Haliç; İstanbul Boğazı ile Buluşan Doğal Deniz Girintisi


Haliç'e dinginlik yağıyordu, yüklendiği iki kıyıya gebeyken...

Pire🚲 ile TARİHİ & KÜLTÜREL MİRASIN İZİNDE 

İstanbul bir aşktır, bir masaldır, bir fabl. İstanbul’u gören sevdasına tutulduğu aşkını ömrü buyunca unutmaz, yaşadığı sürece onu hep arar durur... #pire🚲 ile İstanbul gezileri... 

İstanbul 2700 yıllık tarihiyle gülümser. Belki de kimlerine göre sadece pis pis sırıtır. Kent iç içe geçmiş medeniyetlerin günümüze yansıyan sesi gibidir. Bugünse o medeniyetlere bir katkıyı da bizim iç göçler sağlamakta. Ve hatta son yıllarda artan hızda memleketin dört bir yanına istila etmiş mültecilerin akınına uğramış bir İstanbul topoğrafyası. 

Tarih değişimdir. 

Ve bugün tarihin o değişim coğrafyasında pedallarken Haliç’ten bahsedeceğim bugün. 

Tarih değişimdir, diye lütufkar bir ezgiyle başladım ya. İstanbul da zaman içinde değişimden payına düşenleri en lüks biçimde alır. Almıştır ve hâlâ almaktadır. Bugün Haliç eskiye oranla çokça temizlenmiş o berbat pis kokusunun yok edilmiş olması ki hakikaten bir tarihte çamur deryasından farksızdı, çevresindeki düşüncesiz işletmeler ve toplumsal bakış açısından bana yine eskiyi yaşatacağı gibisinden ürkütücü fikirler edinmeme yol açıyor. Aslında burası özellikle Roma döneminde billur gibi denizi olan ve yakamozun büyülü renkleriyle dikkat çeken bir yerdi. 

Büyük Plinus’un Haliç’ten söz ederken şu sözlerini yabana atmamak lazım: “Boynuz bereketi simgelediği için biz buraya ‘altın boynuz’ diyoruz. Deniz palamut kaynıyor, öyle ki onları elimizi uzattığımız zaman bile yakalıyoruz. 

Sanırım bu yüzden “İstanbul, Haliç’in yüzü suyu hürmetine İstanbul olmuştur,” deyişine inanmak icap eder. Haliç gibi doğal bir limana sahip olduğu için İstanbul’un bu kadar önemli bir şehir olarak addedilmesi bir rastlantı değildir. 

Yalan da değil. Haliç’in ağzından yaklaşık bugünkü Unkapanı köprüsüne kadar uzanan kısmı büyükçe ticaret limandı. Buradan ilerisi, Bizans zamanından beri gözde yaşama alanlarından biri olmuştu. Osmanlı döneminde şehrin Rum nüfusunun bir kısmı burada kalmış, onların ve tabii buraya yerleşen Türklerin yanı sıra İspanya’dan gelen Yahudilerin en çok burada yoğunlaştığı görülmüştü. Görece küçük bir Ermeni cemaatinin de var olduğunu not düşmekte fayda var. Ayrıca, daha ilerideki Lonca, başlıca yerleşik Çingene bölgelerinden biriydi. Böylece, Osmanlı mozaiğinin belli başlı öğeleri de bu dar alanda yan yana yaşadılar tarihler boyu. 

Diğer taraftan, Plinus’un anlattıklarını Roma dönemine ait sikkeler destekliyor. Roma paralarının üzerinde şehrin bir simgesi olarak palamut balıkları bulunuyor. Açıkçası Haliç’te balık çok olduğu için Romalılar parayla palamut almak yerine onları paraların üzerine koymuşlar. 

Bugün o bolluk içindeki palamutlardan eser kalmamışsa da Haliç’in doğal güzelliği insanı yine hayran bırakıyor kendisine. 

İşte bugünkü tur vesilesiyle, bisikletim señorita Pire🚲 ile birlikte bir İstanbul tarih ve kültür yolculuğunu daha başlatmak üzere, zaman zaman okul tatillerinde babaannemin yanına geldiğim çocukluğumun Mecidiyeköy’ünden yola çıkıyorum. Artık Haliç’i boydan boya keşfe çıkabilir, pedalları döndürerek Taksime oradan Galata Köprüsüne ve Unkapanı’na uzanan uzun yolu kat edebiliriz... 

Mecidiyeköy Yolu Caddesi üzerinde geniş bir alana yayılmış şişko Trump Towers AVM var. Başlangıç noktası olarak onu seçiyorum. Adından pek hoşlanmasam da sabahın erken saatlerinde önü fazla kalabalık olmadığından en uygun yer burası. Ancak az sayıda da olsa çevreden geçen alakadar gözlere takılmak beni rahatsız ediyor ve burada fazla oyalanmadan ana cadde üzerinden devam ediyorum. Az ileride küçük Antikacılar Parkı var. Bu parkın hemen karşısındaki Metrobüs köprüsünün altından geçince daha sakince bir cadde olan, Mezarlık Caddesi’nin orada son hazırlıklarımı yapıyorum. 

[📷 Mezarlık Caddesi, Mecidiyeköy, (Haziran 2018).] 

Mezarlık Caddesi, büyük duvarlar ardında çok geniş bir alanı kaplayan, Şişli Ermeni Mezarlığı, İtalyan Musevi Mezarlığı ve Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı’nın hemen yanı başındaki cadde. 

[📷 Mezarlık Caddesi, Mecidiyeköy, (Haziran 2018).] 

Yol bilgisayarımın üzerinde yer alan saat tam 07:30’u gösteriyor. Artık tura hazırım ve yola koyulabilirim. Mezarlık caddesi az sonra Abide-i Hürriyet Caddesi ile kavuşacak. Buradan Şişli’ye geçecek, Halaskargazi Caddesi’nden Taksim’e doğru devam edeceğim. 

[📷 Cumhuriyet Anıtı, Taksim Meydanı, (Haziran 2018).] 

Taksim Meydanı alışagelmişin dışında oldukça sakin bir görüntü çiziyor. Kenar kenar ilerleyişimi sürdürüyor, Tarlabaşı Bulvarı’na çıkıyorum. Artık buradan itibaren Kasımpaşa’ya kadar yokuş aşağı ineceğimden pedallar foraaaaa... Tarlabaşı ve Ömer Hayyam otobüs duraklarını arkamda bırakıyor, Haliç istikametine gitmek için Tepebaşı’ndan sağa kıvrılıyor, Kasımpaşa Stadyumu’nun yanı başında pedallıyorum. 

Bayır aşağı salmışım Pire🚲’yi, almışım rüzgârı arkama, insan daha ne ister ki? 

[📷 Haliç Tersanesi, Refik Saydam Cad., (Haziran 2018).] 

Eski Haliç Tersanesi’nin kapısına gelince nostaljik bir anı fotoğrafı çekilelim diyorum. 

[📷 Unkapanı (Atatürk) Köprüsü, (Haziran 2018).] 

Buradan, Atatürk Köprüsü’nün üstünden bir yolunu bulup karşıya atlayacak, Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin yanından Tersane Caddesi’ne gireceğim. Ardından Perşembe Pazarı’ndan ver elini Karaköy Galata Köprüsü. 

[📷 Galata Köprüsü, Karaköy, (Haziran 2018).] 

İşte bu gezimin ve daha sonra yapacağım Tarihi Yarımada gezilerimin esas başlangıç noktası burası: Galata Köprüsü... 

Birazdan şu karşıda görünen güzel kıyıya doğru pedallayacak ve pek keyifli bir gün yaşayacağımı tahayyül ettiğim zevk-i sefa Haliç gezimi sana ballandıra ballandıra anlatacağım. Uslamlama ya da imgeleme mantığı böylesine cimcime bir şey. 

Köprünün tenha kaldırımından yürüyerek ilerliyor, sabahın erken saatlerinde oltalarını Haliç’in derin sularına sallamış, balık tutan halkın arasına karışıyorum. Arada bir köprünün korkuluklarına dayanıyor, Altın Boynuz’u resmediyorum. Harika görünüyor. 

Aslında Haliç coğrafya literatüründe kullanılan bir terminoloji. Kökeni Arapça’dan geliyor. Bir rastlantı sonucu denize kavuşan bir akarsuyun varlığında, deniz o akarsuyun yatağını istila ediyorsa buna haliç deniliyor. Biz İstanbullular oldum bittim bu akarsuyu özelleştirmiş ve ona bu özel adı layık görmüşüz. 

Efsanevi bir söylentiye göre Miletoslu Hesiakos, buranın adının şehrin kurucusunun annesi olan Keras’tan geldiğini anlatırmış. Keras da boynuz anlamına geliyormuş. Bu yüzden olsa gerek Haliç’in özellikle ecnebi halk tarafından kullanılan diğer adı, Altın Boynuz efsaneleşmiş. 

Yunan tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon ise kuzeyden gelen dere yataklarının bir geyik boynuzunu andırdığına işaret ederek bu iç denize boynuz yakıştırması yapmış. (Boynuz, İskandinav menşei Ren geyiğininki olabilir mi, mesela?) 

İyi, güzel, boynuz bir yere kadar anlaşılabilir. Ya, altın da neyin nesi, o nereden çıkıvermiş? Efendim, o da Marmara denizinden Haliç’e kaçıp kurtulduğunu sanan dahi palamutların bolluğundan. Zira benim çocukluğumda bile öyle bir palamut bolluk bereketi vardı ki, fiyatı hem çok ucuz, hem lezzetli, hem de doyurucu. Bir deniz mahsulü olarak orta gelirli ve fakir halkın en kıymetli besiniydi desem, hiç de abartmış olmam yani. 

[📷 Zindan Han, Ragıp Gümüşpala Cad., Eminönü, (Nostalji Kolaj).] 

İlkin, kıyı boyuna göz atayım bari. Galata Köprüsü’nün Eminönü ayağından batıya doğru ilerlediğimde, birkaç eski bina görüyorum. Bunlardan ilki bu bölgedeki tek sur kalıntısı olan bir kuleye bitişik büyükçe bir han. Ragıp Gümüşpala Caddesi üzerindeki otobüs duraklarının yanında restore edilmiş taş bir bina bu. İsmi de tarihin yapraklarından geliyor: Zindan Han... 

[📷 Baba Cafer Kulesi, Zinadan Han, Eminönü, (Nostalji Kolaj).] 

Hanın arka tarafında kalan kule, Baba Cafer Kulesi adıyla biliniyor. 

Söylentiye göre bu Cafer, Harun-el Reşit’in Bizans imparatoruna gönderdiği elçiymiş. Diplomasi saygısı olmayan imparator onu bu kulede hapsetmiş ve Cafer burada ölmüş. Fetihten çok sonra mezarı kulenin ikinci katında bulunmuş. 

Mezarın verdiği kutsal havaya rağmen Osmanlılar da kuleyi uzun zaman bir hapishane olarak kullandılar. Malum, onlar diplomatları Yedikule’ye tıkıyorlardı. Dolayısıyla, burası bir zaman kadınlar hapishanesi, daha uzun zaman da borçlu tüccarların hapishanesi olarak kullanıldı. ‘Zavallı’ borçlular pencerelerden bağırıp yalvarır, arada bir hayırsever biri de borçlarını ödeyip içlerinden birini kurtarırmış. 

İnsan kuleyi görünce adeta şaşkınlığını gizleyemiyor. Alman edebiyatının önemli hikâye ve masal yazarlarından Grimm Kardeşlerin aynı adlı masalının ana kahramanı, Rapunzel’in Kulesi’ne ne kadar çok benziyor. (Fotoğrafta sol alt köşedeki.) Bu benzerlik haybeye değildir. Rivayet odur ki, buradaki mahkûmlar her ne kadar Rapunzel’dekiler gibi aşağıya saçlarını sarkıtmasa bile sepet sarkıtır, gelen geçenden yardım dilenirlermiş. 

Kulenin etrafını dönünce, alçak kapısıyla Baba Cafer’in yeşile boyalı türbesi gözden kaçmıyor. 

Bölge çok uzun bir zamandan beri hâlâ Zindankapı adıyla anılmaktadır. 

[📷 Ahi Çelebi Camisi, Ragıp Gümüşpala Cad., Eminönü, (Haziran 2018).] 

Az ileride küçük bir cami var: Ahi Çelebi Camisi... Yapılışı bir hayli eski tarihe, 16. yüzyılın başlarına kadar gitmekle birlikte, çok defa tamirden, bakım onarımdan geçtiği için mimari bakımdan fazla bir özellik taşımıyor artık. Ama ilginç olmasının başka bir nedeni var... 17. yüzyılın büyük gezgini sevimli abartmalarıyla ünlü Evliya Çelebi, seyyah olacağını rüyasında görür. Tesadüf bu ya, rüyasında, bu camidedir. Orada ibadetini yaparken, melekler, evliyalar belirir; az sonra Peygamber de görünür. Evliya’ya bir dileği olup olmadığını sorar. Heyecandan dili sürçen Evliya, “şefaat” diyeceğine, yanlışlıkla “Seyahat Ya Resulallah,” der. 

Tarihin en güzel lapsuslarından biri, tarihin en güzel seyahatnamelerinden birine vesile olur. (Değişen tarih yazgısı her yerde karşısına çıkabiliyor insanın.) 

(*) Lapsus: Filolojide lapsus, yazarken veya konuşurken yapılan istemsiz bir hatadır. Psikolojide unutkanlığa ve dikkatsizliğe bağlı dil sürçmesine deniyor. 

[📷 Ahi Çelebi Camisi, Ragıp Gümüşpala Cad., Eminönü, (Haziran 2018).] 

Ben de şimdi Evliya Çelebi’nin bu hoş cümlesini üzerime alınıp Unkapanı yönünde yoluma devam ediyorum. 

Caminin yanındaki yarı yıkık viran binanın çocuklar hapishanesi olduğu söyleniyor. 

Buradaki iki 19. yüzyıl hanının çatı katı da lokanta haline geldi. İçkiyi yasaklayan IV. Murat zamanında efsanevi bir ayyaş olan Bekri Mustafa’nın mezarının da burada olduğu iddia ediliyor. Bir keresinde tebdili kıyafetle gezen padişahı tanımamış, karşısında nutkunu bozmadan lıkır lıkır içmiş, sonunda Murat kim olduğunu beyan edince Bekri, “Buyurun, ağalar, cenaze merasimime,” demiş. Popüler deyimin buradan kaldığı dilden dile anlatılır. Diğer bir ifadeyle “Bekri” ayyaş demektir. 

Arkamda kalan camiye, Rapunzel’in (Cafer Baba) kulesine, Marmara Belediyeler Birliği binasına son bir bakış. 

[📷 Ragıp Gümüşpala Cad., Eminönü, (Haziran 2018).] 

Karşı sırada, Unkapanı’na kadar üç eski cami bulunuyor. Birincisi, Kantarcılar Mescidi, çok fazla bakım onarımdan geçtiği için eski şeklini kaybetmiş vaziyette. İkincisi Kazancılar ya da Üç Mihraplı adlarıyla biliniyor. Bunda da onarım var ama hiç değilse ana mekânı çok fazla değişime uğramamış. Üçüncüsünün de iki adı var: Sağrıcılar ya da Yavuz Ersinan. Her ne hikmetse bu üç cami de esnaf loncalarının adını taşıyor. Açık ki fetihten sonra kurulan yeni ekonominin insanları, yani loncalar, şehirde yerleşip ticarete başlamışlar ve kısa bir süre sonra önemli ruhani ihtiyacın gereğini yerine getirerek camilerini yaptırmışlar. 

Bir de Eminönü’ne daha yakın Rüstem Paşa Camisi var, onu da atlamayayım. 

Haliç Metro Köprüsü’nün yanından geçer geçmez Süleyman Subaşı Camisi’ne geliyorum. İstanbul’da 1950’li yıllarda estirilen imar ve iskân terörünün bir yansıması olarak Haliç kenarındaki yolu genişletme gerekçesiyle yıkılan cami, yakın zamanda aynı yere inşa edilip ibadete açıldı. Orijinalini 1570’lerde Koca Sinan inşa etmiş. 

Unkapanı Köprüsü’ne yakın, kıyıdaki 19. yüzyıl Hafız Ahmet Ağa Meydan Çeşmesi, tarihin değişimine ön ayak olan bir diğer sağcı, muhafazakâr iktidar partisi ANAP’ın şehir istimlak-yıkma meraklısı Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde hal kaldırıldığı zaman “meydana” çıkabildi; bunu da bir tarafa not edeyim istedim. 

1940 senesinin mimari eseri olan Unkapanı (bugünkü adıyla Atatürk) Köprüsü’nün altından geçiyor İstanbul’da en sevdiğim eski tarih ve sokak-yaşam kültürü kokan yerlerden biri olan Fener-Balat-Ayvansaray güzergâhında ilerleyişimi sürdürüyorum. 

[📷 Cibali, Özlem Parkı & Balat Parkı, (Haziran 2018).] 

İşte yaklaşık bir yıl sonra yeniden Cibali’deyim. Burada çok yönlü alternatifim var. İstersem ana caddeden, Abdülezel Paşa Caddesi, istersem köprünün hemen bitişiğindeki Balat Parkı’ndan şair Nedim’in adını taşıyan parka... Bir diğer seçenek de içerden, Üsküplü Caddesi’nden olabilir; ancak madem Haliç kıyısı bu turun esası, o zaman içerilere fazla dalmanın, lades tutuşmanın bir anlamı yok. 

Ne yazık ki sahil şeridinde bisikletli gezginlere özel inşa edilmiş bir bisiklet yolu bulunmuyor. Ama trafikten kaçıp sakinlik arandığında en iyi alternatif orası, yani kıyı bandı. Zaten öyle çok fazla yaya da bulunmuyor. Olanlara da dikkat edilirse sorunsuz bir Haliç turu gerçekleştirilir, değil mi ama? 

[📷 Cibali Kapısı, Abdülezel Paşa Cad., (Haziran 2018).] 

Ancak dümeni henüz parkın içine doğru kırmadan önce Has Üniversitesi’nin yakın zamanda mülk edindiği tütün fabrikasının az ilerisinde, Bizans’ın Haliç surlarından ayakta kalan tek kapısı olan Cibali Kapısı’na geliyorum. 

[📷 Cibali Kapısı, Abdülezel Paşa Cad., (Haziran 2018).] 

Kapının üstünde fetih olayını anlatan eski yazıyla bir kitabe var. Ama bu 1453’te değil, 1953’te “İstanbul fetih Cemiyeti” tarafından konmuş bir kitabe ve bir efsaneyi tarihi bir olgu kisvesinde anlatıyor. Bu da tuhaf bir durum ama eski Türkçe olduğu için kimse anlamıyor. Bu yüzden olsa gerek bu defa yakın tarihlerde kocaman altın harflerle bu kez Türkçesini çakmışlar yan duvarına. 

Kapının yanında, Fatih’in sekbanbaşısı Abdülkadir Dede’nin mezarı var. 

[📷 Balat & Şair Nedim Parkları, (Haziran 2018).] 

İşte şimdi konforlu bir oksijen depolamak için parka geçebilir, maviyle yeşilin bir arada hayat sürdüğü Balat sahilinde kıyı kıyı pedallayabilirim. 

[📷 Kadın Eserleri Kütüphanesi, Mürsel Paşa Cad., Fener, (Haziran 2018).] 

Yaklaşık 1 km sonra; Abdülezel Paşa Caddesi’ni Ayvansaray Caddesi ile Mürsel Paşa Caddesi’ne bağlayan kavşakta, trafiğin gidiş ve geliş yönünü birbirinden uzak ikiye yol arasındaki noktada kalan ve adı Akşemsettin Parkı olan adacıkta birçok özel yapı bulunuyor. Bu aristokratik Fener konaklarından ilki Kadın Eserleri Kütüphanesi’dir. İçi de gezilebiliyor. 

[📷 Camhane Sanat Merkezi, Mürsel Paşa Cad., Fener, (Haziran 2018).] 

Aslında Fener-Balat-Ayvansaray başlı başına bir tarih ve kültür hazinesi. Mahallelerin içinde dışında, daracık ve kimi yerde dik yokuşlu sokaklarında, o kadar çok yapı var ki adından söz ettirebilecek. Ama bugün sadece yolumun üstündeki bazılarından bahsedeceğim. 

Kütüphanenin hemen bitişiğinde yer alan Camhane Sanat Merkezi bunlardan bir diğeri. Kurucusu Yasemin Aslan Bakiri. 

(*) Bulgar Kilisesi tarafında bulunan yapı, alt katı beşik tonozlu, üst katı aynalı tonozlu iki kattan oluşuyor. Tipik Fener evlerinin mimari özelliklerini bu yapı üzerinde görmek mümkün. Bir sıra küfeki taşı, iki sıra tuğladan oluşan bu binanın tarihte Oflak Boğdan beylerinin mekânı olarak da kullanıldığı söylenmekte. Restorasyonu yapılmadan önceki binanın durumu bugünkü durumundan tamamıyla farklı bir haldeydi. Binanın çoğu yeraltında kalmış, büyük bir bölümü de sıvayla kaplanmıştı. Bu da binanın özgün yapısının yok olmasına sebep olmuştu. Dönemin İBB Başkanı Kadir Topbaş, mimariye duyarlı bir yaklaşım göstererek tarihi alanların yok olup gitmesinin önüne geçmek amacıyla bu binanın restorasyon çalışmalarını başlattı. Geçmişte değişik dönemlerde Fener ve Balat çevresinde birçok cam sanat atölyelerinin mevcut olduğu biliniyor. Bu mirası devam ettirmek amacıyla İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ile birlikte söz konusu bu binanın restorasyonu yapıldı... Geçmişteki cam sanatı, cam sanat merkezi (CAMHANE) ile bir sosyal dönüşüm projesi olarak yeniden canlandırıldı. Bu sayede bölgede çok az sayıda bulunan bu tarzdaki binalardan biri çöküntü alanı olmaktan kurtarıldı. Bina yeniden hayat buldu. Restorasyon çalışmaları ile kaybolmak üzere olan bu bina, bu konumdan kurtarılarak ihtişamlı cam sanat (CAMHANE) merkezine dönüştürüldü. Cam ve camdan mamul seramik ve seramikten mamul metal ve metalden mamul sanat eserlerinin yapımı dekorasyonu sergilenmesi galeri olarak bu eserlerin teşhir edilmesi alımı satımı ihracatı ithalatı dâhili ticareti ile bu konularda eğitim ve faaliyetleri ile iştigal etmek için kuruldu. İstanbul’un en eski semtlerinde Balat’ta tarihi bir binanın restore edilmesiyle 2005 yılında kurulmuş bir modern cam sanat merkezidir. (Kaynak: Sergiler Dünyası) 

[📷 Mürsel Paşa Cad., Balat, (Haziran 2018).] 

Camhane’yi geride bırakıp yeniden ana caddeye çıkıyorum. Biraz da asfalt yolda süreyim diyorum. Zaten fazla uzaklaşmadan mini adacığın etrafında turluyorum. İstikametim Bulgar Kilisesi... 

[📷 Bulgar Kilisesi, Mürsel Paşa Cad., Balat, (Haziran 2018).] 

Misal bu adacık üzerinde yer alan en ilginç bina hiç tartışmasız Bulgar Sveti Stefan Kilisesi’dir. 

[📷 Bulgar Kilisesi, Mürsel Paşa Cad., Balat, (Haziran 2018).] 

Kilise, Neo-Gotik üslupta, çok yakın bir zamanda restorasyondan geçti. Ben 2017’de ilk İstanbul turlarıma başlarken burası tam bir inşaat sahasıydı ve yenileme çalışmaları son hızla ilerliyordu. Yine ortaya muazzam bir eser çıkmış. 

[📷 Bulgar Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Girişte, kilisenin yapımını Viyana’ya bağlayan küçük bir plaket vardır. Yapının bütün olağanüstülüğünün anahtarı da bu plakettedir. Kilise çoğu dökme olmak üzere demirdendir! 1893’te içi ve dışı, her şeyi Viyana’da bir fabrikada dökülüp önce Tuna, sonra Karadeniz'den taşınarak getirilmiş ve burada monte edilmiştir. İçerideki mermer görünüşlü sütunlar bile demirden yapılmadır. Kilise gerçekten çok orijinal. Mermer görüntülü sütunlar bile demirden yapılma... 

[📷 Bulgar Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Bahçedeki metropolit mezarlarını süsleyen heykeller Bulgaristan’daki Türk azınlığa baskı yapıldığı sıralarda bilinmeyen kişilerce kırıldığı için şimdi içeri alınmış durumda. 

Kuşkusuz insanın aklına “Neden o kadar zahmete girip, ta Viyana’lara gitmişler ki?” sorusu geliyor. Bu tuhaflığı açıklayan bir efsanesi var elbet. Osmanlı padişahı Bulgarların bu kiliseyi yapmasını pek istemiyormuş. Israr karşısında, masal hükümdarları gibi işi zora koşarak, “Bir şartla, kiliseyi bir ay içinde yaparsanız, izin veriyorum,” demiş. Onun için de Bulgarlar dökme demiri tercih etmiş ve bir ayda kiliseyi monte etmişler. 

Çoğu masal gibi bu da tarihi gerçekliği kendine göre yansıtıyor. Zamanın Osmanlı padişahı Abdülaziz ve sadrazamı Ali Paşa gerçekten de kiliseye izin vermek istememişlerdi. 1800’lerin sonunda milliyetçilik gemi azıya almış her yerde şirretçe yayılıyor, her şeyi etkiliyordu. Milletleşme yolundaki Bulgarlar, Ortodoks oldukları halde, Fener’deki Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı kalmak istemiyor, bağımsız ve milli Bulgar Ortodoks Kilisesi istiyorlardı. Bu da Osmanlıların fazla işine gelmiyordu. Fener’le geleneksel karşılıklı bağları, anlaşmaları vardı; ama bunun ötesinde, Bulgar milliyetçiliğinin gelişmesi durumunda, bu tepkilerin yalnız Fener’in dini otoritesine karşı çıkışla kalmayacağını, Osmanlı politik otoritesinin de sarsılacağını seziyorlardı. Ama çok fazla dayanamadılar ve izni verdiler. 

Bulgar Eksarhlığı 1860’da kurulur ve bu durum Fener Patrikhanesi’nin hiç hoşuna gitmez. Zaten Fener, Bulgar Kilisesi’nin özerk olmasını ancak 1945’te onaylamıştır. 

[📷 Bulgar Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Bulgarların kiliselerini yapmayı seçtikleri yer de ilginçtir; Patrikhanene’nin birkaç yüz metre yakınında. 

Peki, niye demir döküm? 

Kilisenin 1880’lerde yapıldığı tarihlerde inşaatta demir kullanımı çağın mimarisinin yeni modasıdır. Çok geçmeden Eiffel de yapılır. Bizlere bir şeyler ima etmek istiyor sanki. Herhalde sorun, bir “güçlülük” ve “modernleşme” sorunudur. Gene de, demir gotik ilginç bir çözüm! 

[📷 Bulgar Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Aslında Stefan Bogoridi’nin bağışladığı bu arsada daha önce başka bir kilise yapıldığı ve sonradan onun yerine bunun inşa edildiği anlaşılıyor. 

Waagner firmasında parçaları hazırlanan kilise demir olduğu için elbette ağır çekecektir. Bunu deniz kenarında kurmak için temellerde ciddi mühendislik gerekti. Ayrıca, nemden ve rüzgârdan etkilenerek paslanan kiliseyi sürekli korumak da ciddi bir iş. 

Bir tevatüre göre, inşaat için kendilerine bir ay süre tanındığından, Bulgar cemaati “İhtiyaç icadın anasıdır” diyerek böyle hızlı bir formül buluyor. İstanbul Ansiklopedisi, montajın bir ay değil, bir buçuk yıl sürdüğünü yazıyor. Bu durumda efsane biraz kabuklu yara alıp vicdan karartıyor, ama fark etmez... 

[📷 Bulgar Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Kilisenin karşısında Eksarhlık binası var. O tarihlerde İstanbul’da yaşayan Bulgarların sayısı çok daha fazladır. (Bulgar halkı İstanbul’a “Tzarıgrad” derdi); bugün bu cemaat, çoğu da Makedon olmak üzere, iki bin kişi kadar kaldı. Çeşitli semtlerdeki belli başlı şarküterilerde onların varlığı görülür. 

Okmeydanı’ndaki hastanelerini yakın zamanlarda muhafazakâr dinci-gerici ‘Türkiye’ gazetesine sattılar. 

[📷 Ionnes Prodromas Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Bulgar Kilisesi’ni geçip Haliç’in içine doğru devam edince birkaç yüz metre sonra küçük bir Ortodoks kilisesine geliyorum. Daha sonra, farklı zamanlarda farklı üsluplarla eklemlendiği bir yapı olduğu imajını veriyor. Hafiften bir tiyatro dekoru havasında restore edilmiş Ioannes Prodromas Kilisesi bu. Ya da diğer adıyla Tur-i Sina Manastırı... 

Bir aralar oldukça harap olan bu Ayios İoannis Kilisesi'nin eskiden de çok ilginç bir yapı olmadığı anlaşılıyor. Ama kilisenin önündeki küçük avluda duran, eğilmiş tahta çan kulesi, perişanlığıyla pitoresk bir tablo gibiydi. 

Asıl ilginç olan, kiliseyi ana caddeden ayıran binalar. Bu kompleks bir Metohion’dur; Tur-i Sina’daki Aya Katerina Manastırı’nın İstanbul’daki bir koludur. Metohion arkimandritinin konutu olarak yapılmış bu bina, İstanbul’un en eski konutlarından biridir ve yapılışı 17. yüzyıl sonlarına uzanır. Yakın dönemde anlaşılmaz nedenlerle özel mülk haline geldikten sonra, çok uzun süreler çeşitli süfli amaçlarla kullanılmış ve perişan olmuş, bu arada duvarlarındaki süsler de kaybolmuştur. Restorasyon sonrası hali en azından eskisine göre daha iyi durumda denilebilir. 

[📷 Panayia Balinu Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Balat’tan Ayvansaray’a doğru biraz da iç kısımlardan gideyim diyorum. İşte içten içe gitmenin bir başka güzelliği de burada. Hemen karşına bir sürpriz çıkabiliyor. 

Bu kez sürprizin adı: Panayia Balinu Kilisesi... 

[📷 Demetrios Kanabu Rum Ortodoks Kilisesi, Balat, (Haziran 2018).] 

Bir diğer sürpriz de Kırkambar Sokak içinde Demetrios Kanabu Rum Ortodoks Kilisesi... Bu kilisenin (ismi Aya Dimitri diye de geçiyor) sırtı caddeye bakıyor ve bir çiçek bahçesi içinde. 1597-1601 arasında Patrikhane Kilisesi olmuş. Bugünkü mütevazı halinde bunu hatırlatacak bir şey pek bulunmuyor. 

Kilisenin yanında, gene kullanılmayan bir Rum okulu var. 

[📷 Eski Galata Köprüsü, Balat, (Nostalji Kolaj).] 

Ve yavaş yavaş Haliç Köprüsü’ne yaklaşıyorum derken, amanın o da nesi? Kenarda eski bir dostla göz göze geliyor gibi oluyorum. Tarihi Galata Köprüsü’nün sırra kadem basan ruhu değil mi o?! Ta kendisi!!! (Gözlerim buğulanıyor.) 

Bir ara Haliç’in bu noktadaki önemli tarihsel değişikliği, emektar Galata Köprüsü’nün eski yerinden oynatılıp buraya monte edilmesi ve böylece iki eski Yahudi semtini, Balat’la Hasköy’ü birleştiriyor olmasıydı. Emeklilerin yeni iş bulup çalışması gibi Galata Köprüsü de işi büsbütün bırakamamıştı. Ancak varlığı düşünüldüğü gibi uzun sürmedi. Oysa iki kıyı arasında yürüyenler için pek de eğlenceli olduğu söyleniyordu. 

Uzun bir süredir bir parçası burada, diğer parçası karşı kıyıda, Hasköy’de. Birbirine kavuşamayan Kız Kulesi’nin iki sevgilisi gibi. Şimdi ruhu önünde saygıyla eğilip, Âşık Veysel’i anmadan geçmek olmaz: “Sevdiğine kavuşamazsın, aşk olur. 

[📷 Or-Ahayim / Balat Hastanesi, (Haziran 2018).] 

Deniz kenarındaki caddede İpsilanti ailesinin kabartmalarla süslü, beyaz badanalı evi, ayrıca burada deniz tarafında Or-Ahayim/Balat Hastanesi’nin güzel binası duruyor. İbranice ‘Hayat Işığı’ anlamına gelen Or-Ahayim, 1898’den beri derdine derman arayan her çeşit insana kapılarını açmış. 

[📷 Ayvansaray, (Nostalji Kolaj).] 

Yol boyunca çok sayıda ziyaret yerini işaret eden kahverengi yönlendirme levhaları kondurulmuş yol kenarlarına, ya da göbekli göbeksiz kavşaklara. 

Ayvansaray, Haliç boyunca dizilmiş semtlerin arasında en yoksuluydu, diye düşünmek mümkün. Nüfusu, Türkler ağırlıkta olmak üzere, karışıktı. İstanbul’da yerleşik Çingenelerin oturduğu birkaç semtten biriydi, ama şimdi böyle bir özelliği kalmadı. Haliç kıyısındaki mezbelelikler 1980’lerde ortadan kaldırılıncaya kadar Ayvansaray’da birçok küçük tersane vardı. Bugün bile bunlardan birkaçı duruyor ve ara sokaklarda yürürken karşıma bir tekne çıkabiliyor. 

[📷 Blaherna Ayazması, Ayvansaray, (Haziran 2018).] 

Ayvansaray’da ana caddeden pedallarken eski kapının bulunduğu yer kendini belli ediyor. Kuyu Sokağı’ndan içeri girdiğimde, karşıma Blaherna Ayazması (Vlaherna Meryem Ana Kilisesi) çıkıyor. 

Burası, Bizans zamanında, Blaherna Sarayı’nın ayazmasıdır ve saray alanından çıkmadan buraya gelinebiliyormuş. Ayazmanın üstünde İmparatoriçe Pulheria bir kilise yaptırmış. Birkaç yıl sonra Kudüs’ten gelen iki Bizanslının Meryem Ana’ya ait elbiseler olduğu iddiasıyla yanlarında getirdikleri giysiler bu kilisede saklanmaya başlanmış ve böylece kilisenin önemi artmış. 

[📷 Blaherna Ayazması, Ayvansaray, (Haziran 2018).] 

Fetihten yirmi yıl kadar önce bu kilise, içinde Meryem’in elbiseleriyle, yanıp yok olunca, şimdi burada 1900’lerde yapılmış küçük, şirin bir kilisenin varlığını görebiliyor insan. Ayazma da kilisenin içinde. 

Geniş ve bakımlı bir bahçede yer alan ayazma yalnız Hıristiyanların değil birçok Türk’ün de şifa bulmak için ziyaret ettiği bir yer. 

[📷 Ayvansaray Sahili, (Haziran 2018).] 

Yeniden sahile iniyorum... Termostaki çayımı yudumlayıp yanında yulaflı bisküvimi kemirirken, Ayvansaray Köprüsü’nü çekiyorum. 

[📷 Ayvansaray Caddesi, (Haziran 2018).] 

Mola sonrası usul usul Ayvansaray Caddesi’ne çıkıyor, Eyüp yönüne doğru hareket ediyorum... 

Binaların arasına sıkışmış yol kenarındaki surlar (kalan parçalar bunlar) ne kadar çarpıcı... 

[📷 Muhammed El Ensari Türbesi, Ayvansaray, (Nostalji Kolaj).] 

Ayvansaray Caddesi’nde, yolun karşı kısmında Muhammed El Ensari Türbesi var. 

(*) Medineli olup Eyüp Sultan’ın arkadaşı olduğu ve 2. kuşatmada Eyüp Sultan ile gelen orduda bulunup burada şehit olan sahabelerden olduğu rivayet edilmektedir. Kabrinin bulunduğu yere Babul Ensari veya Parmakkapı da denilmektedir. Anadolu’dan İstanbul’a fethe gelen mücahitler buraya Ensar dede derlermiş. Türbe çeşitli tamirler görmüş olup, son olarak Sultan II. Mahmut tarafından genişletilerek 1835 yılında yeniden inşa edilmiştir. Türbe’nin giriş kapısı üzerinde II. Mahmut’un tuğrası vardır. (Kaynak: Evliyalar.net) 

[📷 Surlar, (Haziran 2018).] 

Yine yol kenarındaki surları takip ediyorum... 

Ayvansaray’ın iç kısımlarına geçip, Edirnekapı’ya doğru çıktıkça surlar daha da belirginleşiyor. Kara Surları’nın Haliç Surları ile birleştiğine tanıklık etmek ayrı bir heyecan. Ancak surların bu alanı da son restorasyonlardan payını almış olduğundan buraya da bir oyuncak kale havası gelmiş. Mahallenin eski ahşap evleri bu yeni duvarlarla tam bir kontrast yaratıyor. Ayvansaray’ın bu bölgesindeki ahşap evlerde, aslında çok da büyük sayılmayacak bir restorasyon, bu güzel küçük bölgeyi yok olmaktan kurtaracak ve şehir için bir kazanç olacaktır. Bu evlerin arasından geçerek eski mahalle havasını soluyabiliyor insan. 

Kıvrılarak yukarı çıkan trafiği epeyce işlek duble cadde (bölünmüş yol / double carriageway) Edirnekapı’ya gidiyor... 

[📷 Hacı Hüsrev Camisi, Ayvansaray, (Haziran 2018).] 

Yine yolun karşı kısmında Hacı Hüsrev Camisi var. Ancak yanına kadar gitmeden yoluma devam etmek niyetindeyim. 

[📷 Ayvansaray (Haliç) Köprüsü, (Haziran 2018).] 

Artık ufaktan ufaktan Eyüp sınırlarına dâhil olmaya başlayabilirim. 

Ayvansaray’ı Eyüp’e sımsıkı bağlayan Ayvansaray Caddesi, Haliç Köprüsü’nün altında değişerek şimdi Yâ-Vedût Caddesi adını alıyor. 

[📷 Eskiden Haliç, (Nostalji Kolaj).]

Bu yüzyılın ortalarına kadar Eyüp, İstanbul şehrinde, bir Avrupalı’nın “Egzotik Şark” kavramına en uygun düşecek semtti. Çünkü Eyüp öncelikle dini bakımdan nispeten önemli bir yerdi. Ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu Türk olmakla birlikte, sayılarının çokluğu bakımından İslam dünyasının en kalabalık “dini ziyaret” yerlerinden biri olan Eyüp Sultan Camisi’nin bunda büyük bir payı vardı, hâlâ da var. 

Ayrıca Eyüp, türbeleri ve mezarlıklarıyla da ünlüdür. Mezarlıklar dünyanın her yerinde, bulundukları bölgeye bir “öteki dünya” atmosferi kazandırır. 

Ne var ki, plansız ve öngörüsüz girişilen sanayileşme, 19. yüzyıl sonlarından başlayarak, Haliç’i mahvetti. “Altın Boynuz”u ağır kokulu ve çirkin renkli bir su parçası haline getirdi. Bir zamanlar çokça balık tutulan bu girintide canlı kalmadı. Bunun yanı sıra, tepelere yayılan çirkin gecekondu binaları Haliç’in bu taraflarının mistik şiirselliğini hemen hemen tamamen ortadan kaldırdı. 

Ayvansaray Köprüsü’ne gelince... 

Haliç’teki üç köprünün sonuncusu, Boğaziçi’ndeki ilk köprüyle aynı zamanda, güney ayağı Ayvansaray – Eyüp arasına gelecek şekilde yapılmıştır. Büyük şehirlerin coğrafyaları bu gibi ulaşım kanallarını uzun yıllar boyunca belirleyebiliyor. Geçen yüzyıl ortasında burada gene bir köprü yapılmıştı. Galata gibi dubalar üstünde duran ahşap bir köprüydü bu da. Bir Ermeni zengini tarafından yaptırılan köprünün ancak on yıllık, belki de daha az (1853-1863) ömrü olabildi. 

Günümüzde onu hatırlayan yok gibi, ama örneğin İstanbul’un en eski fotoğraflarını çeken James Robertson’ın fotoğraflarında Ayvansaray – Halıcıoğlu Köprüsü görülebiliyor (ve bu sırada Unkapanı'nda köprü yok). 

[📷 Pertevniyal Valide Sultan Çeşmesi, Haliç Köprüsü, (Haziran 2018).] 

Yâ-Vedût Caddesi üzerinde, Ayvansaray Köprüsü’nün altında bir çeşmeye rastlıyorum. Pertevniyal Valide Sultan Çeşmesi bu... 

Hemen yanında Çamur İskelesi Sokağı bulunuyordu. Haliç Köprüsü'nün yapımı sırasında, sökülmüş ve geriye alınarak, köprü ayağının yanına yeniden monte edilmiş. Bu sırada yanındaki ulu çınar ağacı da sökülmüş. Etrafında bulunan sokağın hepsi 1974 tarihinden evvel istimlak edilmiş. 

(*) Çeşme Türk barok mimarisinin güzel bir örneğidir. Cephesi mermer kaplı ve büyük haznelidir. Ayna taşı kabartma motifli ve iki tarafı oluklu sütunlarla şekillendirilmiştir. Sütunlar üzerinde iyonik başlıklar görülmektedir. Zarif bir vazo kaidesine geçirilmiş olan musluğunun üzerinde ve kemerinin altında, ayrı bir görünüş veren daire biçimindeki bombeli kabartmanın içine 1856 tarihli bir hadis-i şerif yazılmıştır. Sütunların üzerinde ve çeşmenin alnında beş satır halinde hazırlanmış bir kitabe yer almaktadır. (Kaynak: Eyüp Belediyesi) 

[📷 Ya Vedud Camisi, Ya-Vedüd Cad., Defterdar, (Nostalji Kolaj).] 

Ayvansaray Köprüsü’nün Voltran’a benzeyen ayaklarının dibinde Ya Vedud Camisi yer alıyor. 

Bu haliyle oldukça yeni sayılır. Ama Abdülvedud hikâyesi ilginçtir. Bir söylentiye göre Buhara’dan müritleriyle gelip İstanbul kuşatmasına katılmış bir ermiştir; tam karşıt söylentiye göre de, İstanbul içinde bulunup kuşatmanın 53 gün sürmesine sebep olmuştur. Reşat Ekrem Koçu, akla yakın bir yorum yaparak, bu hikâyenin, şehrin direncini bir Müslüman ermişle açıklama gayretinden kaynaklanabileceğini söylüyor. Bu hikâyeye göre fetihten sonra, Ayasofya’da, Terlerdirek yanında nur yüzlü bir cesedin yattığı görülür. Ak ve Kara Şemseddin’ler ve herkes başına toplanır. Adının Yavedud şeklinde yazılı olduğunu görürler. Gasletmeye kalkarlar ki, “Merhum meşguldür, hemen defnedin,” diyen bir seda işitilir. Tabuta koyup bir kayığa bindirirler. Kayık yelkensiz ve küreksiz harekete geçtiği gibi soluğu Eyüp yakınlarında alır. Bununla da bitmez: bu cevval ermişin tabutu karaya yanaşan kayıktan kendi kendine hopladığı gibi orada yeni kazılmış bir mezarın içine girip yatar. Böylece Yavedud ya da Abdülvedud kendi işini kendi görür, cemaate yalnız toprak atmak kalır. 

[📷 Ya Vedud Sultan Türbesi, Defterdar, (Nostalji Kolaj).] 

Biraz içeride olan bu türbe, zamanla harap hale gelince, Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan şimdiki türbeyi yaptırmıştır. 

[📷 Defterdar Camisi, Defterdar, (Nostalji Kolaj).] 

Haliç Köprüsü’nün yanından geçtikten sonra, asıl Eyüp'e varmadan önce, kıyıda Defterdar denilen semte geliyorum. Sol tarafta Defterdar Camisi, sağ tarafta Feshane-i Amire bulunuyor. Caminin üstündeki levhada “Nazlı Defterdar Mahmut Efendi Camii” yazıyor. 1540 tarihli mütevazı Sinan eserinin en özgün yanı Mahmut Çelebi tarafından minare külahının üstüne pirinçten koydurduğu hokka ve divit figürüdür. 

Defterdar” adı, Kanuni Süleyman devri defterdarlarından olan bu şahsın, Nazlı Mahmut Çelebi’nin, burada yaptırdığı camiden kalmış olduğu hemen anlaşılıyor. Sinan’ın olduğu bilinen cami 18. yüzyılda yanıp yeniden yapıldığı için tarihi bakımdan ilginç bir yanı kalmamış. 

Caminin bitişiğinde Mahmut Çelebi’nin açık türbesi bulunuyor. 

[📷 Defterdar - Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Eski fotoğraflarda, bu kıyının, başlayan sanayileşmeye rağmen güzel yalılar ve saraylarla dolu olduğunu görebiliyorum. Bunlar zamanla yanmış ve 20. yüzyıla Defterdar – Eyüp eski şanını büyük ölçüde kaybederek girmiş vaziyette. 

1980’lere gelindiğinde ANAP’ın İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan da, benim kişisel kanıma göre, Haliç boyunca uzanan sınai yapıları kaldırmakta biraz fazla azimli davrandı. Bu bölgede sanayinin durdurulması, pek çok pisliğin kaldırılması gerçekten gerekiyordu ve fakat gelgelelim bir çirkinlik bile, insanların mekânı nasıl kullandıklarını gösteren tarihi etnografık bir kanıttır; yerine yalnızca ot dikip park yapmak, fazla hayal gücü içermeyen bir çözümdür. 

[📷 Defterdar - Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Eski Haliç’teki fabrikalardan bazıları korunarak burası Türk sanayileşme tarihinin açık hava müzesi haline getirilebilirdi. Bazı uygun binalar da ufak tefek rötuşlarla Londra'da, Camden Town ve Chalk Farm’dakiler gibi kültürel kurumlara, tiyatrolara vb. dönüştürülebilirdi. 

Nitekim, Dalan yıkımın sonuna doğru yerinde bir kararla eski Feshane binasını ve birkaç bacayı ayakta bıraktı. Şimdi buraya kısaca bir göz atmanın vakti. 

[📷 Molla Lütfi Türbesi, Eyüp, (Haziran 2018).] 

Feshane’nin karşı çaprazında, gidiş yönüme göre yolun sol tarafında, kaldırımın üstünde yer alan türbe Ömer Lütfi’ye ait. 

[📷 Feshane, Defterdar, (Nostalji Kolaj).] 

Yolun sağ tarafındaki Feshane, Osmanlı Türk tarihinin ilk radikal Batılılaşmacısı Sultan II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı yıl, 1826’da kurdurulur. Tesis, yeni ordunun askerleri için fes üretiyordu. 

Feshane-i Amire en eski Osmanlı sanayi kuruluşlarından biriydi. Batılılaşma, Osmanlı Türk tarihinde, dış görünüşe, anlaşılması bazen güçleşen bir önem kazandırmıştır. II. Mahmut, muhtemelen Mora’da ortaya çıkan, ama Magrib ülkelerinde de kullanılan fesi Türkiye’ye getirtti (imal edecek Tunuslu ustalarla birlikte). O çağda yeni olan fesin kullanılması tepki görmüş, onu bir Rum başlığı olarak gören halkın bunu giymeye alışması zaman gerektirmişti. Yaklaşık yüz yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk fesi yasaklayıp halkın şapka giymesini istediği zaman da aynı tepkiler bir kere daha yaşandı. Bu sefer de fesin Türk milletinin simgesi olduğu söylendi. 

Zamanla iyice genişleyen fabrika Cumhuriyetin kuruluşundan sonra tabii fes değil, başka dokuma ürünleri üretti. 1939’dan 1986’ya kadar Sümerbank’a ait olan binanın yarı yıkık parçası bir kültür merkezi olmak üzere restore edilerek şimdilerde çeşitli etkinliklere, kent tanıtım günlerine ev sahipliği yapıyor. 

Defterdar’da bu fabrika devlet yatırımının, Cibali’de tütün fabrikası ise yabancı sermayenin Haliç boyunda iki ciddi örneğini gösteriyor. 

Feshane, özellikle Ramazan aylarında ve bayramlarda hareketli oluyor. 

[📷 Cezeri Kasım Paşa Camisi, (Nostalji Kolaj).] 

Yıkımlardan sonra epey tenhalaşan kıyı boyunca biraz daha ilerleyince bir diğer camiye geliyorum. 

Feshane’nin karşısındaki Cezr-i Kasım Camisi, 1515 tarihli. 

Kasım Paşa da defterdarlık, sonra vezirlik yapmıştı. (Banisi aynı olan ve aynı ismi taşıyan diğer cami ise Tarihi Yarımada’da Sultan II. Mahmut’un türbesinin yanından geçen Bâb-ı Âli Caddesi’nde bulunuyor.) Bu cami oldukça eski, 1515’ten, ama içindeki çiniler 18. Yüzyıl başlarında Tekfur Sarayı’nda yapılmış. Bunlardan bir pano Kabe’yi resmetmektedir ve 1726 tarihi ile birlikte yapanın imzasını (İznikli Osman oğlu Mehmet) taşımaktadır. 

[📷 Eyüp Belediyesi Tarihi Bina, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Cezeri Kasım Camisi’nin yanında Eyüp Belediyesi’nin Feshane’nin bir parçası olan tarihi binası var. 

[📷 Kızıl Mescit Camisi, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Biraz ileride iki küçük, biri büyük, üç cami daha var. Küçüklerden Kızıl Mescit Camisi, 1581'den, Silahi Mehmet Efendi’ninki ise aşağı yukarı bir yüzyıl sonrasından kalma. Camiler sade ve iddiasız, yalnız ikincinin minaresi İstanbul'da bildiğimiz cami minarelerinden çok farklı: altıgen ve şerefesiz. 

[📷 Zal Mahmut Paşa Külliyesi, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

İşte bu camilerin en büyüğü, sıra sıra taş ve tuğladan inşa edilmiş Zal Mahmut Paşa Camisi... Kanuni’nin vezirlerinden Zal Mahmut Paşa, çok sevildiği iddia edilen Şehzade Mustafa’nın katlinde dahli olduğu için, caminin uzun süre cemaatsiz kaldığı rivayet edilir. 

Sinan’ın eseri olan cami, bir külliyenin içinde, dikdörtgen ve bir hayli yüksek bir binaya sahip. Kasnak ve kubbenin bu iri kıyım dikdörtgene oturuş biçiminde Sinan’ın her zamanki estetiği, daha doğrusu zarafeti eksik kalmış gibi. Gene de, Zal Mahmut Paşa Külliyesi ilginç ve görülmeye değer bir yapı. 

Sinan’ın (ve daha sonra başka mimarların) özellikle engebeli arazide yaptıkları ve külliye karakteri taşıyan binalarda görülen o çok sevimli, cana yakın asimetri burada da var. 

Caminin üç yanı da galerili. Yüksek olduğu için, dört sıra penceresi var. Bunlar, iç mekânın bir hayli aydınlık olmasını sağlıyor. İçindeki oymalı mermer minber, mihrabın çini bordürü orijinal taşlardan. Son cemaat yerinde, ortada tekne tonoz, iki yanında ikişer kubbe yer alıyor. Ortası şadırvanlı olan bu avlu aynı zamanda medrese olarak düşünülmüş. Buradan, kuzey tarafındaki merdivenle alt medreseye (L-biçiminde) ve paşa ile karısı, II. Selim’in kızı Şah Sultan’ın türbesine iniliyor. 

Az önce belirttiğim gibi; Zal Mahmut’un Osmanlı tarihindeki yeri pek sevimli değildir. Kanuni Süleyman, Hürrem’in zorlamasıyla, en büyük oğlu Mustafa’yı öldürtmeye karar vermiş, pusuya düşen Mustafa cellatlarına direnmiş, bu arada arkadan saldıran Zal Mahmut şehzadenin direncini kırmıştı. Bu pis işin ödülü olarak paşalığa yükseldi. Mustafa’nın ölümü, saltanat yolunu II. Selim’e açmış oldu. Onun Selim’in kızıyla evlendirilmesi de bunun ödülü olmalı. 

[📷 Selahi Mehmet Efendi Camisi, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Bu görkemli caminin hemen arkasındaki mütevazı Selahi Mehmet Camisi, şerefeden bibehre, altıgen minaresiyle bir zarafet abidesidir. 

[📷 Türbeler diyarı Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Silahi Mehmet efendi Camisi’nden az sonra Nakkaş Hüseyin Paşa Türbesi, sonra da Kızıl Mescit’in yanından geçerek yola devam ettiğimde artık asıl Eyüp’e ve ona farklı atmosferini veren türbelere geliyorum. Az ileride, medrese, tekke ve türbeden oluşan, haziresi de olan Cafer Paşa Külliyesi karşıma çıkıyor. 

[📷 Eyüp Sultan, (Haziran 2018).] 

Önüme gelen ilk büyük kavşaktan Hz. Halit Bulvarı’na doğru sola dönerek, Eyüp Sultan’a kavuşuyorum. 

Yola koyulduğum, Mecidiyeköy’deki Trump Tower’dan 12 km, turun esas başlama noktası Galata Köprüsü’nden 5 km uzaktayım. 

[📷 Türbeler, Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Eyüp Sultan, İslam coğrafyasının en önemli ziyaret yerlerinden biridir. Mekke ve Kudüs’ten sonra onun adı dillendirilir. Yahya Kemal, Eyüp için “Avrupa toprağının bittiği sahilde İslam cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor” der. Gerçi o zamanların yeşili ile bugünün yeşili arasında dağlar kadar fark var ya, neyse. 

Semte adını veren Ebu Eyyüb El-Ensari, Peygamber’i Medine’de misafir eden sahabedir. Hicretten yaklaşık 50 yıl sonra Evliya Çelebi’nin yazdığına göre “Konstantiniyye Kalesi’nin ikinci kuşatmasında” Eğrikapı’da şehit düşer. Neredeyse 800 yıl sonra on birinci kez kuşatılan şehir, bu kez Osmanlı padişahı II. Mehmet tarafından fethedilir. 

Fatih, şehri aldıktan hemen sonra, Eyyüb El-Ensari’nin mezarının bulunması için buyruk verir. Mezarın ‘keşfi’ sultanın hocası Akşemsettin’e kısmet olur. Mezarın bulunduğu yere hemen bir türbe ve cami yaptırılır. Ve Eyüp, o günden bugüne giderek büyüyen bir kutsal bölge olarak ilan edilir. Burası, Sultan Reşat’tan Sokollu Mehmet Paşa’ya kadar Osmanlı’nın en önde gelen şahsiyetlerinin ebedi istirahatgâhıdır.

Türbeler... 

Sokullu Mehmet Paşa Türbesi: Sokullu’nun, türbesini camilerinin yanında değil de, bir medrese ile birlikte bulundurmayı seçtiği anlaşılıyor. 

Cafer Paşa Külliyesi’nden sonra onun külliyesine geliyorum. Burada medreseden başka Kur'an okulu olan Dârülkurrâ Binası ve birçok mezar görülüyor. Binalar olsun, bahçe olsun, son derece zevkli. 

Karşısında onu izleyen vezirlerden Siyavuş Paşa’nın türbesi var. Gene Sinan elinden çıkma olan bu türbenin içi İznik'in parlak döneminin çinileriyle kaplı. 

Mezarlıklarla kaplı bu küçük alanda Pertev Paşa’nın türbesi de ilginç yapılardan. 

Sırayla Selim Paşa’nın, Mehmet Paşa’nın, Ferhat ve Abdurrahman Pertev paşaların türbelerini karmakarışık mezarlar içinde görüyorum. 

[📷 Tekkeler, Külliyeler, Türbeler vs., Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Buradan sola saptığımda ise Saçlı Abdülkadir Efendi Camisi’ni, Zal Paşa Caddesi’nin devamı olan Kalenderhane’de ise, bu caddenin adını aldığı Kalenderhane Tekkesi’ni görüyorum. 

Tekke zaman zaman yapılan eklere rağmen, temelde Lâle Devri Baroku’nun özelliklerini yansıtıyor. İlginç ve güzel bir külliye. 

Eyüp Sultan Camisi’ni sonraya bırakarak ilerisine geçmek için hamle yapıyor ve Boyacı Sokağı’ndaki ilginç yapılara bakıyorum. Burada bir 19. yüzyıl yapısı olan Hasan Hüsnü Paşa Tekkesi, Kitaplık & Türbesi’ni görüyorum. 

Bu sokakta en gösterişli yapı Mihrişah Valide Sultan’ın külliyesi. Sultan III. Selim’in annesi olan Mihrişah’ın imareti, İstanbul’da hâlâ yoksullara yemek veren tek imaret olarak kaldı. 

Ampir tarzda yapılmış Hüsrev Paşa Türbesi, 1839'dan. 

Tunuslu Hayrettin Paşa’nın türbesi ve çeşmesi ise daha yakın bir tarihten. 

[📷 Türbeler, Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Türbelere devam... 

Sultan ailesinden, II. Mahmut’un kızı ve pek güzel olmasa da şiir yazan tek kadın sultan olan Adile Sultan, türbesinde kocası ve kızı ile birlikte. 

Bütün bu türbeler, imparatorluğun son döneminde Eyüp’te gömülmenin neredeyse kural haline geldiğini gösteriyor. 

Gene buralardaki Ayas Paşa açık türbesi, Mimar Sinan'ın İstanbul'da yaptığı ilk mimari eserdir. Bunu başarıyla yaptıktan sonra mimarbaşılığa tayin edilmiştir. 

Padişahlar arasında II. Bayezid Eyüp’te gömülmek istemiş, ama oğlu Yavuz Selim bu isteğine kulak asmayıp kendi camisinin arkasında türbe yaptırmıştı. Böylece, Eyüp’te yatan tek padişah, Türkiye’de ölen son padişah Sultan Reşat’tır. 

Yolun devamında, iskeleye doğru Ebussuud İlkokulu, Kaptan Paşa Camisi gibi kendi başına ilginç binalar vardır. Bu camiye son şeklini verdiren, az önce türbesini gördüğüm Bozcaadalı Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’dır. 

Daha aşağılarda ise Şair Fitnat Hanım ve Hubbi Hatun türbeleri var. 

[📷 Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Semtin başlıca anıtı şüphesiz Eyüp Sultan Camisi’dir... 

Fotoğraflar eskiden yeniye... 

[📷 Cülus Yolu, Eyüp Sultan, (Nostalji Kolaj).] 

Eyüp Sultan’ın bazı kısımlarına bisikletle izin verilmediği için gidebildiğim yerlere kadar gidiyor ve genellikle ya dışarıdan ya da uzaktan fotoğraflıyorum. 

Kılıç kuşanma töreni için kullanılan Cülus Yolu pedallamak için bire bir... Osmanlı padişahları tahta geçtikleri zaman burada Osman’ın kılıcını kuşanırlarmış. (Peygamber’in, Halife Ömer’in, Yavuz Selim’in kılıçları da kullanılmıştır.) 

[📷 Sultan Reşat Türbesi, Eyüp Sultan, (Haziran 2018).] 

Yolun üstünde 35. padişah Sultan Reşat’ın zevksiz görkemli türbesini görebiliyorum. 

[📷 Sultan Reşat Türbesi, Eyüp Sultan, (Haziran 2018).] 

Çevrede Bizans döneminde de küçük bir yerleşim olduğu biliniyor. Bu yerleşim genişledi. Eyüp, “bilad-ı selase”den biri haline geldi. Bu “üç şehir” ya da “belde”, suriçi İstanbul’u çevreleyen Galata, Üsküdar ve Eyüp'tür. Bunların her birinin bir “kadı”sı vardı (onun için “kaza” denirdi). 

Cami 18. yüzyılda, muhtemelen Fatih Camisi’nin de yıkılmasına yol açan büyük depremde fazlasıyla hasar gördü. 19. yüzyılın başında onarımdan geçti. Onarımı yaptıran III. Selim’di. Böylece bina özgün özelliklerini büyük ölçüde kaybetti. Ancak, Sinan’ın Azapkapı’daki Sokollu Camisi planına epey yakındır; bu bakımdan, dönemin öbür barok yapılarına pek benzemez. Minareleriyse, III. Ahmet zamanından kalmadır. Külliyeden bugüne kalan, türbe dışında, hamamın bir kısmıdır. Türbe de II. Mahmut zamanında onarımdan geçmiştir. 

Osmanlı tarihinin pek çok önemli kişisi bu türbeye çok değerli avizeler, şamdanlar, askı ve levhalar armağan etmişlerdir. İstanbullu ya da İstanbul’u gezip görmeye gelen Müslümanlar için Eyüp başlıca dini ziyaret merkezidir. Bilhassa erkek çocukların sünnet öncesinde buraya getirilmesi başlıca geleneklerdendir, ama zorlu bir maça çıkacak bir futbol takımının oyuncularından şifa arayanlara kadar herkes buraya gelir. Bu bakımdan, her zaman, şehrin en kalabalık yerlerinden biridir. Cami ve çevresi hıncahınç dolu olur. 

[📷 Hayrettin ağabeyim, Hayrünisa ablam ve bendeniz, Kumkapı Çakıl Gazinosu seremonisi öncesinde Kadıköy fotoğrafhanesinde, (Yaz 1968).] 

Eyüp Sultan’da her türden insana rastlamak mümkün. Ama en dikkat çekici olan çeşit çeşit üniformalarıyla gezen sünnet çocukları... Ortalık şehzadelerden, pilotlardan, sultanlardan geçilmez. 

Annem de bizi kollarımızdan çekelemiş, buraya kadar müşkülatla getirmiş, dualar ettirmişti. Ben o zaman 5, Hayrettin ağabeyim ise 12 yaşında kocaman bir delikanlıydı. Benim için bekletmişler garibimi; ne saçma! 

O gün ben o tuhaf kostümün içinde ne sultandım, ne şehzade, ne de pilot. Ama aklımdan geçen tek bir dilek vardı o da üç tekerlekli bir bisiklet. Eyüp Sultan’a dilekten midir, pek sevdiğim birilerinin hayırsever niyetinden mi, o da kısmet olmuştu bir şekilde. Ama o fırfır dönen rüzgârgülü bisikletle hiç fotoğrafımın olmayışı hep üzmüştür beni. 

[📷 Eski Oyuncakçılar Çarşısı, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Eyüp Sultan, imparatorluk döneminde bazı zanaat kollarının da merkezidir. Onlardan biri de oyuncak imalatçılığıdır. Evliya Çelebi yüz oyuncakçı dükkânından, bin çeşit oyuncaktan söz eder. Tırıllar, fırlaklar, dümbelekler, şakşaklar, hacıyatmazlar, bebekler, otomobiller, kurşun askerler vs. 

Ama bu oyuncaklar içerisinde bisiklete benzer bir alet var mıdır diye bakınsan, işin zor. Yan yana iki tekerlekli olan oyuncaklardan bolca var da önlü arkalı iki tekerin bir arada olduğu oyuncak yok. Belki Abdülcambaz’ın oyuncak bisikleti işine yarayabilir. 

Bütün dini önemine rağmen Eyüp semti gayrimüslimlerin de oturduğu bir semtti; Bulgarlar, Ermeniler de yaşamış, özellikle Bulgarlar bahçecilik ve mandıracılık yapmışlardı. Bu mandıralar nedeniyle eskiden Eyüp kaymağı da ünlüydü. 

Gene çok ünlü olan Eyüp kebapçılarının dükkânlarının sıralandığı çarşı içinde kaymakçı dükkânları da vardı. İstanbul’un çeşitli semtlerinde güvenlik güçleriyle köşe kapmaca oynayan fuhuş erbabı da bir aralık kapağı Eyüp’e atmış, bu kaymakçı dükkânları da buluşma yeri haline gelmişti. Çeşitli zamanlarda kadılar, hatta padişahlar, bu buluşma yerlerine karşı harekete geçmişlerdir. Kebapçılar, kaymakçılar, 1950’lere gelinceye kadar ortadan kalktı. 

Eyüp oyuncakları ise biraz daha devam edebildi. Yukarıda belirttiğim gibi, daha Evliya Çelebi zamanında burada 100 kadar oyuncakçı dükkânı varmış; ve ta o eski zamanlardan beri oyuncak imalathaneleri de çevrede toplanmıştı. Her türlü düdük, davul, tahta araba, beşik, topaç, hacıyatmaz burada yapılır, bütün ülkeye buradan dağılırdı. Ama günümüzün yeni oyuncakları karşısında bunların bir çekiciliği kalmadığı için Eyüp oyuncakçılığı da bir süre önce sona erdi. 

[📷 Eyüp Tepesi, (Haziran 2018).] 

Eyüp sırtlarında ünlü Pierre Loti kahvesi var. Kahveye çıkmanın birden fazla yolu mevcut. İlla bisikletimle çıkacağım diye ısrar edersem, Sokollu Medresesi’ni sağıma alıp, Fahri Korutürk Caddesi’nden devam eder, sonra sağa dönüp Kırkmerdiven Caddesi’nden yukarıya doğru tırmanırım. 

Yok, “Problem değil bisikletimi elde taşırım, haspa!” dersem diğer alternatif yol olan mezarlık patikasını takip ederim. 

Ha, bir de üçüncü alternatif var ki evlere şenlik!! Ama Pire🚲 biraz bozulabilir. Çünkü göze alıp onu aşağıda bir yerlere emanete teslim eder, tepeye teleferikle çıkabilirim. Yok, yok, kıyamam ben sevgilime. Bu güzel tepeyi seyretme zevkinden asla mahrum bırakamam ben onu... 

[📷 Pierre Loti, Eyüp, (Haziran 2018).] 

Pierre Loti Tepesi yaklaşık 70 metre yükseklikte. Müthiş bir seyir terasına sahip. Tarihi Yarımada’nın Haliç’e bakan altı tepesini aynı anda görmek mümkün. Panorama Ayasofya’dan başlıyor, Mihrimah Sultan Camisi’ne kadar devam ediyor. 

[📷 Pierre Loti, Eyüp, (Haziran 2018).] 

Karşı kıyıda gördüğüm eski Sütlüce Mezbahanesi, artık Haliç Kongre Merkezi. Az sonra o tarafa geçtiğimde yanından pedallama şansına sahip olabileceğim. 

Suyun ortasındaki iki adacığın adı da: Bahariye Adaları... 

(*) Bahariye Adaları ya da Haliç Adaları, İstanbul'da, Haliç'in batı uçlarında, Eyüpsultan ve Silahtarağa semtleri arasında yer alan iki küçük adacıktır. Denizle hemen hemen aynı düzeyde olmalarına karşın, dönemsel olarak kaybolmayıp; sürekli adacıklardır. Bizans dönemindeki gravürlerde sıkça yer verilen ve Kosmidion olarak anılan adacıklara, Osmanlı döneminde Bahariye Adaları adı verilmiştir. Lâle Devri'nde devletin ileri gelen görevlileri kıyıdaki Bahariye semtinde kasırlar ve yaz bahçeleri yaptırmış ve burayı bir tür sayfiye yeri olarak kullanmıştır. Lâle Devri'nde İstanbul'u anlatan yazılarda adaların çevresindeki kayık gezintilerinin çok revaçta olduğu anlatılmıştır. Ancak Lâle Devri'ni sona erdiren ayaklanma olarak bilinen Patrona Halil İsyanında İstanbul kasırlarının pek çoğu gibi, Bahariye kasırları da tahrip edilmiştir. (Kaynak: Vikipedi) 

Onların arkasında Pera sırtları ve zarif Galata Kulesi... 

[📷 Pierre Loti Tarihi Kahve, Eyüp, (Haziran 2018).] 

Eyüp Sultan Camisi’nden ileriye ve yukarıya gidince, o havalide zümrüt yeşili mezarlıklara dalmak son derece makul görülüyor. İşte bu tepenin sonunda, Pierre Loti’nin gittiğine inanıldığı için onun adıyla anılan, bir hayli turistikleşmiş kahve var. Sadece o değil tabi. Çevre diğer bir yığın kahvehane, kafe ve restoran kaynıyor. Her koşulda turistik tarife uygulandığına dikkat çekmek boynumun borcu. İlla da gideceğim diyorsan kazıklanmamaya dikkat etmen lazım. Bazen çayların abdest suyu gibi geldiğine, kahvelerin hamam anası gibi köpüksüz servis edildiğine şahit bile olmuşluğum var. 

Loti’ye gelince bir iki kelam da onun için edeyim... 

90’lı yılların başında Cağaloğlu’nda beş arkadaşımla beraber işlettiğimiz Işın Ajans & Alev Yayınevi devrinde, işim düşsün düşmesin, sık sık Kadırga’ya, Gedikpaşa’ya ve Çemberlitaş’a kadar yürüyüşler yapar her seferinde şu Piyer Loti zatıâlinin evinin yanından geçme fırsatını bulur kendisine Nazım’dan münazaralı dizeler okurdum. 

İstanbul aşığı olarak bilinen Fransız edebiyatçı, İstanbul’a ilk adım attığında (1876) bir deniz subayıdır. O yıl aynı zamanda II. Abdülhamit’in tahta çıktığı, Meclis-i Mebusan’ın açıldığı, Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) yürürlüğe konulduğu, kısaca I. Meşrutiyet’in ilan edildiği dönemdir. Ondan sonra çeşitli kereler İstanbul’a gelen Loti, devlet erkânı tarafından hep el üstünde tutulur ve kendisine hani şu meşhur fahri hemşeri unvanı yok mu, işte ondan verilir. 

Ancak kendisini çok seven olduğu kadar, sevmeyeni de boldur. Bunların başında benim has komünist şairim, Nazım Hikmet’im gelir. Pierre hakkında öyle bir şiir kaleme alır ki lirizmin sertliğinden ve ağırlığından geçilmez. Ne var ki, zavallı Loti bu şiire kavuşmadan iki sene evvelinden bu dünyadan göçer. (Tarihe bak sen; ne kadar da manidar, değil mi?) 

Tarihçi Taner Timur ise Loti’yi 68’in ‘çiçek çocukları’na benzetir. Bu yanıyla kahvehanenin hemen yanı başında mezarı olan ressam Avni Lifjiv’in Loti’yle komşu olması enteresan bir rastlantıdır. 

Mezarlığın misafirleri arasında sadece Avni Lifij yoktur. Fevzi Çakmak’tan, Ahmet Haşim’e kadar Gökkubbe’de sadâsını bırakmış çok sayıda isim burada uyur. 

[📷 Pierre Loti Tepesi, Eyüp, (Haziran 2018).] 

Çevre sırtlar, Haliç’in bu yöresi, gezinin her aşamasında dolaylı dolaysız andığım sanayileşme tarzından ötürü çekiciliğini iyice kaybetmiş durumda, gene de, az önce değindiğim gibi Haliç’in ağzına doğru bakıldığında buradan iyi bir İstanbul manzarası seyretmek mümkün. 

[📷 Karyağdı & Kaşgari Tekkeleri, Pierre Loti Tepesi, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Kahvenin ilerisinde, ayrıca, Karyağdı ve Kaşgari tekkeleri var. 

İnsanlık tarihinde ölümden çok korktuğu için olabilir, ama ölüme güzellemeler yapmayı kendisine adet edinmiş insanoğlunun her kültüründe bir “ölüm alt kültürü” var. İslam ise diğer dinlere kıyasla, hayat ile ölümü birbirinden fazla ayırmamaya çalışan bir görüş ve anlayış geliştirmiştir. “Bugün buradayız, yarın yokuz,” tavanda asılı Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın giriş kapısındaki insanı don yağı gibi karşılayan ‘yazılı totem’ bile gerekten çok manidardır. Tanrısal inanca göre, ölen insan, toprağa, yani başlangıca döner. Tahtadan tabut, bu dönüşü güçleştirmeyecek şekilde, oldukça derme çatma yapılır ve mezara konduktan sonra aralık bırakılır. Hıristiyanlığın bahçe gibi, çok bakımlı mezarlık anlayışı (ve bütün o muhkem tabutlar) İslam’da yoktur. Geleneksel mezarlıklarda, taşa, ölenin, hayatta giydiği başlık türü oyulurdu. Ölümle ilgili, bundan başka bir süs, dekorasyon bulunamazdı. 

Ve fakat bugünlerde bazı mezarlıklarda görülen, büyük, ev gibi, mermer mezarlar Batı etkisinin ürünüdür. Greko-Latin kültüründe mezarlık, nekropolis, şehir dışında olurdu. Yerleşik hayata geçerken Türkler de bu geleneği benimsediler. Şehir içinde, ancak cami hazireleri ya da varlıkları bazı rastlantılara dayanan tek tük küçük mezarlıklar görünür. Ama büyük mezarlıklar sur dışındadır ya da, Anadolu yakasındaki Karacaahmet ya da bizim Kozyatağı halkının istirahatgâhı İçerenköy Mezarlığı gibi; bunlar bir zamanlar şehir dışı sayılan yerlerde. 

[📷 Cellat Mezarlığı, Pierre Loti Tepesi, Eyüp, (Nostalji Kolaj).] 

Az önce uğradığım Karyağdı Bayırı’nda bir tuhaf ötesi “Cellat Mezarlığı” vardı. Bu sevimsiz mesleği icra edenlerle aynı yerde gömülmek, belli ki, İstanbul halkına sevimli görünmemiş. Bu mezarlığın önemli bir özelliği de taşlarının yazısız olmasıdır. “Kim kimdir?” ansiklopedisi bile burada işlevsiz!! 

[📷 Eyüp Kabristanı, Eyüpsultan, (Haziran 2018).] 

Mezarlıkta en sık rastlanan ağaç yeşil çalımsı türünden servidir. Bunu Türkler başkalarından almış olabilirler, ama zamanla servi Türk mezarlığının tanımlayıcı özelliği haline geldi. Ağaçların dalları, yaprakları ne kadar yayvan olursa, toprak altında kökleri de o kadar yayılır. İnce uzun servi bu bakımdan uygun görülmüş olmalı; kökleri derine doğru inip mezarları bozmaz diye. Yahudiler gibi hiç ağaçsız mezar da Türklere kasvetli gelmiş olmalı; böyle formüle edilmiş bir inanç olmamakla birlikte, ağaçların toprağa soluk aldırdığı, bunun da ölülere hava aldırdığı yolunda bilinçaltı bir eğilimin sonucu olabilir bu. 

Ama sonuçta Türk mezarlığı bakımsız, karma karışık bir yerdir. Taşlar üst üste devrilmiştir, dar geçitleri ot bürümüştür. Bu hava, mezarlığın her türlüsünün zorunlu olarak akla getirdiği ölüm kavramına bir doğallık kazandırır. Ayrıca, vaktiyle şehir dışında yapılmış olsa bile, yaşanan hayatla iç içedir mezarlıklar. 

Eski fotoğraflarda olduğu gibi şimdi de, ağaçtan ağaca bağlanmış çamaşır ipleri bile görebilmek mümkün. Bütün bunlar, hayatla ölümü ayıran çizginin, bireysel hayatta olmasa da, genel kültürde epey belirsiz olduğunu vurguluyor sanki. 

[📷 Haliç, (Haziran 2018).] 

Yeniden sahile iniyor, kuzeye doğru devam ediyorum. Suyun kenarındaki parklar içinde Şah Sultan ve Mevlevi Tekke gibi küçük camiler var.

Haliç'in kuzey kıyısı güneyiyle birlikte, hatta kısmen daha önce sanayileşti. Osmanlılar başlıca tersanelerini Haliç’te, Kasımpaşa kıyısında kurmuşlardı. Böylece burası yüzyıllar boyunca bir gemi yapımı merkezi olarak yaşadı. 19. yüzyıldan itibaren başka imalat dalları da Haliç’in kolaylıklarından yararlanmak üzere buraya yerleşti. 

Beyoğlu – Şişli ekseninde uzanan sırtla şimdiki üçüncü Haliç Köprüsü’nden Mecidiyeköy'e uzanan yükselti arasında arazi çukurlaşır. Bir zamanlar Dolapdere ile Kasımpaşa deresinin sularını Haliç’e boşalttığı bu havza, Kasımpaşa denilen bölgede Haliç’le buluşur. Bu dereler zamanla iyice kirlendiği için 1950’lerde üstleri kapatıldı ve giderek kanalizasyona dönüştüler. 

Buradaki tersane binalarından bazıları yakınlarda ortadan kaldırıldı, ama birçoğu halen çalışmaktadır. 

Kasımpaşa’da görülen büyük ve görece eski binaların çoğu da Osmanlı döneminden beri Bahriye’nin elindedir. Örneğin kıyıdaki Kuzey Saha Deniz Komutanlığı binası, Osmanlı zamanında, Bahriye Nezareti olarak inşa edilmişti. Heybeliada’ya taşınmadan önce Deniz Harp Okulu buradaydı. Tepedeki Deniz Hastanesi başından beri aynı işlevi görmektedir. Komutanlığın karşısındaki Cezayirli Hasan Paşa İlkokulu da geçen yüzyıldan kalma orta karar yapılardan. Cezayirli Hasan Paşa’nın bu semtte bir camisi ile iki çeşmesi bulunmaktadır ve bunları kendisi yaptırdığı için, tarihleri 18. yüzyılın son çeyreğine uzanır. Camilerden biri gene denize yakın Kalyoncu Kışlası binasının içindedir. 

[📷 Derne Park, (Haziran 2018).] 

Ve öyle böyle derken sonunda Silahtarağa’ya varıyorum... Güzel bir parkuru olan Derne (Tatar Ulusal Şairi Gabdulla Tukay) Park içinde turlamanın, çimlerde sere serpe yuvalanmanın keyfini yaşıyorum Pire🚲’ciğimle birlikte... 

[📷 Derne Park, (Haziran 2018).] 

Otların üstünde yuvarlanıp şekerleme yapmakta ve usul erkân bilen bir muameleyle gerinmekte yalnız değiliz yani! 

Emminin keyfine diyecek yok... :) 

[📷 Fil Köprüsü, Silahtarağa, (Haziran 2018).] 

Yöreye adını veren Silahtar Mehmet Ağa’dan ötürü Silahtar Fil Köprüsü olarak da bilinen köprünün üstünden geçince sağ tarafımda Bilgi Üniversitesi Santral İstanbul kampüsü bulunuyor. 

[📷 Fil Köprüsü, Silahtarağa, (Haziran 2018).] 

Burası Haliç’in sonu; Fil Köprüsü, Alibeyköy Deresi üstünde yer alıyor. 

[📷 Haliç, (Haziran 2018).] 

Çok önemli bir kavşakta, Haliç’i besleyen Alibeyköy ve Kâğıthane derelerinin birleştiği yerdeyim. 

Yüzyıllar boyu “Avrupa’nın tatlı suları” diye anılan iki dere birbirine sevdalı bir çift gibi burada buluşuyor ve Haliç’e karışıyor. Strabon’un söylemeye çalıştığı “Geyik Boynuzu” işte burada başlıyor. 

[📷 Alibeyköy & Kâğıthane, (Haziran 2018).] 

1 km kadar aynı yolu takip ediyorum. Rotamın 10. kilometresinde ulaştığım İgdaş Park’ında bir karar aşamasındayım: sola devam edersem Alibeyköy yönüne, sağdan devam edersem Kâğıthane’ye gidiliyor. 

Ben İgdaş Parkı’nda Pire🚲’nin müennes gidonunu çevirip tam sağ yapıyor, Kazım Karabekir Caddesi’nden devam ediyorum. Önce Alibeyköy Deresi’nin üstündeki köprüyü sonra da Kâğıthane Deresi’nin üstündeki Sünnet Köprüsü’nü geçiyorum. Ardından sola dönüyor, İmrahor Caddesi boyunca pedal çeviriyorum. 

[📷 Eski Kâğıthane Fotoğrafları, (Nostalji Kolaj).] 

Kâğıthane, tarih boyunca geniş çayırları sayesinde hem bir mesire hem de saray ahırları için tercih edilen bir yer olmuş. Evliya Çelebi, “Çok zayıf, arık bir at on gün o otlakta yulaf yese mahmudî fili gibi semiz ve iri olur,” diyor. Caddenin adı da, bu ahırların amirinden, Mir-i Ahur’dan geliyor. 

[📷 Eski-Yeni Kâğıthane & Sadabad, (Nostalji Kolaj).] 

Biraz ileride ironik bir adlandırmayla Sadabad adı verilen viyadüğün altında, bir zamanlar Poligon kasrı bulunuyormuş. 1955 senesinde, üstelik sapasağlam iken yıkılmış, şimdi İETT garajı. 

Poligondan geriye kalan çeşme kısa bir süre önce restore edildi. Bir teselli ikramiyesi olarak orada duruyor. 

[📷 Osmanlı Arşivi Binası, Sadabad Mevkii, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Yolun sağ tarafında yakın bir zaman evvel buraya taşınan Osmanlı Arşivi’nin binası yer alıyor. Fetihten 20. yüzyıl başına kadar sarayın harası buradaymış. 

[📷 Atiye Sultan Sarayı (bugün Kaymakamlık Binası), Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Yaklaşık 2 km sonra yol yine sağa doğru bir yay çiziyor. O yayın etrafında dolanıyorum. Buradaki Kaymakamlık Binası, II. Abdülhamit’in şehzadeliğini geçirdiği Atiye Sultan Sarayı’nın yeniden yapılmış hali. 

[📷 II. Abdülhamit Çeşmesi, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).]

Yakınlarda restore edilen Yeni Çeşme (II. Abdülhamit Çeşmesi) ise yine aynı padişah tarafından 1894’te yaptırılmış. 

[📷 Cendere Vadisi, (Haziran 2018).] 

Yol bundan sonra Cendere Caddesi adını alıyor. Eğer vadinin içinden kuzeye doğru bu yol takip edersem 20 km sonra, eğri Kemer’in altından geçerek, Belgrad Ormanı Ayvat Bendi kapısına ulaşacağımı biliyorum. (Bu yolu daha önce, üstelik pek de ham olduğum bir dönemde, denemeye kalkışmış ama vızır vızır işleyen kamyonların, sabırsız otomobil sürücülerinin ve bolca başıboş köpeklerin cirit attığı çok da sevimli bir hat olmadığına karar verdiğimden geri dönmüştüm.) 

Ne yazık ki, yeşiller giyinmiş Cendere Vadisi’nin bir Hyde Park gibi, bir Central Park gibi muazzam bir kent parkı olabilecekken ranta teslim edilişini anlamak hiç kolay değil. Son halini gördüm de dudaklarım uçukladı. İğrendim. 

O halde devam edelim... 

Zaten hedefim Sadabad olduğundan kavşaktan geldiğim yöne dönmem gerekiyor.

[📷 Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Derenin üstündeki köprüden Köy Köprüsü’nden geçince Kâğıthane’nin eski köy meydanına geliyorum. Burada belediyenin şehir müzesi olarak düzenlediği Daye Hatun Sıbyan Mektebi ve Camisi ile Süvari Karakolu bulunuyor. 

Daye Hatun, Şehzade Mehmet’in sütannesi. 

Müzeyi gezmek gerçekten iyi olurdu ama bir başka fırsat fikstürüne bırakmayı tercih ettiğimden yoluma devam ediyorum. (Sonradan öğrendim ki Kâğıthane’nin tarihi yapı ve mekânlarını gösteren bir haritayı müzeden edinebilirmişim. Vay tez canlılığa yenik düşmüş benim dingin başım!) 

Ama bu harika bir şey; her fırsatta söylediğim gibi, arada eksik noktalar bırakacaksın ki, tekrar geri gelip gezmenin ulvi bir amacı olsun. 

[📷 Kâğıthane, (Haziran 2018).] 

Meydandan ayrıldıktan sonra, geldiğim yöne doğru devam edeceğim. Ama bunu araç yolundan değil, derenin yanındaki yeşil hattı izleyerek yapacağım. Burası rotamın, mesafeyi çıkış noktam Mecidiyeköy’den aldığımda 22., turu esas aldığım Galata Köprüsü’nden ise 15. kilometresi. 

Kâğıthane, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde de gözde bir yermiş. Bizans’ta mesire yeri olduğu gibi, kâğıt imalatı da yapılıyormuş. Adının da buradan geldiği söyleniyor. 

[📷 Kâğıthane – Sadabad Sarayı, (Nostalji Kolaj).] 

Ama semt, asıl ününü, 1718-1730 yılları arasında ve Ahmet Refik Altınay’ın “Lale Devri” olarak adlandırdığı döneme borçludur. 

Lale Devri’nin en önemli iki kişisinden biri Sultan III. Ahmet ise, diğeri, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. 1718 yazında Pasarofça Antlaşması’nı takiben Paris üzerinden dönen ve ilk büyükelçi sayılan 28. Çelebi Mehmet yanında saray ve bahçe planları getirir. Bu ‘sulh’ ortamında altmış gün içinde, “uğurlu, mamur yer” anlamına gelen Sadabad Sarayı yaptırılır. 

Yine kısa bir süre zarfında yüzlerce köşk Kâğıthane sırtlarına kondurulur. İbrahim Paşa bu köşklerle yetinmez. Ayrıca doğal güzelliklerin çoğaltılmasını ister. İşte burada lale gündeme gelir. Deyim yerindeyse tam bir ‘lale çılgınlığı’ yaşanır. Padişah bahçelerinden mütevazı evlerin pencerelerine kadar her yeri laleler sarar. Lale ticareti mücevhercilik gibi bir sanat halini alır. Altunay bu dönemde 839 çeşit laleden söz ediyor. 

Şimdi gezdiğim bu bölge işte o Lale Devri’nin kalbinin attığı yerdir. 

[📷 Kâğıthane, (Haziran 2018).] 

Kültür Merkezi’ni geçtikten sonra bir futbol ve cirit sahasına geliyorum. Programıma denk gelmediğinden herhangi bir cirit müsabakasına rastlamıyorum ama bir başka gezide bunu mutlaka yapacağıma dair kendime söz veriyorum. Eminim filmlerde gördüğümüz gibi çok şenlikli oluyordur. 

Cirit ve futbol sahası, saray erkânı için yapılan Has Bahçe’de bulunuyor. Dere, Has Bahçe içinde dümdüz bir kanal olarak devam ediyor. Adı da Cetvel-i Sim. 

[📷 Sadabad Sarayı, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Has Bahçe’yi kesen Lalezar Sokak’tan karşıya geçiyorum. Buraya adını veren Sadabad Sarayı’na geliyorum. 

Birinci Sadabad sarayı, Lale Devri’nin sonunu getiren Patrona Halil isyanında (1730) tahrip edilir. İkinci saray, 1809’da II. Mahmut, Çağlayan adını taşıyan üçüncü saray ise 1862’de Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılır. Üçüncü saray 1908-1928 arasında kız yetimhanesi olur. TSM’nin büyük ses sanatçısı Safiye Ayla da burada yetişir. Ve maalesef 1943’te bir gecede yıkılır. Şu anda Kâğıthane Belediyesi’nin kullandığı yapı ise 1952’de yapılan İstihkâm Okulu. 

[📷 Açık Hava Müzesi, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Belediyenin karşısındaki Açıkhava Müzesi’nde birinci saraydan kalan tek eser olan Çeşme-i Nur’un restore edilmiş hali yer alıyor. 

1943’te yıkılan Çadır Köşkü’nün ise temel izleri görünüyor. 

Müzede Bizans ve Osmanlı dönemine ait eserler sergileniyor. Bunların arasında 1990’lara kadar ayakta duran İmrahor Çeşmesi’nden geriye kalan parçalar da var. 

[📷 Açık Hava Müzesi, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Çeşme-i Nur...

[📷 Sadabad Camisi, Kâğıthane, (Nostalji Kolaj).] 

Kâğıthane Belediyesi binasını geçtikten sonra Has Bahçe bitiyor. Burada kemerli kapıları olan bir duvar bulunuyor. Kapılardan dışarı çıkınca, mesire alanına geliyorum. Zamanında mesire ortamındaki eğlencelerin sözcüklere sığmadığı anlatılır. Anlatma işini Nedim, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim gibi kaziye sihirbazlarına bırakmakta fayda var. Onlar edebiyatlarını parçalamayı sürdüre dursunlar, bense en iyisi mi yoluma devam edeyim. 

Asıl adı Aziziye olan ama halk arasında “Sadabad Camisi” olarak bilinen camiye geliyorum. Diğer bir adı Çağlayan olan üçüncü Sadabad Sarayı ile aynı devirde yapılmış. 

Caminin hemen yanında 2012’de kurulan Kâğıt Yapım Atölyesi yer alıyor. Atık kumaşlardan el yapımı kâğıt üretiliyor. 

Onun hemen önünde ise yeniden inşa edilen At Ahırı bulunuyor. 

[📷 Kâğıthane, (Haziran 2018).] 

Artık yavaş yavaş bu alandan ayrılıyorum. Kâğıthane bugüne değin İstanbul’da gezdiğim yerler arasında hayal gücümü en fazla zorlayan muhit oldu. Çünkü miş’li geçmiş zamandaki haliyle, bugünün hal-i pür meali arasında uçurum farkı var. Açıkça ifade etmem gerekirse Osmanlı’yı pek sevmem. Ona öykünmeyi ise hiç mi hiç aklımdan geçirmem. Ama tarih ve kültür sevdam bazen böyle şeyleri yaptırtabiliyor bana. 

Misal ateistim diye camileri, kiliseleri, havraları, sinagogları, dinsel tapınakları ziyaret etmemeliyim diye bir şey geçirmem aklımdan. Her fırsatta içini dışını hem saygı duyarak gezer, ziyaret ederim, hem de fotoğraflar çeker, anı-yazılarımı döşerim. 

Şimdi buradan ayrılırken Nedim’in dizelerini o güzel sesiyle yorumlayan Nur Yoldaş’ın sedasını es geçmemek lazım: “Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâde / Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd’e... 

[📷 İBB Nilüfer Parkı, (Haziran 2018).] 

Lale Devri imgelerinden çıkıyor, başladığım yere dönüyorum. Yine Sünnet Köprüsü’nün üstündeyim. Bu kez sağa dönüyor, Sütlüce’ye doğru pedallıyorum. 

Artık Haliç’in kuzey kıyısından devam ediyorum. 

Harika bir kitap olan İstanbul Limanı’nın yazarı Wolfgang Müller-Wiener, Osmanlı devrinde Haliç’te 47 adet iskele olduğunu söylüyor. Bunların 24 tanesinin Haliç’in güneyinde, 23 tanesinin kuzeyde kaldığını yazıyor. İskelelerin çoğu adından anlaşılacağı üzere, yolcu değil yük iskeleleriydi. Balıkpazarı, Hasır, Limon, Yemiş, Odun, Unkapanı, Yağkapanı gibi isimler alarak Haliç kıyıları boyunca sıralanıyorlardı. 1980’li yıllarda bu iskelelerin neredeyse tamamı kaldırıldı. Artık Ara Güler’in ‘empresyonist’ karelerine çok rastlanmıyor belki ama, hakkını ifa edelim, kokudan burnumuzun direği de kırılmıyor. 

[📷 Haliç ile kavuşan dere yatakları, İBB Nilüfer Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

İBB Nilüfer Parkı’nda Kağıthane Deresi ile Alibeyköy Deresi birbiriyle kavuşuyor ve Haliç’e akıyorlar... 

Ne muhteşem bir görüntü!! 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Nilüfer Park’ın devamında sağda yeni bir park alanı yer alıyor Haliç kıyısında: Nuri Killigil Parkı... 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Parkın giriş kapısında büyük bir pano yer alıyor. Panoda 1949 yılında patlama ile yok olan Killigil Fabrikası hakkında bilgiler ile patlama esnasında ölenlerin listesi yer alıyor. 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Kıyıda bisiklet yolu yapmışlar. Kimseler yok. Haliç manzarasıyla biraz turlamak hem dinlendirecek, hem de iyi gelecek gibi. 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Bu da diğer taraf... 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Bu da Nuri Killigil Parkı’ndan Haliç’i kollayan muhtelif manzaralar... Eyüp sırtları şimdi çok daha belirgin, çok daha net. 

[📷 Nuri Killigil Parkı, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Pire🚲 teknelerle yarış halinde... Ah bir de o paskal kırkambar sırıtması yok mu! 

[📷 Miniatürk, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Parktan tekrar ana caddeye çıkıyorum. Ünlü Miniatürk sağımda kalıyor. Hem İstanbul hem de başka kentlerdeki anıtsal yapıların 1/25 ölçekli maketleri yer alıyor büyük bahçelik alanda. Bazıları burayı “büyük ülkenin küçük bir modeli” diye tarif ediyor. 

[📷 Miniatürk, Sütlüce, (Haziran 2018).]

Daha önce bir minibüs dolusu yakın akrabalarımı, özellikle de evlatlarımı, yeğenlerimi cümbür cemaat gezdirirken gördüğüm için içeri girme fikrinden cayıyorum. Yoksa eminim yine kendimi Gulliver gibi hissedebilirdim. 

[📷 İmrahor Caddesi, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

Haliç Üniversite’ne çok yakınım artık... 

[📷 Haliç Üniversitesi, Sütlüce, (Haziran 2018).] 

İşte buradayım: Haliç Üniversitesi... 

[📷 Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce, (Nostalji Kolaj).] 

Mecidiyeköy’den 27., Galata Köprüsü’nden itibaren ise vardığım 20. kilometrede, sütten kesilen kadınların şifa bulmak için suyunu içtikleri bir mağara olduğu söylenegelen Sütlüce’deyim. 

Buranın en şöhretli yapısı, karşı kıyıdan gördüğüm Haliç Kongre Merkezi olan eski Sütlüce Mezbahanesi’dir. Bina 1923’ten 80’lere kadar kendinden beklenen işlevi gördü. Artık önemli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. 

Maalesef burada yol çalışmaları yapılırken, HKM’nin bitişiğine bir tünel kondurmaktan geri kalmamışlar. Ne kadar arzulamasam da birazdan bu tünelin içinden geçmek zorunda kalacağım. Yoksa öte aydınlık uçta birleşen diğer alternatif sokaklar hem ciddi yokuşlu hem yolu çok uzatacak cinsten. Yanımda her zaman aydınlatma unsurları olduğundan sıkıntı yapmıyorum ama yine de dikkatli sürmenin faydası var. Ne de olsa burası yolları trafik manyağı dolu İstanbul ve şaklaban trafik canavarları her yerde. 

Neyse ki 300 metre sonra tekrar gökyüzüne kavuşma imkânına nail oluyorum. 

[📷 Humbarhane Camisi, Hasköy, (Nostalji Kolaj).] 

Biraz ileride tanıdık bir çift ayak: Haliç Köprüsü... Bitişiğindeki komşu güzelim Humbarhane Camisi’ne nasıl da tepeden bakıyor kerata. Üstelik ondan 180 yaş küçük olmasına rağmen: 1794 ~ 1974... 

[📷 Tarihi Şapka Fabrikası & RMK Müzesi, Hasköy, (Haziran 2018).] 

Neyse şimdi buna takılmanın gereği yok. Bak beyaz tavşan bizi nereye getirdi? Tarihi Şapka Fabrikası’nın yanından geçiyor ve Hasköy’deki Alis Harikalar Diyarı’na geliyorum. İstabul’un en güzel müzelerinden, RMK’nın (Rahmi Koç Müzesi) önündeyim. Çeşit çeşit otomobiller, trenler, tramvaylar, vagonlar, kamyonlar, tekneler, kamyonetler, denizaltılar, uçaklar, teknik araçlar, alet ve hırdavat, oyuncaklar, motorlar, motosikletler... Saymakla bitmez. 

[📷 RMK Müzesi, Hasköy, (Haziran 2018).] 

Müzenin girişi... 

[📷 RMK Müzesi, Hasköy, (Haziran 2018).] 

İşte birbirinden güzel ve etkileyici otomobiller, tekneler, trenler, tramvaylar, uçaklar, ve diğerleri... 

[📷 RMK Müzesi, Hasköy, (Haziran 2018).] 

Faytonlara özel bir yaprak... 

[📷 RMK Müzesi, Hasköy, (Haziran 2018).] 

Ve elbette bir rüya gibi hatıra bisikletler... Penny-farthing’ler, bone-shaker’lar, Drazyen’ler, Pinokyo’lar, üç tekerlekliler, marka marka iki tekerlekliler... 

[📷 Mustafa Koç Binası, Hasköy, (Haziran 2018).] 

Müzeden ayrılıp devam ediyorum. Caddenin karşı tarafında da Rahmi Koç’un oğlu Mustafa Koç’un müzesi var. O da kendi tarzında en az RMK kadar etkileyici sayılır. 

[📷 Aynalıkavak Kasrı, (Nostalji Kolaj).] 

Müzeden 500 metre daha deniz kıyısından ilerliyorum. 

Aynalıkavak Caddesi’nden tam sol yapıyor ve tırmanmaya başlıyorum. Eğimin bir ara %10’a çıktığı eşek bağırtan bir yokuş bu. Sağ taraftaki duvar Aynalıkavak Kasrı’na ait. Takip edildiğinde Donanma Caddesi’ndeki giriş kapısına kadar götürüyor. 

Bu saray 17. yüzyıl başında yapılmıştı, ama bugün gördüğüm şeklini 19. yüzyıl başında, III. Selim döneminde aldı. Haliç’in güney ve kuzey kıyılarına çeşitli dönemlerde saraylar yapılmıştı. Aynalıkavak bunların en büyüğüdür ve günümüzde kalan tek Haliç sarayıdır. 

Kıyıdan Okmeydanı'na doğru genişleyen ve “Hasbahçe” adıyla anılan büyük bir korunun kıyısındaydı. Çoğu Osmanlı sarayı gibi bu da, padişahların eklediği yeni binalar ve köşklerle genişlemiş, büyümüş, sonra da, Osmanlı'nın genel talih çizgisine uyarak, yavaş yavaş harap olmuş, küçülmüştür. Böylece, bugün müze haline getirilen, III. Selim'den kalma Hasbahçe köşkünden ibaret kalmıştır. Evliya Çelebi, Aynalı kavak önünde çok zengin istiridye yatakları olduğunu anlatır. “Hey gidi günler! 

E, o kadar yokuş tırmandım, ter akıttım. Bir kahveyi hak ettim, değil mi? 

[📷 Aynalıkavak Kasrı, (Nostalji Kolaj).] 

Aynalıkavak Kasrı’nın bahçesi tam bir huzur vahası. Musikişinas padişah III. Selim’in de huzur için burayı tercih ettiği rivayet edilir. Kasrın altında küçük bir musiki müzesi de bulunuyor. Burası ünlü Tersane Sarayı’ndan bugüne kalan tek yapı olduğu söyleniyor. İlk yerleşime dair tevatür bol. Evliya Çelebi başka bir şey söylüyor, Nâimâ başka bir şey. Adına dair tevatürler de öyle. Varsayalım “Venedik Cumhuriyeti’nden hediye gelen kavak kadar uzun aynalar”ı doğru kabul edelim. 

Kasır, Lale Devri’nin gözde mekânlarından biridir. Sultan III. Ahmet’in dört oğlu için yaptırdığı sünnet düğününün bir kısmı burada kutlanır. 15 gün 15 gece süren şenlikleri, bugüne kalan Surname-i Vehbi’den günbegün izleme şansına sahip olmak kıymetli bir kısmettir. Levni’nin minyatürlerinde Aynalıkavak kasrı başrollerden birini sahiplenmiştir. 

Şenliklerin en etkileyici gösterisi kasrın önünde gerçekleşir. Gemilerin direkleri arasına gerilmiş iplerin üstünde raks eden çengiler ve dört tekerlekli bir araba görünür. Arabanın içinde genç ve güzel bir kadın, önünde şahane bir at ve atın üstünde yakışıklı bir seyis... Tanık olanlar ne hissetmiştir acaba? 

Şimdi Aynalıkavak’tan çıkma vakti. 

[📷 Camialtı & Taşkızak Tersaneleri, Kasımpaşa, (Nostalji Kolaj).] 

Çıkıyor ve Kasımpaşa’ya doğru iniyorum. Deniz kıyısında Camialtı ve Taşkızak tersanelerinin platonik vinçlerini görmek mümkün. 

Keskin dönemeçlerde inişimi yaparken, bir zamanların Bahriye Nezareti yanından geçiyor ve Bahriye Caddesi’nden Turabi Caddesi’ne bağlanıyorum. 

Caddeye namını veren Hz. Turabi Baba’nın Türbesi & Kütüphanesi karşı köşede yer alıyor. Ama bugün o yöne sapmıyorum. (Zaten bu tur bir anlamda hızlı ön keşif turu. Daha sonra daha farklı bir rota ile buraları hallaç pamuğuna çevirecek girmedik, tarih ve kültür mekânları bırakmayacağım. Zira az önce değindiğim gibi Kâğıthane’nin & Kasımpaşa’nın içlerinde yok, yok.)

Sarkis Balyan imzalı Bahriye Nezareti (Deniz Bakanlığı) binası ise 1869’da inşa edilmiş. 1953’ten bu yana K.D.S.K. (Kuzey Deniz Saha Komutanlığı) binayı kullanıyor. 

[📷 Kasımpaşa’dan Azap Kapı’ya, Unkapanı Köprüsü’nden Eminönü’ne, (Haziran 2018).] 

Kasımpaşa içlerine girerek etkileyici tarihi eserleri görmeyi şimdilik erteledim ama kafamın içinde tilkiler dolaşmıyor değil. Bakalım neye niyet, neye kısmet? Öyle demişler büyükler. 

Karşıya geçip Bahariye Caddesi’ni takip edersem, semte adını veren Güzelce Kasım Paşa Camisi’ni görebilirim. Biraz daha ileri gidip Piyale Paşa Bulvarı’nda pedallamaya devam etsem bu kez de semte yine adını veren bir başka camiye, Piyale Paşa Camisi’ne ulaşabilirim. Biraz dolambaçlı da olsa 2 km kadar bir uzaklık sonrasında ulaşılıyor. 

İlber hoca, vakti zamanında Haliç’ten camiye giden bir kanal olduğundan söz ediyor. 

Ben şimdi sahile dönüyor ve biraz ilerideki Cezayirli Hasan Paşa parkının önünde duruyorum. Kapıdan içeri doğru süzülünce, parkın içinde Cezayirli Hasan Paşa’nın bir heykeli ile karşılaşıyorum. Yanındaki aslan da yüzünü deniz yönüne çevirmiş. Niye mi? Çünkü, 2016 yılında, yolun öbür tarafında bulunan ve paşanın adını taşıyan kışlayı yerle bir etmişler. Paşa kesinlikle küsmüştür. İyi ki kışlanın avlusundaki cami duruyor da bir teselli amortisi sunuyor arayanlara. 

İstanbul böyledir. Tam can sıkacak bir şey olurken, birdenbire güzel bir şey çıkartır meydana. İşte, caddenin adı Evliya Çelebi’ye döndü bile. Adı güzel, yazdıkları güzel; tüm bu teheyyücü ciğerlerime çekebilir, onun hatıralarıyla coşabilirim. 

Şu anda yükselen kalp çarpıntısının damarlarımdan akıp kulaklarıma bir tinissüs gibi inceden vızıldadığı heyecanımdan karşımda duvar gibi dikilen bayırı süratle tırmanabilirim. :))) 

Sert bir yokuş bu. Eğim bir anda barometreyi patlatacak kadar yükseliyor, %18 oluveriyor. Zaten öğle sıcağında termometrem tavan yapmış durumda, ne cıva kaldı ne yaka düğmesi. Ama 300 metre sonra kendimi zirvede buluyorum. Aaaa, ne çok tanıdık bir yere çıkmışım meğer! Tarlabaşı, az aşağısı Azap Kapı... Artık buradan aşağıya salacağım Pire🚲’yi. Sola yanaşıp alt geçitten geçebilirim. Ama hayli riskli. Daha fazla heyecan yaratmaya hiç gerek yok. Tamam. Sağdan gidersem belki cüzdan bulurum diye sağdan sağdan... Haliç Tersanesi’nin yanından iniyor, bir su gibi Unkapanı Köprüsü’ne akıyorum. 

Yolculuğumun başında, üstünden geçmemiş, ama geçer gibi yapıp karşıya atlayıp Azap Kapı’ya oradan da Galata Köprüsü’ne ilerlemiş ve turumun o noktasından itibaren Cibali’ye doğru devam etmiş köprünün altından geçmiştim. Şimdi de üstünden geçeyim bari. 

(*) Aslında bu noktada bugünkü gezimi bitirebilirdim. Fakat şimdi farklı bir şey yapacak ve hiç programımda yokken kafamdaki tilkileri sevindirecek hınzır bir düşünceyle Eminönü’ne devam edeceğim. Hedefim Gülhane Parkı. (Ancak bugünkü programla karışmasın diye bu güzergâhın sayısal verilerini dâhil etmedim. Ve Gülhane gezisini bir başka dosya ile teyelledim.) 

[📷 Haliç, (Haziran 2018).] 

Vay be, şimdi ben gerçekten teeeee oralara kadar uzandım mı? Helal olsun bana. Kocaman bir çember çizdim, Haliç’i döndüm geldim... 

Unkapanı Köprüsü’nden Haliç... 

[📷 Eminönü, (Haziran 2018).] 

Eminönü Meydanı her zamanki gibi kuru kalabalık. Buraya kadar toplam 33 km, Mecidiyeköy gelişini de eklersem 40 km yolculuk yapmışım. Şimdi sırada hesapta olmayan Gülhane Parkı var...

[📷 Eminönü, (Haziran 2018).] 

Bir sonraki Gülhane gezimi başlatacağım nokta burası, yani Eminönü Meydanı olacak...

(*) Bu gezinin rota, yerleşim planları ile tarihi & kültürel eserlerin, yapıların, müzelerin vb. tanımlamalarında başlıca faydalandığım kaynaklar:

**“İstanbul ~ Tarihi & Turistik Noktalar Rehberi”, Arkadaş Yayıncılık.

**“İstanbul ~ Gezi Rehberi”, Murat Belge, İletişim Yayınları.

**“İstanbul ~ Bisiklet Rehberi”, Aydan Çelik, Hil Yayınları.

**“İstanbul Kazan Ben Kepçe”, Sermet Muhtar Alus, Kırmızı Kedi Yayınları.

**“%100 İstanbul ~ Tarih, Mekan & Sırlar”, Erk Acarer, İnkilap Yayınları.

**“İstanbul’u Dolaşırken”, H. Sumner & J. Freely, Pan Yayıncılık.

**“A History of Ottoman Architecture”, Godfrey Goodwin, Thames & Hudson Yayınevi.

**“Anlat İstanbul”, Haldun Hürel, Kapı Yayınları.

**“Bir Şehri Yok Etmek”, Emine Uşaklıgil, Can Yayınları.

**“Tarihimizde Kahramanlar”, Reşad Ekrem Koçu, Doğan Kitapçılık.   

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR 

Rota: Haliç Boyunca İstanbul Tarih & Kültür Turu

Tur Tarihi: 03.06.2018; Pazar 

ROTA: Mecidiyeköy >> Harbiye >> Taksim >> Karaköy >> Eminönü >> Cibali >> Fener >> Balat >> Ayvansaray >>  Eyüp >>  Pierre Loti >> Silahtarağa >> Sadabad >> Kâğıthane >> Sütlüce >> Aynalıkavak >> Kasımpaşa >> Eminönü (V) 

Güzergâh Seyri: Mecidiyeköy >> Mecidiyeköy Yolu Cad. >> Mezarlık Cad. >> Mezarlık Cad. >> Abide-i Hürriyet Cad. >> Şişli >> Halaskargazi Cad. >> Taksim >> Tarlabaşı >> Tepebaşı >> Azap Kapı >> Karaköy >> Galata Köprüsü >> Eminönü >> Ragıp Gümüş Pala Cad. >> Zindan Han >> Baba Cafer Kulesi >> Ahi Çelebi Camisi >> Haliç Metro Köprüsü >> Süleyman Subaşı Camisi >> Unkapanı Köprüsü >> Cibali >> Kadir Has Üniversitesi >> Özlem Parkı >> Cibali Kapısı >> Fener İskelesi >> Park İçi Yolu >> Fener >> Şair Nedim Parkı >> Abdülezel Paşa Cad. >> Akşemsettin Parkı Adacığı >> Kadın Eserleri Kütüphanesi >> Camhane >> Bulgar Kilisesi >> Tur-i Sina Manastırı >> Panayia Balinu Kilisesi >> Kırk Ambar Sk. >> Demetrios Kanabu Rum Ortodoks Kilisesi >> Balat Park İçi Yolu >> Balat İskelesi >> Balat >> Or-Ahayim Balat Hastanesi >> Park İçi Yolu >> Ayvansaray İskelesi >> Cemil Meriç Görme Özürlüler Parkı >> Haliç Parkı >> Ayvansaray Cad. >> Ayvansaray >> Ambar Sk. >> Kuyu Sk. >> Blaherna Ayazması >> Ayvansaray Cad. >> Haliç Köprüsü >> Yavedud Cad. >> Ya Vedud Camisi >> Defterdar >> Defterdar Camisi >> Feshane >> Cezeri Kasım Camisi >> Eyüp Belediyesi Tarihi Bina >> Kızıl Mescit Camisi >> Zal Mahmut Paşa Camisi >> Selahi Mehmet Camisi >> Hz. Halit Blv. >> Eyüp >> Eyüp Sultan & Türbeler >> Fahri Korutürk Cad. >> Kırkmerdiven Cad. >> Pierre Loti Tepesi >> Karyağdı Bayırı >> Karyağdı & Kaşgari Tekkeleri >> Bahariye Cad. >> Tekke Park İçi Yolu >> Şah Sultan Camisi >> Mevlevi Tekke Camisi >> Eyüp Hastanesi >> Derme Park İçi Yolu >> Fil Köprüsü Cad. >> Silahtarağa >> Silahtarağa Cad. >> İgdaş Parkı >> Alibeyköy Deresi Köprüsü >> Kâğıthane Deresi & Sünnet Köprüsü >> Kazım Karabekir Cad. >> İmrahor Cad. >> Sadabad Viadüğü >> Osmanlı Arşivi Binası >> Atiye Sultan Sarayı >> II. Abdülhamit Çeşmesi >> Cendere Vadisi >> Kâğıthane >> Daye Hatun Sıbyan Mektebi & Camisi >> Süvari Karakolu >> Hasbahçe Mesire Alanı >> Lalezar Sk. >> Park İçi Yolu >> Sadabad Mesire Alanı >> Sadabad Sarayı >> Kâğıthane Açıkhava Müzesi >> Çeşme-i Nur >> Kâğıthane Belediyesi >> Sadabad Camisi >> Tarihi At Ahırı >> Sünnet Köprüsü >> İmrahor Cad. >> İBB Nilüfer Parkı >> Nuri Killigil Parkı >> Miniatürk >> Haliç Üniversitesi >> Karaağaç Cad. >> Haliç Kongre Merkezi >> Tünel >> Sütlüce Parkı >> Sütlüce >> Kumbarahane Cad. >> Halıcıoğlu Parkı >> Hasköy Cad. >> RMK Müzesi >> Hasköy Parkı >> Aynalıkavak Kasrı >> Hasbahçe >> Donanma Cad. >> Deniz Hastanesi >> Melek Sk. >> Kasımpaşa ~ Hasköy Tüneli >> Cezayirli Hasan Paşa Parkı >> Kasımpaşa >> Turabi Baba Cad. >> Evliya Çelebi Cad. >> Refik Saydam Cad. >> Azap Kapı >> Unkapanı ~ Atatürk Köprüsü >>  Eminönü (V)... 

Turun Niteliği: Bisikletle İstanbul Tarih & Kültür Turları 

Toplam Tur Mesafesi: 40 km (1. Mecidiyeköy >> Taksim & Karaköy: 7 km) & (2. Galata Köprüsü >> Haliç Turu: 33 km)

Toplam Bisiklet Mesafesi: 40 km

Toplam Araç Mesafesi: 0 km 

Kullanılan Ulaşım Aracı: YOK

Toplam Tur Zamanı: 10 saat 30 dakika (07:00~17:30)

Toplam Bisiklet Zamanı: 5 saat 30 dakika; Yürüyüş, Molalar & Ziyaretler: 5 saat 

Hava Sıcaklığı: 23°C (Güneşli) 

***…*** 

(*) Önceki Makale: Metropol Denilince İstanbul, Rota Denilince Tarih

(*) Sonraki Makale: Bisikletle Gülhane Parkı’nda Güllerle Buluşmaya 

Bir sonraki “Gülhane Parkı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Bisiklet   

***…*** 

[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ] 

>>> [iÇERİKdİZİNİ] 

***…***