. O sırada bu iki aziz imparatora rüyasında onun suçsuz olduğunu söylemişler ve böylece İustinianos idamdan kurtulmuş. İustinianos bu kiliseyi yaparak azizlere şükranını dile getirmiş. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).] 

İustinianos’un temsil ettiği parlama, Bizans tarihinde kısa bir Rönesans gibi olmuş, herhalde dönemin mimarlarını da etkilemiş ve onları yeni yeni planlar aramaya teşvik etmişti. Bundan ötürü Sergios ve Bakhos ilginç bir plana sahiptir. 

Bir yanda Aachen Katedrali, bir yanda Edirne’deki Selimiye Camisi, iki tamamen farklı uçlardaki uygarlığın birbirine (görünüşte) hiç benzemeyen bu iki abidesi, aslında İstanbul’daki mütevazı Sergios & Bakhos’tan türemedir. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).] 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).] 

Caminin içini gezmeyi bir başka zamana ve bir başka programa bırakıp dışarıdan son görüntüleri alıyor ve yoluma devam etmek için buradan ayrılıyorum. 

Küçük Ayasofya Caddesi köşe yapıp Küçük Ayasofya Cami Sokak adını alıyor. Hemen solda duvara yaslanmış bir çeşme görünce sevindirik oluyor, yanına kadar gidiyorum. Ama bunun da diğerleri gibi musluğu yok, çeşmenin suyu akmıyor tabi. 

[📷 Mehmet Efendi Çeşmesi, Küçük Ayasofya, (Ağustos 2018).] 

Kendisi harap halde, teknesi kırık dökük, lülesi kopartılmış olan bu çeşmenin adı Mehmet Efendi Çeşmesi imiş. Kitabesi Arapça yazılı. Arapçam olmadığı için anlamıyorum tabi. Sonradan baktığım bir çevirisi şöyle diyor: “Mecmaʽü’l-birr kerîmü’l-ahlâk / Menbaʽül-cûd amîmü’l-ihsân / Sâhibü’l-hayr o cemîlü’l-âsâr / Yaʽni hem nâm-ı / Habîbü’r-Rahmân / Kıldı bu çeşme-i sâfı icrâ / Ecrini Hak vere enhâr-ı cinân / Teşne-leb Hamdî dedi târîhin / Çeşme-i mâ’-i hayât oldu revân 

Mıy-mıy-mıy... Ne yalan kıvırayım, bunu da pek anladığımı söyleyemem. Sadece cana can katan, can suyu gibi iyi bir şey söylediğini tahmin ediyorum. 

Şayet bu yoldan kuzeye doğru devam etseydim Çardaklı Hamam ile Rüstem Ağa Çardaklı Hamam Çeşmesi’ni görebilirmişim. Çok bir şey kaçırdım mı bilemiyorum ama bu hamam da kaderine terk edilmiş, harabe halinde ve kullanılamaz bir durumdaymış. Gerçi yapının oldukça büyük olduğunu bu yazıyı hazırlarken internetteki fotoğrafları görünce anlayabiliyorum. 

[📷 Çardaklı Hamamı &  Rüstem Ağa Çeşmesi, Küçük Ayasofya, (Nostalji Arşivi).] 

Küçük Ayasofya camisiyle Mehmet Efendi çeşmesinin biraz ilerisindeki Çardaklı Hamamı’nı da aynı kişinin, Kapı ağası Hüseyin Ağa’nın, yaptırmış olması muhtemeldir. Hamamın kuzeybatı köşesinde binaya bitişik halde bulunan klasik üsluptaki çeşme kitabesinden anlaşıldığı üzere Kanuni Sultan Süleyman’a sadrazamlık yapan ve kızı Mihrimah Sultan’ın eşi olan Damat Rüstem Paşa tarafından 1554 yılında yaptırılmış. Ancak Rüstem Paşa Çeşmesi olarak adlandırılan bu çeşme hamamın bir parçası değil. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, (Ağustos 2018).]

Şimdi kiliseye, Küçük Ayasofya Camisi’ne, dönerek Pire🚲 hemen yanı başımda avludan geçiyor ve diğer kapıdan çıkıyorum. Bir süre yürüdükten sonra demiryolunun altından geçen kıvrımlı geçitten sola dönüyor ve Marmara kıyısına, Sahil Yolu’na çıkıyorum. Burada sola dönüp Marmara boyunca antik Bizans deniz surlarını takip etmeye başlıyorum. 

Şimdi durup dururken, Yenikapı ve Yedikule yönüne gitmem gerekirken neden böyle bir şeyi yapmak istedim ki? 

Ehm. Şey, Çatladıkapı’yı bir kez daha göremezsem çatlarım diye belki... 

Ya da Bukoleon Sarayı’nın kalıntılarını yeniden ziyaret etmenin hiç de ziyana yol açacak bir şey olmadığını düşündüğümden olabilir mi? 

Her neyse, pedallar o yöne çevrildi bir kere. Devam etmekten başka çarem yok. 

[📷 Küçük Ayasofya Camisi, 1900’lü yıllar, (Nostalji Arşivi).] 

Neredeyse hemen Küçük Ayasofya Camisi’nin ön hizasında küçük bir arka kapıya rastlıyorum. (Bak sen buradan da çıkabilirmişim, yahu!); belli ki kiliseye bağlı manastır tarafından kullanılıyordu. Yakından incelediğimde kapının kolonlarına Yunanca yazılar görebiliyorum. Bayağı uzun bir kitabesi var, kim bilir neler içeriyor. Muhtemelen bu yazılı kapı kolonları bir zamanlar İustinianos’un antik zamanda Augusteon’da dikili ünlü atlı heykelinin kaidesini oluşturuyordur. 

[📷 Çatladıkapı, Küçük Ayasofya, (Ağustos 2018).] 

Bu kapının biraz ilerisinde, daha büyük başka bir kapının, bugünkü adıyla Çatladı Kapı’nın kalıntılarına geliyorum. 

[📷 Çatladıkapı, antik dönemde, (Nostalji Arşivi).] 

Kapının mermer kenarlarına ve kemerlerine akantus yaprakları ve İustinianos’un büyük bir monogramı oyulmuş. Büyük Saray’ın özel limanı olan Bukoleon limanının girişlerinden biri gibi görünen bu kapı muhtemelen İmparatorluk Deniz Kapısı olmalı. 

İmparatorluk Deniz Kapısı’na Büyük Saray’ın fasadındaki iki aslandan dolayı Porta Leonis, Aslanlı Kapı da denmiştir. (Arkeoloji müzesinde gördüğüm aslanlar bunlar.) 

[📷 Bukoleon Sarayı Kalıntıları, Çatladıkapı, (Ağustos 2018).] 

Araştırdığım Kaynaklara göre; Çatladı Kapı’nın hemen arkasındaki büyük kulenin anıtsal merdivenleri limandan saraya ana girişi sağlıyordu. 

Kuleyi geçerken, Bukoleon’dan geriye kalanları görüyorum... 

[📷 Bukoleon Sarayı Kalıntıları, Çatladıkapı, (Ağustos 2018).] 

[📷 Bukoleon Sarayı Kalıntıları, Çatladıkapı, (Ağustos 2018).] 

İşte gördüklerim; Saray’ın doğu locasına ait mermer çerçeveli üç pencere ve onların arkasında tonozlu bir oda. Biraz da hayalini kurabilir, imajınaysan yapabilirim... Pencerelerin altında görülen bindirmelikler fasad boyunca, aşağıdaki mermer rıhtım üzerinde duran bir balkon olduğunu gösteriyor. Surların alt kısmına gömülmüş büyük kare mermer levhalar sırası dikkatimi çekiyor. Eğer elimi altına koysam, İÖ 5. yüzyıla ait Dor sütun başlıkları ile karşılaşmam çok büyük bir olasılık. Sürprizlere gebe. Şüphesiz yakınlardaki antik bir tapınaktan araklamışlardır. Cin gibi zeki bu zamanın antik insanları, canım! 

[📷 Bukoleon Sarayı Kalıntıları, Çatladıkapı, (Ağustos 2018).] 

Şimdi Bukaleon Sarayı’na veda edip deniz surları boyunca Yenikapı istikametinde gezintime devam ediyorum. 

Çatladıkapı ile Yenikapı arasındaki mesafe yaklaşık 2 kilometre. Bir çırpıda geldiğimi fark ediyorum. Zaman ne kadar da hızlı akıyor. Sabahın o ilk serinliğinden de eser kalmadı. Sıcak basınca sık sık su ihtiyacı oluyor. Ama keyfimiz yerinde. Üstelik arıza, bozulum veya diğer olumsuz etkenlerden uzak bir tur gerçekleştiriyorum. 

Yolun yarısı gibi görünen Kumkapı’ya gelince otobüs durağında durup “Oooo portakalı soydum, duma duma dum” sözcüklerini tekerliyorum içimden. İstersem buradan içeriye dalar ve demiryolu köprüsünün altından geçip ara sokaklardan Yenikapı’ya devam edebilirim. Mesela alt geçitten hemen sonra sola döner ve tren hattına paralel devam edebilirim. Abinin birine soruyorum, güzergâhı. Önce duruyor, bana akıl veriyor, şebek suratlı. “Navigasyonunu açsana!” Ulan ben bilmiyor muyum açmasını. “Semt halkına sormayı daha çok seviyorum,” diye cevap veriyorum. Kafasını sallıyor, eskiden arabaların arka camlarına koydukları dekoratif kuçu aksesuarı gibi. Sonra, galiba acıyor halime, ya da şeker pancarı gibi kızarmış yanakçıklarıma. 

Yol iyiymiş ama zaman zaman tren hattından uzaklaşıyormuş. Sorun değil, abisi. Hallederiz. (Hııı. Bayılıyorum şu genleşmiş sözcüğe. Hal – ederiz. Nah, edersin! Hâlbuki buralara pek aşinaymışım, çevreyi ziyadesiyle iyi biliyormuşum gibi umursamaz bir tavır içindeyim. Sanki önceden çok denemişliğim var!J) Yalnız ölesiye güvendiğim bir altıncı duyum var; o rotanın bu sahil yolundan daha güzel olduğu kesin. Görünüşe göre otantik sokaklara ve insanlara rastlamak söz konusu olabilir. Kim bilir, o keyifli sürüş ve etrafı izleme, fotoğraflara dalma derken bir de bakmışım ki Langa’ya çıkmışım... 

Abisi uzaklaşınca bir de GPS’ten kontrol ediyorum durum vaziyeti. Bendeki de hinlik yani! Bakıyorum. Öyle bakıyorum, çeviriyor, tekrar bakıyorum. Ooooo... O kadar çok sokak var ki Gazi Mustafa Kemal Paşa Caddesi’ne çıkan. Seç beğen al durumları. 

Rapozof gibi böyle sokaklarda kaybolma promenatını bir dahaki sefere erteliyor, ben şimdi yine Kennedy Caddesi’nden Yenikapı’ya oradan da karşıya geçip deniz kıyısındaki bisiklet yolundan Yedikule’ye ulaşmak için hareket ediyorum. Hedefim Suriçi yolculuğuma Yedikule Hisarı Müzesi’nden itibaren şehrin kılcal damarlarından devam edip bu kez İmrahor, Samatya ve Langa üzerinden Yenikapı’ya dönmek. 

[📷 Mermer Kule, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Dünkü gibi azametli kuleleriyle yükselen Yedikule semtine yaklaştığımda yine önce görünen Mermer Kule çevresinde mola veriyor, fotoğraflar çekiyorum. 

[📷 Mermer Kule & Yedikule Surları, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Kısa bir mola sonrası Suriçi gezime şehrin güneybatı ucundan devam ediyorum. Burada Marmara boyunca uzanan deniz surları (Marmara Surları) kara surlarına küçük burunda gördüğüm şu enfes Mermer Kule ile bağlanıyor. 

Bu kule 13 metrekare oturumlu ve 30 metre yüksekliğinde bir yapı. Alt yarısı mermerden ki bu savunma sisteminde başka hiçbir yapıda görülmeyen bir şeydir. Tahminlerin gösterdiğine göre burası eğlenceye düşkün İmparatorun deniz kasrının kısımlarından biri olabilir. Nitekim yanındaki kalıntılar da küçük bir kalenin varlığına işaret etmektedir. 

[📷 Mermer Kule, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

Kulenin arkasında kale limanının parçası olabilecek dalgakıranın batık kalıntıları mevcuttur. 

[📷 Mermer Kule, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

[📷 Mermer Kule, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Barış Parkı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Şimdi parkın içinden geçerek yukarıya doğru ilerliyorum. 

[📷 Barış Parkı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Parkın her köşesi düzenli biçimde bakıldığını gösteriyor. Çevrede ne bir kâğıt parçası, ne savrulmuş bir pet şişesi, ne kırık cam şişe parçaları, ne çer ne çöp. Keşke bütün parklarımız böyle bakımlı ve insanların uygarca uyum sağladıkları yerler olsa! 

[📷 Yedikule Kapısı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Barış Parkı’ndan Genç Osman Caddesi’ne geçiyor bir raunt sonra da adı değişen yolda, 10. Yıl Caddesi’nde pedallamayı sürdürüyorum. Yaklaşık 500-600 metre sonra şehre gireceğim kapıya varıyorum. 

Burası semtin ismiyle müsemma Yedikule Kapısı...

Kimi sanat tarihçileri bu kapıyı biçim ve mimari açısından tam bir Türk eseri olarak değerlendirir. Dayanak olarak da kapı üzerinde bulunan Sultan III. Ahmet dönemine ait kitabeyi gösterirler. 

Kapının Bizans döneminde açılmış olmasının en önemli kanıtı ise kapının üzerinde yakın döneme kadar görülen bir Bizans simgesi olan kartal armasının bulunmasıdır. Ama kapı III. Ahmet devrinde yeniden yapılmıştır. 

Kapı adını yakınında bulunan Yedikule Zindanları’ndan alıyor. 

[📷 Yedikule Kapısı bitişiğindeki mezar, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Yedikule Kapısı’nın hemen sol tarafındaki arazinin içinde bir gömüt var. Kapıya bitişik olan mezarın tamamı boyalıdır. O tarafa geçmek için de birkaç basamaktan oluşan merdiven kondurmuşlar. Duvara iliştirdikleri İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı imzalı kitabede şu yazıyor: “Merhum Fatih devri şehitlerinden bir zat başka bir rivayete göre de Yof Dededir. Ruhuna Fatiha. 

Açıkçası kime ait olduğu pek de bilinmeyen mezarın sur dibinde olması burada yatan kişinin iddia edildiği üzere Nimelceyş’ten olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. (İstanbul’u fetih hareketlerine katılmış kişilerin türbe ve kabirleri: 1453’ten önceki kuşatmalara katılanlara “evvelun”; Fatih Sultan Mehmet’in ordusuyla katılanlara “ahirun denilir.) Ben de yeni bir şey öğrenmiş olmanın sevincini yaşıyorum. 

[📷 Yedikule Kapısı çevresindeki kalıntılar, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Aynı arazi içerisinde görülen kalıntılar. 

Aslında bir zamanlar Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Mevlevihane Kapısı, Topkapı, yönüne doğru devam eden kara surları boyunca bostanlar yer almaktaydı. Halen var mıdır? Yoksa oraları da mı ranta kurban gitti? (Dün bu yörüngeyi devam ettiremediğim için göremedim.) Marul, lahana, soğan gibi sebzelerin yetiştirildiği bu bostanlar Mevlanakapı ile Topkapı arasına kadar yaklaşık 3 kilometre boyunca kesintisizce devam ediyordu. (Gelecekteki İstanbul gezilerimde bunlara ayrıca değineceğim.) 

Daha da geriye gidersek... Bu bostanlar, eskilerin deyişiyle “buralar hep  dutluktu” misali bir zamanlar hendekti. Geçilmez denilen kara surlarının ilk savunma hattını oluşturuyordu. 8 metre derinliğinde 20 metre genişliğinde olan hendekler, İstanbul kuşatıldığı zamanlar suyla dolduruluyordu. Kenti kuşatan askerler surlara ulaşabilmek için ilk önce bu hendekleri geçmek zorundaydılar. Geçmeye çalışana kadar da Bizanslı askerler tarafından ok yağmuruna tutuluyorlardı. 

[📷 Yedikule Kapısı, (Ağustos 2018).] 

Yedikule’yi gezmek, (mümkün olan) çevre ziyaretlerinde bulunmak üzere bu kapıdan şehre gireceğim. Az önce belirttiğim gibi, Osmanlı zamanında yapılmış olmasına rağmen kemerin üstündeki Bizans kartalı yapının kökenini gösteriyor. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de civar halkı her zaman bu kapıyı kullanmış. Altın Kapı sadece imparatora, ayrıcalıklı misafirlerine ve saray halkına özelmiş. 

Bu kapıdan içeri girilince  sağ tarafta Yedikule Zindanları’nın kuleleri görünüyor. Gelmişken Yedikule Zindanları’na bir uğramak; aynı zamanda bir önceki kapıları: Mesih Kapısı’nı ve Altın Kapı’yı zindanın avlusundan görmek lazım. 

Ama mümkün olamıyor tabi... 

[📷 Yedikule Hisarı: restorasyon çalışmaları, Yedikule, (NTV Arşivi).] 

Çünkü restorasyon çalışmaları sürüyor. Bir daha ne zaman ziyarete açılır, herkesin bir tahmini var da, kesin bir tarih verilemiyor. 

Yedikule yarı Bizans, yarı Türk olan ilgi çekici bir yapıdır. Adını aldığı dört kuleden dördü Theodosios’un surlarındandır, diğer üçünü surların iç kısmına Fatih yaptırmıştır. İçteki üç kule birbirlerine bağlanmış ve dört kalın perde duvarla beşgen bir alan oluşturacak şekilde diğerlerine eklenmiştir. 

[📷 Yedikule Hisarı: restorasyon çalışmaları, Yedikule, (Birgün Gazetesi).] 

[📷 Mesih Kapısı, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Sahil yolundan biraz içeride, iç surların ilk kulesinin hemen kuzeyinde, şehrin antik kapılarından birini görmek mümkün olabilirdi, eğer arzuladığım izni koparabilseydim. İzin yok. Yassah! 

Mesih Kapısı, eski kaynaklarda “Birinci Askeri Kapı” olarak da adlandırılıyor. Bunun nedeni, Kara Surları’nın başladığı noktada bulunan ilk askeri kapısı olmasından. Velhasıl adı üzerinde Bizans’ın askeri amaçlar için kullandığı kapıdır. Kara Surları boyunca illaki görülmesi gereken tek ‘askeri kapı’ bu. Çünkü askeri kapıların büyük çoğunluğu hem Osmanlı zamanında lüzum duyulmadığı için duvar örülerek kapatılmış ve üstü sıvanarak bertaraf edilmiştir hem de askeri kapılar sivil kapılara nazaran daha küçük olup, dikkat celbeden mimari özellikler göstermezler. 

Bu kapının üst tarafındaki kabartma şeklinde defne yaprakları ile süslü bir İsa monogramı görmek mümkün. Bu sebeple “Mesih Kapısı” adı verilmiştir. 

Theodosios surlarında sadece 10 kapı ve birkaç küçük giriş kapısı vardı. On kapıdan beşi halk tarafından, bu Mesih Kapısı dâhil olmak üzere beşi ordu tarafından kullanılırdı. Bu kapıların mimari yapıları birbirinden çok farklı değilse de kamu kapılarında hendeğin üzerinden şehre uzanan köprüler varken, askeri kapılar sadece istihkâmlara (kaleye, burçlara) açılıyordu. 

İstanbul’un halen surlarla çevrili olduğu 20. yüzyılın sonuna kadar bu kapılar Trakya’dan şehre girebilmenin tek yoluydu, ama demiryolu ve otoyollar yapılırken surlar yıkıldı. Yine de antik kapıların hemen hepsi, tıpkı asırlarca önce olduğu gibi, hâlâ kullanılmaktadır. 

Theodosios surlarının ilk kısmını keşfe çıkmak mevcut demiryolu ve çeşitli sanayi kuruluşları ve hatta kimi yerlerde ilan edilmiş askeri bölge ile sınırlandırılmış olmaları nedeniyle oldukça zor, meşakkatli. Ancak buralarda dolaşmak (ah bir de şu yenileme faaliyetlerinin yer aldığı işgal mesaisine denk gelmesem!) özellikle eskiye oranla çok daha hoş. Çünkü Kazlıçeşme, sağ olsun, eskiden burnumuzun direğini kırardı. Ta Osmanlı zamanından beri burada bulunan o leş kokulu tabakhane taşındı da rahat bir nefes alma olanağı doğdu biz gezentilere. 

Kapının içinde bulunduğu “Botanik Parkı” üzerinden sur boyu ilerlenerek surların en görkemli kapısı olan Altın Kapı’ya ulaşılıyor. 

[📷 Yedikule Hisarı: restorasyon çalışmaları, Yedikule, (Cumhuriyet Gazetesi).] 

[📷 Yedikule, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Yedikule Hisarı: restorasyon çalışmaları, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Yedikule’nin, İstanbul’un kara surlarının içinde bir iç kale olduğunu söylemiştim. Fatih Sultan Mehmet, fethin hemen ardından, Altın Kapı ve yanlarındaki kulelerin arkasını kuleli bir duvarla çevirtmiş ve buranın adı Yedikule Hisarı olmuş... 

[📷 Yedikule Hisarı, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Yedikule Hisarı, bir zamanlar, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Altın Kapı, Eski İstanbul, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Theodosios’un surlarındaki iki orta kule kale Bizans’ın ünlü Altın Kapısı’nın iki yanındaki mermer pilonlarıdır. Yapı bilindik anlamda kale olarak hiç kullanılmamıştır. Ama Osmanlı zamanında iki kule zindan olarak, diğerleri de devlet hazinesinin bir kısmını saklamak için kullanılmıştır. 

[📷 Altın Kapı, bir zamanlar, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Porta Aura, (Altın Kapı) Bizans devrinde seferden zaferle dönen imparatorların tören kapısı. Müze restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalı olduğundan içerisini ve dolayısıyla seyir nesnesi Altın Kapı’yı ve Yedikule Zindanları’nı görmekten mahrum kalıyorum. 

[📷 Altın Kapı, Eski İstanbul, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Altın Kapı, bir zamanlar, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Yedikule Tren İstasyonu, bir zamanlar, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Farklı zamanlarda hazine, hapishane, müze, tiyatro, konser alanı gibi hizmetler veren bu etkileyici mekândan ayrılıyor, istasyonun önünden geri dönüp Yedikule İstasyonu Caddesi’ne giriyorum. Haliyle dar bir cadde. 

[📷 Narlıkapı, (Nostalji Arşivi).] 

Demiryoluna paralel olarak devam eden caddede sağlıkla ve hoşnutluk duygusuyla pedalladıktan sonra Narlıkapı’ya geliyorum. 

[📷 Narlıkapı, (Nostalji Arşivi).] 

Tünelimsi köprünün altından geçer geçmez bu dapdaracık sokak beni Kennedy Caddesi’ne çıkartıyor. 

[📷 Sahil Yolu, Narlıkapı, (Ağustos 2018).] 

Sahil Yolu’nu gözetleyen tepeden sahile keyifle bakıyorum. 

[📷 Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi, Sahil Yolu, Narlıkapı, (Nostalji Arşivi).] 

Daha önce önünden geçtiğim Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi... 

Kilise, 1807’de, Patrik Hovhannes XI. Çamaşırcıyan döneminde inşa edilmiştir. Aynı yerde Narlıkapı Hastanesi de bulunmaktaydı. Kiliseyi, Garabed Amira Aznavuryan’ın önderliğinde, Başbezirgan Mütevelli Hacı Hovhannes Ağa ve hayırsever halk el ele vererek inşa etmişlerdir. İlk olarak 1835’te onarılmıştır. Önceleri denizin dalgaları kilise duvarlarını döverdi, 1955’te yapılan sahil yolu kiliseyi denizden ayırdı. Patrik Şınorhk döneminde, 1962 yılında, Yetvart Şahbaz’ın mimarlığıyla taştan inşa edildi ve 1964’te takdis edilerek ibadete açıldı. Girişin üzerinde, denize nazır bir de salon inşa edildi. Surp Pırgiç Hastanesi’nden önce bu kilisenin bodrumunda bir tımarhane-hastahane yer alıyordu. Burada zihinsel hastalar uygunsuz koşullarda tedavi edilirlerdi. Bir keresinde ayin sırasında acı feryatlar duyulur, bu üzücü durumdan ötürü Harutyun Amira Bezciyan rahatsız olur ve yeni bir hastane kurma fikri doğar. Böylece cemaat Surp Pırgiç Hastanesi’ni kazanır. Kilisenin son restorasyonu 2006 yılında gerçekleştirilmiş ve Patrik Mesrob II. tarafından ibadete açılmıştır. (Kaynak: Eski İstanbul) 

[📷 Narlıkapı, (Ağustos 2018).] 

Narlıkapı alt geçidine geri dönüyorum. Buradaki ahşap otantik ev dönemecin tam köşesinde yer aldığından binanın alt katı maganda ya da yol özürlü şoförler tarafından zarar görmesin diye çelik kafes ile güvenceye alınmış. Görüntü biraz faul ama içinde yaşayanlar için aynı şey söz konusu değil. 

[📷 Narlıkapı, (Ağustos 2018).] 

Uçta görünen karaltımsı demiryolu köprüsü, Sahil Yolu’ndan semte girişi sağlayan Narlıkapı alt geçidi. 

Narlıkapı, hemen hemen her kitabını keyifle okuduğum, Aydın Boysan’ın doğup büyüdüğü ve her zaman büyük bir özlemle andığı semttir. Birbirinden güzel ara sokakları var. 

Şimdi hafiften Yedikule İstasyonu Caddesi’nden İmam Aşir Sokak’a pedallıyorum. Solda muhteşem bir yapının kalıntıları var: İmrahor İlyas Bey Camisi... 

[📷 Studion, Narlıkapı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Yolun kenarında durunca İstanbul’un Bizanslı tarihinin en önemli merkezlerinden birine geldiğimi anlıyorum: Ünlü Studion Manastırı kompleksinden geriye kalan Ayios İoannis Kilisesi... 

[📷 Studion, Narlıkapı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Yüksek duvarların arkasında yer alan İmrahor İlyas Bey Camisi, aslında ünlü Studion Manastırı’nın içindeki Vaftizci Yahya Kilisesi imiş. 450 yılında Studion adlı bir Romalı tarafından kurulduğu için (ve ayrıca Karpos ve Papylos Kilisesinin tam tarihi bilinemediğinden) İstanbul’da bugüne kalan en eski kilise olduğu kabul ediliyor. 

[📷 Studion, Narlıkapı, Yedikule, (Nostalji Arşivi).] 

Kilise, 15. yüzyılın sonunda, II. Beyazıt zamanında camiye çevrilmiş ve İmrahor İlyas Bey adını almış ve burada bulunan az sayıdaki keşiş başka yere gönderilmiş. 

[📷 Studion, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

1894 yılındaki depremde yıkılan yapının çatısı 1908’de tamamen çökmüş. O zamandan beri de yarı yıkık haliyle duruyor. Şimdi çevresini kurumuş ya da taze yapraklar, sarmaşıklar, yabani otlar bürümüş. 

Kültür tarihi kaynaklarına göre Studion, önemli bir dini merkezdir. Namı 8. yüzyılın sonunda, Başrahip Theodoros’un yönetiminde parlamıştır. Zaman zaman politik olaylarda etkili olmuş, hatta bazı imparatorların tahttan uzaklaştırılmasında rol oynamıştır. 11. yüzyılda İmparator V. Mihail bir ayaklanma sırasında buraya sığınmış, ama halk onu oradan alarak gözlerine mil çekmiştir. Bir manastırın ötesinde, bir öğrenim kurumudur. Fetihten sonra da (camiye çevrilinceye kadar) bu statüsünü devam ettirmiştir. 

[📷 Studion, Narlıkapı, Yedikule, (Ağustos 2018).] 

Kuruluşu 5. yüzyıl civarında olduğuna göre, bin yıldan fazla etkin olmuş bir kurumdur, Studion. 

[📷 Studion, Eski İstanbul, (Nostalji Arşivi).] 

Kiliseye bitişik bir de sarnıç varmış, ama bırakın kiliseye girmeyi, çevresinde doğru dürüst bir gezinti yapmayı, bahçesine de girilecek gibi değil. Zaten kiliseden bu sarnıca geçiş de yasaklanmış. Tehlike arz ettiğinden. Kazaları önlemek amacıyla kapatılmış bu apsise yakın dehliz, belki de oraya çıkıyordu ama bütün Bizans dehlizleri gibi onun da Ayasofya’ya uzandığına bugün bile hâlâ inanılıyor. 

Studion’un karşısında bir park var. Ne var ki parkın adını taşıyan futbolcu karakteri, futbolculuğundan ötürü değil, kendine özel tipolojisinden dolayı, hiç ama hiç sevmediğimden burada ismini anmayacağım... (Üstelik geçmişte GS’de oynamış olmasının da bir anlamı yok.) 

Zaten pek de lazım değil, park mark. Yoluma devam ediyorum. Sırada Kilise Sokak’a sapıp anayola çıkmak var. Ana caddeye çıkmadan yolun berisinde sağda Ayios Konstantinos ve Ayia Elena Rum Kilisesi’ni görüyorum. 

[📷 Aya Konstantinos Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Yolun sağında, büyücek, süslü, gösterişli bir çan kulesi olan bir Rum Ortodoks kilisesi, Ayii Konstantinos ke Eleni (Aya Konstantinos) Kilisesi. 

Hakkındaki eski kayıtlar 1563 olmakla birlikte şimdiki bina oldukça yeni. Birinci Emperyalist Savaşı’nı izleyen, İstanbul’un Müttefik işgalinde olduğu yıllarda İngilizlerden yardım alarak yeniden yapılmış. Ama çan kulesindeki plakette Abdülhamit’in adı yazılı olduğuna göre kule onun zamanından kalmış olmalı. Duvarında değişik tarzda yuvarlak mermer bir güneş saati var. Samatya’da özellikle yoğun şekilde yaşayan, Yunan alfabesiyle Türkçe yazan Karamanlı Rum cemaatinin kilisesi. İlkokulu da var ama artık çalışmıyor. 

[📷 Aya Konstantinos Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

İmrahor İlyasbey Caddesi rahatsız edici şekilde kalabalık değil. Bisiklet sürmeye hiç engel oluşturmuyor. Gayet keyifli bir şekilde uyum sağlıyorum çevreye. Gelen geçen araçların sürücüleri de zaten çok anlayışlı. Pire🚲’nin çamurluklarını yalayarak değil açıktan geçiyorlar. Yoksa iki yarda genişlikteki emniyet şeridiyle Saros-Gelibolu, Saros-Keşan veya muazzam ıssız Saros-Şarköy hattından sonra İstanbul trafiğinde yakın temas en büyük korkulu rüyam. 

[📷 Ermeni Katolik Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Biraz daha devam edince, 400 metre sonra bu sefer sol tarafımda bir kilise görüyorum. Fazlaca özelliği olmayan bu yapı bir Ermeni Katolik Kilisesi: Anarad Hığutyun... 

Ancak tuğla cepheli bir duvarı var. 

[📷 Ermeni Katolik Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Güzel cephenin bir bölümünü kız öğrenci yurdu kullanıyor. 

İmrahor İlyasbey Caddesi az önce Org. Nafiz Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi olarak devam etmeye başladı. Yalnız doku aynı doku, değişmiyor, aynı güzellikte devam ediyor. 

Bu çevre kilise ile dolu. Çevrede o kadar çok tarihi yapı var ki, tenis maçı izler gibi bir sağa bir sola bakmaktan başım dönüyor. Ama çok güzel bir hoşluk bu. Ayrıca sokaklarına girip kaybolmak sonra bir başka sokaktan yine ana caddeye çıkıp “Ceee” demek bisikletle gezmenin en paha biçilmez yanı. 

Şimdi Ermeni Katolik Kilisesi’nin hemen karşısındaki sokağa, Muallim Fevzi Sokak’a yöneliyor ve hafif eğimli yoldan aşağı iniyorum. Kıvrımlı yolun sonunda Akıncı Sokak ile birleşen yolda iki Ortodoks kilisesi var: Samatya Aya Analipsis Kilisesi ve Aya Nikola Kilisesi... 

[📷 Aya Analipsis Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Birincisi, duvarları sarı boyalı Aya Analipsis Kilisesi 1830’lara ait olduğu tahmin ediliyor. 

[📷 Aya Analipsis Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

[📷 Aya Analipsis Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

[📷 Aya Nikola Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Hemen arkasındaki Aya Nikola Kilisesi, bütün adaşları gibi, gemicilerin armağanlarıyla dolu. 

[📷 Aya Nikola Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

[📷 Aya Nikola Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Kilisenin bulunduğu sokak Kumkapı sokaklarına ne kadar çok benziyor. Zaten Samatya bölgesi başlı başına bir tarih kültür merkezi gibi. Bir de bunun yanında yeme-içme mekânlarını da ekleyince oluyor sana-bana-hepimize tam tam bir şölen havası. 

Şimdi buradan ayrılıyor, Tütünlük Sokak’tan tekrar ana caddeye çıkmak için ilerliyorum. 

[📷 Samatya, bir zamanlar, (Nostalji Arşivi).] 

Birazdan Samatya Meydanı’na ulaşacağım. Samatya hep ısrarla üzerinde durduğum gibi İstanbul’un en eski semtlerinden birisi. Sanırım 70’li yılların başıydı, o zamanki aklı evvel, milliyetçi-dinci duyguları kabarık muhafazakâr idareciler İstanbul’daki Rumlardan kalma isimleri Türkleştirmek için Samatya’nın adını tren istasyonuna: “Koca Mustafa Paşa”, (şimdilerde Kocamustafapaşa diye yazıyorlar ya); otobüs durağına da “Genç Osman” diyerek güya Türkleştirdiler. Ancak sanırım halk bunu hiçbir zaman benimsemedi ve burada yaşayanlarca hep Samatya olarak anılmaya devam etti. 510 yıldır “Samatya” olarak anılan ismi Türkçeleştirmek 510 yıl sonra akıllarına gelmiş zavallı akıl küpü muhteremlerin. 

[📷 Samatya, bir zamanlar, (Nostalji Arşivi).] 

Eski Samatya’dan bir fotoğraf... 

[📷 Ali Haydar İkinci Bahar, Samatya, bir zamanlar, (Nostalji Arşivi).] 

Lokantalar ve tavernalarla çevrelenmiş küçük meydanı terk ediyor Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi’ne çıkmak için merdivenlere doğru ilerliyorum. Sol çaprazımda bir zamanlar fenomen TV dizisi İkinci Bahar’ın çekildiği yeri canlı canlı görünce çok duygulanıyorum. Sanki karşımda Şener Şen, beni çağırıyor, gel sana bir masa açayım, üstünü kebapla donatayım... 

Sen de şimdi rakı da yoktur, malum ‘İslamik’ düzen,” diyorum.

Var, var. Olmaz mı? Gel sen hele... 

Sağ ol, Şener abi, bir başka sefere inşallah. Ben şimdi turuma devam edeyim. Yolum epeyce uzak. Kebabı yersem şimdi şuracıkta yığılır kalırım. Hele bir de buz gibi rakıyı fondipledik mi, kalkamam yerimden. Sağ ol. Hoşça kal. Sana kolay gelsin. Hayırlı işler. İyi günler olsun. 

[📷 Ayios Minas Rum Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

Merdivenlerden yukarı çıkınca yolun karşısında sarımtırak küçük kilise, Aya Mina Rum Kilisesi’nin yüksek çan kulesini görüyorum... Bu da gene 1830’larda yapılmış. Ama burada asıl önemli olan, yolla aşağı yukarı aynı düzeyde olan eski bir Bizans kilisesinin kalıntıdır. Bu kalıntının büyük bir kısmı şimdi dükkânın birine terk. Atölye olarak kullanılıyor. 

Bu temeller 1935’te keşfedilmiş, ve İS 250 civarında Dekius kovuşturmaları esnasında öldürülen iki azize ithaf edilmiş. Bu azizler: Ayios Karpos ve Papilos Martyrion’dur. 

Kilisenin gizemli geçidine atölyenin az ilerisindeki çayevinden girilebiliyor. 

Eğer bu yapı da iddia edildiği gibi şehrin en eski Hıristiyan tapınaklarından biri ise acaba hangisi daha eskidir diye bir soru fırlatılabilir ortaya: Aya Mina Rum Kilisesi mi, Studion (İmrahor İlyas Bey Camisi) mu? 

[📷 Ayios Minas Rum Kilisesi, Samatya, (Ağustos 2018).] 

İki kilise üst üste... 

Yoluma Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi üzerinden devam ediyorum. Çevrede yine o kadar çok görülmesi gerek tarihi eser var ki birini kaçıracağım diye ödüm patlıyor. Ama biliyorum bugün hepsine gidebilmem hiç kolay değil. 

Esasen tıpkı diğerleri gibi bu Yedinci Tepe de muhteşem. Ziyaret edilmesini isteyebileceğim o kadar çok tarihi yapı, kültürel eserler var ki. Sanırım bir gün de farklı bir Suriçi rotasıyla turu Stambol’daki iki büyük meydandan biri olan Aksaray’daki kavşaktan, yani antik Roma forumlarından birinin, Forum Bovis alanından başlatıp Haseki ve Davutpaşa üzerinden Yedikule’ye organize edeceğim. Böyle bir güzergâhta keşfedebileceğim neler yok ki? Valide Sultan Camisi; Murat Paşa Camisi; Katakomp (yer altı mezarlığı); Cerrah Paşa Camisi; Gevher Hatun Medresesi; Arkadios Sütunu; Bayram Paşa Külliyesi; Haseki Hürrem Külliyesi; Darüşşifa; Davut Paşa Camisi; Hekimoğlu Ali Paşa Camisi; Panayia Gorgoepikoos Kilisesi; Nişancı Mehmet Bey Medresesi; Mokios Sarnıcı; Sancaktar Mescidi; Ramazan Efendi Camisi; Ayios Andreas En Te Kristei Manastırı; Surp Kevork Ermeni Kilisesi; Ağa Hamamı; ve bugün göremediğim daha nice cami, kilise, tapınak, müze ve galeri... 

Gelecekteki İstanbul gezilerimi bu ‘Tarih & Kültür’ gezilerinden biraz daha farklı bir anlayışla yapabileceğimin ilk sinyallerini almaya başladım bile. Zira bu 2018 yılı, Ağustos ayının ‘İstanbul - Tarih & Kültür’ tur serisi ziyadesiyle bir ön keşif, ön inceleme turları olarak gezi-anı köşesinde kayda geçiyor. Bir sonraki dizide dışarıdan seyretmekle kalmayıp her bir mekânın içine de girerek ziyaretler gerçekleştireceğim. Turlar bambaşka bir keşif, sondaj, tanıtım, anı-serüven hikâyelerine yer verecek ve belki de böylece “İstanbul Bitmeden” ben o geziler sayesinde hayatımın masalsı şehir faslını sonlandırabileceğim. 

İşte bu naif, romantik düşüncelerin etkisiyle olsa gerek bugünkü turumu tamamına erdirmek için yoluma kaldığım yerden ve fakat biraz seri olarak ilerlemek istiyorum. 

İsteseydim Pulcu Sokak’tan biraz ileride caddenin solunda kalan Mütesellim Sokak’a dönüp kısa ama sert bir bayırı tırmandıktan sonra Marmara Caddesi ile kavuştuğumda sağa dönebilir ve köşedeki Abdi Çelebi Camisi’ne gidebilirdim. 

Aynı şekilde yolun biraz sonrasında yer alan Surp Kevork Ermeni Kilisesi’ni de görebilirdim. 

İşte bisikletle gezmenin en keyifli yanı burada. Bazen öyle noktaları eksik bırakacaksın ki, bir daha o semte geri gelmenin bir nedeni olsun. 

Yoksa İstanbul öyle kolay bitecek bir şehir değildir. İllaki eksik görülmedik yerler çıkacaktır. Yalan yok, bu tarz yaklaşım benim iştahımı kabartır. Her seferinde kalbim çarpar da çarpar, yeni bir yerler görebilmenin heyecanını yaşarım. 

Şimdi Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi’nde pedallayarak İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin yanından geçiyor, yolun solunda, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Temel Bilimler Binası’nın hemen yanında küçük bir camiye geliyorum. 

[📷 Bayezıd-ı Cedid Camisi, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Adından anlaşılacağı üzere II. Beyazıt’ın yaptırdığı Bayezıd-ı Cedid Camisi... (Avlu kapısının karşısında bulunan II. Abdülhamit’in tuğrasını taşıyan kitabe caminin yanındaki “Etyemez Tekkesi”nin yıktırılması üzerine buraya getirilmiş.) 

Camiyi geçer geçmez altı taş üstü ahşap ilginç bir yapı görünce önünde duruyorum. 

[📷 Kadem-i Şerif Tekkesi, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Burası, Sadi tarikatının İstanbul’daki en önemli tekkelerinden biri olan, Kadem-i Şerif Tekkesi’ne ait bir binaymış. Haliyle içini göremediğimden bilemeyeceğim ama dış görüntüsü oldukça güzel. 

[📷 Kadem-i Şerif Tekkesi, bir zamanlar, Cerrahpaşa, (Nostalji Arşivi).] 

Kadem-i Şerif Tekkesi 1784 yılında Sadrazam Halil Hamit Paşa tarafından yaptırılmış; daha sonra 19. yüzyılda yenilenmiş, 2018 yılında ise tamamen restore edilmiş. Benim görüntülediğim yapı restorasyona tabi tutulmuş hali. 

[📷 Kadem-i Şerif Tekkesi, bir zamanlar, Cerrahpaşa, (Nostalji Arşivi).] 

[📷 Kadem-i Şerif Tekkesi, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Burası İstanbul Hastanesi’nden geldiğim taraf. 

[📷 Etyemez Tekkesi Çeşmesi, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Tekkenin yaklaşık 30-40 metre ilerisinde, tekkenin taş duvarının devamı gibi olan yerde bütün heybetiyle duvara sırtını dayamış bir çeşme görüyorum. Adını sanını göremediğim için nedir, kim tarafından, ne zaman yaptırılmıştır anlayamadım. Google haritasına göre çeşme:  Etyemez Tekkesi Çeşmesi... 

[📷 Nefise Hanım Çeşmesi, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Ancak ayrıca bir başka iddia da çeşmenin aslında Nefise Hanım Çeşmesi olduğu. (Kaynak: Affan Egemen, “İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri (Resimleri ve Kitabeleri ile 1165 Çeşme ve Sebil)” adlı kitabına göre bu çeşme 893 numaralı “Nefise Hanım Çeşmesi”dir.) 

Çeşmeyi yaptıran Nefise Hanım, Yeniçeri Ocağı Ser Çavuşlarından Ali Ağa’nın eşi imiş. 

Devam ediyorum. 

[📷 Kasap İlyas Cami, Cerrahpaşa, (Nostalji Arşivi).] 

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi içerisinde yer alan bu caminin adı Kasap İlyas Cami... Fatih Sultan Mehmet’in kasap başı Kasap İlyas tarafından 1494 yılında yaptırılmış. Ancak 1894 yılında viran olup yıkılan cami, eski temelleri üzerine eski taşları kullanılarak tamamen yeniden inşa edilmiş. 

[📷 Davut Paşa Hamamı, Cerrahpaşa, (Ağustos 2018).] 

Caminin hemen karşı çaprazında, yani benim Langa istikametine doğru devam eden yolumun üzerinde, 1485 tarihli Davut Paşa Hamamı yer alıyor. 

Sadece erkeklere yönelik hizmet veren ve basbayağı tarihi bir hamam olan Davutpaşa Hamamı, aynı zamanda Davutpaşa İskelesi Hamamı ve Zırhcı Hamamı olarak da biliniyor. Hamam çeşitli zamanlarda onarım ve tamiratlar görmüş. Şimdi son haliyle bayağı yenilenmiş bir görüntü veriyor. 

Davutpaşa Hamamı’ndan biraz sonra gelen Davutpaşa otobüs durağından itibaren caddenin adı da değişiyor; Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi bitiyor, Küçük Langa Caddesi start alıyor. 

[📷 Bir Vakıf Binası & Çeşmesi, Davutpaşa, (Ağustos 2018).] 

Aygünler Oto Cam’ı geçince yine sol kolda bahçe içinde türbesi bulunan bir vakıf binasına geliyorum. Yapıya ait yazılardan pek bir şey anlayamadığım için buranın ne olduğunu, kime ait olabileceğini pek kestiremiyorum. Ancak tuğla duvarına yapılmış çeşme çok hoşuma gidince fotoğrafını çekmeden yapamıyorum. 

[📷 Bir Vakıf Binası & Çeşmesi, Davutpaşa, (Ağustos 2018).] 

Küçük Langa Caddesi tıpkı önceli Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Caddesi ve hatta Yedikule, Narlıkapı sokakları gibi “Eski İstanbul” havasında unutulmayacak bir kimliği barındırıyor. Gerçekten çok hoş bir cadde. Böyle “Eski İstanbul” künyesini nispeten koruyan ender yerlerde pedal çevirmek, samimiyetle söylüyorum, çok sevimli, çok edalı ve çok eğlenceli. Çünkü sokaklar dar, trafik kimi zaman ters yönden de gelse üstüme üstüme, ya da o keşmekeşlik biraz acayip aksa da, bisikletle gezinti yapmanın keyfine diyecek yok. 

İşte az gidiyorum, uz gidiyorum derken kendimi birden kendimi enternasyonal bir kalabalığın içinde buluyorum. Burası meşhur Uluslararası Emniyet Otogarı. Burada hemen hemen her milletten, her renkten, her dilden ve her dinden insan görmek mümkün. 

[📷 İstanbul Uluslararası Emniyet Terminali, Langa, (Nostalji Arşivi).] 

Yolun başına kurulmuş büyük bir pazarı temsil ediyor otogar. 

Renkli ortamı, insanların yüzlerindeki çeşit çeşit ifadeleri, kiminde sevinç, kiminde hüzün, acı, keder, kiminde bir şeyler satabilmenin azimli hedefi, tüm bu dinamik ambiyansı biraz seyrettikten sonra Otogar’dan uzaklaşıp Yenikapı yönüne doğru ilerliyorum. 

Küçük Langa Caddesi beni az sonra sağa döndüğüm Langa Bostanları Sokak’tan Metro ve Marmaray istasyonlarının yanına çıkartacak. 

[📷 Langa Bostanları, Eski İstanbul, Aksaray, (Nostalji Arşivi).] 

Langa bostanları, eski İstanbul’umun (ki 60’ların sonlarında ve 70’lerde bütün canlılığıyla yaşadığım o pitoresk tabloyu) en canlı bostanlarını örnekliyordu. Tıpkı Bostancı’mın ve hatta Şakacı Sokak’ımın bostanları gibi Langa Bostanları da şehrin canavar ruhlu iştahına yenik düştü, rant uğruna yutuldu, kaybolup gitti. [Atıfta bulunduğum “Şakacı Sokak” için tıklayabilirsiniz.] 

[📷 Langa Bostanları, Eski İstanbul, Aksaray, (Nostalji Arşivi).] 

Şimdi Marmaray ve Metro istasyonlarının bulunduğu alandan hızlıca yürüyerek ilerliyor, kendimi bir an önce deniz kenarına atmak istiyorum. Köprünün altından geçerek Sahil Yolu’na çıkıyorum. Maviliklerin ve beyaz köpüklerin birbirine sarmaş dolaş olduğu deniz bende özgürlüğü çağrıştırıyor. 

[📷 Balıkçılar Çarşısı, Kumkapı, (Ağustos 2018).] 

“Kumkapı Balıkçılar Çarşısı”, yenilenmiş olarak eski yerine dönmüş; en azından “Yenikapı Balık Hali” gibi ufunethane değil. İkincisinin felaket kokusu daha kilometrelerce öteden duyulabiliyor, insanın burnu düşebiliyor. Oradan geçen kesinlikle balık yemeye tövbe eder. 

[📷 Kumkapı Tren İstasyonu, (Ağustos 2018).]

Yolun diğer tarafında Kumkapı Tren İstasyonu. Karşıya üstgeçidi kullanarak geçmek en akıllıcası. Benim geçeceğim yok da, hani geçmek isteyen olur onun için söylemek ihtiyacı duydum.

[📷 Kumkapı Sahili, (Ağustos 2018).] 

Burası aynı zamanda Kumkapı Limanı’nı bulunduğu mendirek. Sağda balıktan dönmüş ve kıyıya bağlanmış balıkçı tekneleri sıra sıra dizilmişler ertesi günü bekliyor muhtemelen. 

Önümdeki tekne ise rengârenk minderleri döşemiş, Tarihi Yarımada manzaralı Marmara sularında tura çıkmak isteyenleri mi bekliyor acaba? 

[📷 Marmara Denizi, Kumkapı, (Ağustos 2018).] 

Yenikapı limanına doğru hızla hareket eden bir deniz otobüsü. 

Benimse suratım pancar gibi olmuş sıcaktan onlarca kilometrelik geziden mütevellit. 

[📷 Marmara Denizi, Kumkapı, (Ağustos 2018).] 

Ben aradan çekileyim. Pire🚲 kafasına göre takılsın... 

[📷 Deniz Feneri, Ahırkapı, (Ağustos 2018).] 

Deniz Feneri açık otopark alanında ayran+soda molası... 

[📷 Sahil Yolu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Kalıntılar arasında eski tarihi evlere bayılıyorum. 

[📷 Sahil Yolu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Marmara Surları yeniden. Trafik ise coşmuş durumda. Ben artık asfalt yolda değil, kıyı kıyı giden kaldırımın üstünde pedallıyorum. Tabi yayalara azami dikkat ederek ve olağanüstü güzel manzarayı seyrederek. 

[📷 Sahil Yolu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Marmara Surları devam ediyor. Bu kez onları yolun tam karşısından izlemek harika bir duygu. 

[📷 Marmara Denizi, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Denize girenleri ve kayalar üstünde güneşlenenleri gördükçe imrenmiyor değilim onlara. 

[📷 Marmara Denizi, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Karşısı bizim yaka. Nam-ı diğer “Körler Ülkesi”... Havada puslu ve bulutlu olmayınca çok net görünüyor. 

[📷 Marmara Denizi, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

İşte Harem Limanı’nın arka sırtlarında Selimiye Kışlası... Solda Çamlıca tepesinde görünen ise İstanbul’un panoramasını bozan ve ülkeye yıllardır rövanşist duygularla egemen olan siyasal İslam anlayışıyla paralel son derece çirkin bir yapıya sahip, gelişigüzel bir mimari anlayışla inşa edilen Çamlıca Camisi... 

[📷 Sahil Yolu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Yolun karşısında belediyenin işlettiği Cankurtaran Sosyal Tesisleri; Marmara kıyısı boyunca devam eden şehrin surları ve en sağda görünen Ahırkapı Deniz Feneri. 

[📷 Sahil Yolu, Cankurtaran, (Ağustos 2018).] 

Muhteşem Ayasofya’yı bir de sahilden teveccühle izleyebilmek... Ancak şu kadarını not edeyim. (Gerçi her fırsatta yineliyorum ve yinelemekten bıkmayacağım.) Ben tarihi eserlerin, kalıntıların içine, yanına, üstüne, altına yapılan tüm ‘yeni’ binalara ve/veya turistik işletmelere karşıyım. Çünkü bunları tarihe ve kültüre saygısızlık olarak nitelerim. 

İşte az önceki resimde de gösterdiğim gibi Surların üzerine salakça yapılmış olan şu bina Fatih Belediyesi’nin tuhaf sosyal tesisi. Diğer bir konu da Sosyal Tesisler eskisi gibi ucuz filan değil. Fiyat rekabetinde lüks lokantalarla yarışıyorlar adeta. Arka planda görünen Ayasofya bu surlara eşlik eden tek güzellik diyebilirim. 

[📷 Sahil Yolu, Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Şehrin surlarının berisinde görünen yapı: Topkapı Sarayı... 

[📷 Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Deniz trafiği de pek yoğun... 

[📷 Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Hava açık oluğundan Boğaz Köprüsü net bir şekilde görünüyor...

Sadece o mu? Diğerleri de var tabi. Mesela; solda Ortaköy Camisi. Ortada Kuleli askeri Lisesi. Ve sağda Beylerbeyi. 

[📷 Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

Restorasyon çalışmalarının halen devam ettiği alanda Turgut Reis Heykeli; arka planda demiryolu hattı ve üste doğru tırmandıkça Sarayburnu’na birinci tepeden hâkim Topkapı Sarayı... 

[📷 Sarayburnu, (Ağustos 2018).] 

İstanbul’un güzelliklerinden birisi de şehir hatları arabalı vapurları. 

Sarayburnu bu turun son durağı. Eksiklerine ve yapmak isteyip de yapamadığım, görmek isteyip de göremediğim nice diğer yerlere rağmen çok keyifli bir gezi gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. 

Buradan Mecidiyeköy yaklaşık 11-12 kilometre. Akşama iyice dinlenip ertesi günü “Bisikletle İstanbul: Tarih ve Kültür” dizisinin “Galata” bölümü ile devam edeceğim. Bu bölge de büyük bir hazine. Neler var, neler var... 

Şimdilik sadece yepisyeni enteresan bir gezi programı ile karşı karşıya olduğumu beyan etmiş olayım... 

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Rota: İstanbul Tarihi Yarımada Turu ~ Şehrin Surları

Tur Tarihi: 12.08.2018; Pazar 

ROTA: Galata Köprüsü >> Eminönü >> Sirkeci >> Sirkeci Garı >> Sarayburnu >> Ahırkapı >> Çatladıkapı >> K. Ayasofya >>  Kumkapı >>  Yenikapı >> YEDİKULE (V) >> İmrahor >> Samatya >> Langa >> Yenikapı (D) >> Sarayburnu >> EMİNÖNÜ (D) 

Güzergâh Seyri: Galata Köprüsü >> Eminönü >> Sirkeci >> SİRKECİ GARI >> Kennedy Cad. >> Sarayburnu >> Gülhane Parkı  >> A.H.T. Edebiyat Müzesi >> Gotlar Sütunu  >> Sarayburnu >> Atatürk Anıtı >> Bizans Surları >> İncili Köşk >> Cankurtaran >> Ahırkapı >> Ahırkapı Feneri >> Çatladıkapı >> Palacio Bukoleon >> Küçük Ayasofya >> Kumkapı >> Yenikapı >> Yenikapı Etkinlik Alanı Bisiklet Yolu >> İstanbul Hastanesi >> Nadir Nadi Parkı  >> Narlıkapı >> YEDİKULE (V) >> Yedikule Cad. >> Yedikule Meydanı Sok. >> Yedikule Hisarı Müzesi >> Yedikule İstasyonu Cad. >> İmrahor >> Narlıkapı Çeşmesi Sk. >> Samatya Kilisesi >> İmam Aşir Sok. >> İlyas Bey Camisi >> Kilise Sok. >> Aya Konstantino Rum Ortodoks Kilisesi >> Yedikule Cad. >> Kocamustafapaşa >> Samatya >> İmrahor İlyasbey Cad. >> Genç Osman >> Org. Abdurrahman Nafiz Gürman Cad. >> Kapıağası Yakup Ağa Hamamı >> İstanbul Hastanesi >> Kademi Şerif Tekkesi & Çeşmesi >> Davutpaşa >> Küçük Langa Cad. >> Hazinedar Usta Çeşmesi >> Küçük Langa Çeşmesi >> Langa >> YENİKAPI (V) >> Kennedy Cad. >> Sarayburnu >> GALATA (D)... 

Turun Niteliği: Bisikletim Pire🚲 ile İstanbul Tarih & Kültür Turları 

Toplam Kat Edilen Tur Mesafesi: 40 km (1. Mecidiyeköy >> Karaköy: 6 km) & (2. Galata Köprüsü >> Sirkeci Garı: 1 km) & (3. Sirkeci & Sarayburnu >> Kumkapı & Yenikapı >> Yedikule: 11 km) & (4. Yedikule >> Samatya & Langa & Yenikapı: 6 km) & (5. Mecidiyeköy Dönüş: 16 km)

Toplam Bisiklete Binme Mesafesi: 40 km

Toplam Araç Mesafesi: 0 km 

Kullanılan Ulaşım Aracı: YOK

Toplam Tur Zamanı: 9 saat (09:00~18:00)

Toplam Bisiklete Binme Zamanı: 5 saat 30 dakika; Yürüyüş, Molalar & Ziyaretler: 3 saat 30 dakika 

Hava Sıcaklığı: 30°C (Güneşli & Sıcak) 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Film Şeridi Gibi Uzanan Kara Surları Boyunca

(*) Sonraki Makale: Galata: Tepebaşı’ndan Karaköy’e 

Bir sonraki “Galata: Karaköy” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet 

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***