İstanbul’da terk yollar bayramı sürüyor. Çukurlu, çukursuz asfaltlar haliyle bize göz kırpıyor. Uzun haftalardan bu yana ilk kez bizim şehirlerarası yollardan 10 gün uzakta kalmak; bir şehri İstanbul tiryakisinin 10 gün zarfında sabahları içi boş bir tatlı tabağıyla çevresine bakıp durmasındaki garip ve görünmez bir özlemi yaratıyor bendenizde...
Ve nihayet Sarıyer... Sarıyer’deki tarihi muhallebici mezosferi, sokak kenarına doğru dizilmiş alafranga masalar, sandalyeler ve hemen karşısındaki bir tutam mavi patiskayla benim sevgili motorsuz, aküsüz Pire🚲’m.
Bir velespitin can kokpitinden; vazgeçtiğim dünya nutuklarıyla gönülsel ve gövdesel kırgınlık tayfunlarını; bazen büyük bir şehrin karbondioksit solumayan parkları, oksijen gazı ağzı bağlı bir çuvala sıkışmış ağaçlık alanları, başıboş fukara köpeklerden geçilmeyen koruları, tepelere baktıkça ucube, çirkin yapılardan görünmez olan sırtları, o sırtlarda yemyeşil bakir alanları bile hayal ötesi görünmüyor. Sadece beyaz bulutlar ve bulutların üstünde bir velespit ve velespitin konforlu pilot köşkü. Ah, bir de aşağısında yeryüzünün çirkinliklerine inat vücudunu iyiliklere, güzelliklere açmış bir özgür mavilik. İyi ki şu bir uçtan diğer uca uzayıp giden Boğaz var.
İşte şehrin tarihi strüktüründen uzak bir Boğaz Kıyısı ile Kazandibi’nin nazik davetleri sonucu; gidiş dönüşlü 40 kilometreliğine bir kokpit seyriyle yarenlik duygusu... Yerde, kimi zaman asfalt yolda, kimi zaman kaldırım üstünde, bisiklet yolu olan, olmayan ve fakat çoğu kıyıda ölesiye sevdiğim denize 1 metreden daha az bir mesafeden akrabalıkla belki gün boyu sürecek bir Boğaz seyrüseferi. Ucunda ödül olarak bir tabak dolusu beğendiğim tatlı türü. Yeme de yanında yat denilecek cinsten.
E, gelin de böyle bir turneye çıkmayın...
Böylesine mide zillerini ayağa kaldıracak kadar davetkâr olan bir davet hiç geri çevrilir mi?
Üstelik kokpit dememe rağmen, ve bendeniz hem kaptan pilot, hem yardımcı pilot, yerden 10 bin metre yükseklikte olmadığım, önümde tüm genişliğiyle kavisli bir camın, yan pencerelerle de öpüştüğü 2 koltuklu bir mekânın olmadığı... Ancak sahibine rezerve edilmiş şahsi tek koltuğu ve bir pilot hissiyatıyla öndeki irili ufaklı düzinelerle kadran, havadaki boşluğa doğru da uzanmakta.
Gezenti velespit pilotlarının yaşadıklarını yaşamadan, ne kadar anlaşılabilir ki takvimlerin nanik yaptığı yeryüzü yaşamları?
“Öyle diyorsun değil mi, güvercin kuşu?”
Güvercin kuşu cevap vermiyor, düşünüyor.
Yoksa bir derdin mi var senin? Kimseye açamadığın bir dert, belki kendinin de bilmediğin bir dert. Bir sebepsiz sıkıntı, bir bıkkınlık, bezginlik, yaşamaktan tat almamak gibi bir şey. Yok, canım zannetmem...
Sakın âşık maşık olmasın bu güvercin kuşu? Bir kız seviyor, kız yüz vermiyor. Atlatıyor, aldatıyor, başkalarıyla geziyor. İlahi güvercin kuşu, başka kız mı yok. Daha ne kadar güzellerini, incelerini, seni anlayanlarını bulursun. Bak çevrene, tonlarcası seni beklemekte. Söyle bakalım, sahiden âşık mısın?
Hiç sesi çıkmıyor güvercin kuşunun.
Belki de memleket işlerine efkârlanıyorsun... A be n’olacak bu gidişat diye düşünüyorsun...
Cevap vermiyor güvercin kuşu, derinlere dalıp gitmiş olacak.
O kadar çalışıp çabalıyorsun, eline avucuna geçen kırıntıları eve götürüyorsun, makbule geçmiyor. Bunlara kırılıyorsun. Belki de hakaret ediyorlar sana. Allah belanı versin, gözün kör olsun falan diyorlar.
İçlenme, böyledir bu işler. Uyuşmak zordur hayatta...
Bu güvercin kuşu da amma kapalı kutu. Hiç cevap vermiyor. “Peki, nasıl istersen öyle olsun.”
Tam burada çeşitli kareler alırken, bir adam, Lübnanlı bir turist, yanıma yaklaşıyor bir şeyler söylüyor. Arapçam yok. Anlamıyorum kendisini. Sonra kızı olduğu anlaşılan genç geliyor, elinde kamera, babasının benimle birlikte bir fotoğraf çekilmemizi rica ediyor. Hay, hay diyorum. Orta Doğu’da meşhur olacağım yani, hiç reddeder miyim? İki poz çekiyor, kız. Ama neden benim hiç aklıma gelmiyor, bir de benim kamerayla çekilmek? Onlar gittikten sonra aklım başıma geliyor, “tüh” diyorum...
Otobüslere doluşan turist kafilelerin yanlarından geçerek Muallim Naci Caddesi’nden Kuruçeşme’ye doğru hareket ediyorum. Jöleli Giant eldivenlerin koruduğu pamuk ellerimin lövyeye gidişi... Önümdeki yarım daire direksiyon... Şöyle pistten hızlanarak giderken birden havalanıverme... Ruhu şad olsun, Tanzimat edebiyatçısı, hem de şair öğretmen ve eleştirmen olan şahsiyetin adı verilen ıssız yolda kanatları takmış havalı havalı gidiyor Pire🚲. Kürsülerde nutuk, meydanlarda slogan atarak havalanmaya benzemeyen somut bir havalanma... Bir yığın fotoğraf dışında ne roman, ne şiir, ne resim, ne müzik özdeşleşmişti velespit yaşamıyla; bir turistliği hariç... Çünkü velespit olmakla gezginliğin doğum tarihleri, neredeyse aynı.
O nedenle de kokpit, bambaşka bir yaşam serüveninin kuluçkalığı... Mevki sahibi olarak değil, gezenti pilot olarak yükselmenin lezzetini eşsiz bir sevgiliyle paylaşma, bendenize büsbütün özelletiyor benim mütevazı motorsuz yârimi...
İşte bu iskele, bu burun... Oldu bitti ‘akış’ diye sayıkladığım her konuda, akış yoksa olmaz bir şey diye gördüğüm Arnavutköy. Zorla güzellik olmaz, ama akışı yakalamak da maharet ister, cesaret ister... Tıpkı Marmara’nın serin sularının bu burundan geçerken çıkarttığı köpükler gibi... Sözcüklerin ve yaşamın akışını, kendini sözcüklere ve yaşama bırakmadan nasıl bulabilirsin ki? Sonra, bir zamanlar severek yaşadığım şehri, yeniden fakat başka türlü yaşarken gerçekte yeniden yaşıyormuş gibi hissetmeye başlıyorum, o hayat bulan cümleler ise doğduğum yerde olmayan başka cümleleri, imgeler başka imgeleri çağırıyor. İşte bu diyorum Pire🚲’ye, şimdi anlamaya başlıyorsun beni, kanatlanarak...
Ne kadar zamandır uzaklara, maziye daldığımı hatırlamıyorum, sözüm ona güneş doğmuş ve batmış. Edebiyat zevki denilen şeyi hatırlamanın etkisiyle belki de, gerçekte uzun zamandır bu şehrin yeni hayatından, yeni çehresinden tat alamadığımı fark ediyorum.
Velespit yalnızlık duygusunun en olumsuz halidir. Doğadaki ender sapmalardan birisidir. Çünkü onun tarifsiz duygusallığı bizzat cansız oluşa en büyük tehdittir.
Pire🚲 mi?
O yapay olandan daha fazla doğal olana düşkündür. Alüminyum kadronun icadıyla kendi özünü bulmuştur. Her şeyin doğalının, taklitsizinin, eğilip bükülmeyebilen halinin iyi olduğuna inancı alüminyumun icadından sonra daha da artmıştır. T6 ileri teknolojisi onun en büyük icadıdır. Bir tür olarak bisiklet sevdamı elektrikli veya mazotlu aletten daha fazla dönüştürmüştür.
Onun acayip yol duygusallığı... İnsan seven, kızan, nefret eden, şefkat gösteren ve şefkat gösterirken, severken katledebilen tek yaratık olan insanı anlamaya çalışan çok özel bir Darwin türüdür (!)... İnsan için insanı, hayvanı ve doğayı katledebilecek kadar riyakâr olan insanı çözümlemeye çalışan en sevimli yoldaşımdır. Akşam başımı sevgiyle okşayıp, sabah onlarca kilometre kat edeceği talimatları rahatça alabilendir. Çok sıkışırsa yakama yapışıp bendenize âşık olduğunu her saat anımsatandır. Aşk kendi aklının ve bedeninin temize çekilmesidir ki çok az bisiklet türü bunun farkındadır ve bu nedenle aşka inanan çok az velespit cinsiyeti kalmıştır.
Ağladığı olmuştur ama hüzün denilen duygu -dünyaya benim için gelmiş olmanın ağırlığını hatırlatırcasına- en hâkim duygu olarak göğsünün orta yerinde en komik biçimde durmaktadır. Gülmek ikimize de yakışır ve biz ikimiz en çok ağlamayı değil, gülmeyi sever öne çıkartırız. Örneğin kalp krizi bir hüzün atağıdır. Ya beden ya da kalp, ya bu dünyanın ya da bu dünyayı hoyratça yaşayan aklın yükünü artık çekememiştir. İnsana özgüdür. Oysa çatlaklık ruh hali, kıpır kıpır bir gülme krizidir. Hem yürek, hem vücut, dünyayı takmadan gezebilmenin yükünü hafifletecek sırra kavuşmuştur. Pire🚲’ye ve gezenti kimliğime özgüdür.
Deliliği “sınırları taşkınca aşmak” olarak kodlayıp, bizzat onu övdüğünü sanırken onu hapsedebilen “güdük” aklın yalnızca yararsız ve çürük insana ait olduğunu bildiğimizden biz deliliği pek över, çılgınlığımızla övünürüz.
Beyaz bulutların içinde bir kokpitte bir sevgili velespitle, sade kahve eşliğinde 1 tane de purocuk içivermek... Dumanını tüttürmek maviliklere...
Iıııı... Sen ne biçim bisikletlisin, ne acayip örnek oluyorsun genç bisiklet sevdalılarına, yolcularına diyen sesler surları deliyor gibi gelse de bu benim hayatım, kimseye örnek olduğum filan yok. Canım çeker puro da tellendiririm, canım çeker bir cep viski şişesini de boca ederim... Hayat bana güzel... Sorumluluk bana ait...
Neyse yine kavuşuyorum aküsüz pedallıma... “Gözüne göz, dişine diş” mezbahalarıyla, binbir çürütmeciliğin göbek attığı bir beceriksizlik bataklığında; mevki sahibi olma ve sahip olduğu mevkii yitirmeme dalaşlarının acıklı manzaraları. Ve o canım insan enerjilerini, kanlı bir cenazeye çevirerek, üstüne işeyen Azrail.
Ne o, yoksa az önce Aşiyan’dan geçmiştik, öyle değil mi? Doğru. Kim bilir 2018’in ilk altı ayında neler yaşanacak? Ya diploma töreninin bittiği tarihten itibaren yaz-gülü 2018’de? Ya 14 Şubat 2028'de?
Sevimsiz ve suratsız II. Köprü’nün altındaki meşhur Zeki Paşa Yalısı, II. Abdülhamid’in sadakatli adamlarından Zeki Paşa için 19’uncu yüzyıl sonlarında, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurucusu, İstanbullu Levanten asıllı mimarbaşı Alexandre Valluary tarafından yapılmış. Barok tarzı yalı, ‘dünyada satışta olan en değerli emlak’ olarak biliniyor. Tekneyle Boğaz Turu yaparken ön cepheden fotoğraflamak lazım.
400-500 metre kadar ileride İTÜ Korusu’nun karşısında, bize göre sağ kolda Oba Park & Cafe çıkıyor yolumuza. 15 yıllık mazisi var buranın. Hemen yanındaki Oba Restoran’la sahipleri aynı olmalı.
Az biraz ileride, TC Sağlık Bakanlığı’na bağlı “Metin Sabancı Baltalimanı Kemik Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi”ni görüyoruz. Ne zaman bu hastanenin de önünden geçsek bütün kemiklerim ürperir. Pire🚲’ye pek çaktırmıyorum ama yine aynı soğukluğu hissediyorum. Aslında bir defa olsun cesaret edip içeriye girip görmem lazım; biraz avlusunda dolaşmak ve belki sarayın içine de göz atmak için. Aman hastalık için gitmek zorunda kalmayalım da... Sırf meraktan... Turistik gezi ve görme amaçlı...
Vakti zamanında (19.yy) buraya Mustafa Reşit Paşa tarafından ‘Baltalimanı Sahil Sarayı’ yaptırılmış. Hariciye Nazırlığı döneminde Paşa, ünlü Baltalimanı Antlaşması’nı burada imzalamış. Biraz tarih olsun, fakat hatırlamakta ziyan yok, Mustafa Reşit Paşa ayrıca Tanzimat Fermanı’nın yayınlanmasını da sağlayan önemli isim. Sonrasında burada Sultan Abdülmecid’in kızı Fatma Sultan yaşamış ve bir süre göz hapsinde tutulmuş. Daha sonra II. Abdülhamid’in kızı Mediha Sultan’a tahsis edilmiş. Mediha Sultan’ın Damat Ferit Paşa’yla evlenmesiyle bir süre Paşa’nın ismiyle anılmış. Elbette ‘Tanzimat’ dönemi, Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşma temennisinin bir göstergesi. Bu makrohedef, kendisini mimari alanda da gösteriyor. İşte Baltalimanı Sahil Sarayı bu modern çabanın ilk örneklerinden. Velhasıl Cumhuriyet dönemi başlarında bir ara ‘Balıkçılık Enstitüsü’ olarak kullanılmış, sonrasında hastaneye çevrilmiş. 1990’lı yıllarda kapanma eşiğine gelse de, milenyum yılında Sağlık Bakanlığı girişimi ve Kayserili işadamı Sakıp Sabancı’nın şahsi katkılarıyla restore edilip 2001 yılında bugünkü adıyla anılmaya başlanıyor.
Gerek bu hastane, gerek Emirgan’daki atlı köşk (Sakıp Sabancı Müzesi), Baltalimanı’ndan Emirgan’a ve hatta Tokmakburnu’na kadar uzayan caddeye verilen adla da Anadolu burjuvalarımızdan Sabancı ailesini ebediyete taşıyor. Herhalde hiç kimse onun komik konuşma tarzını ve Türkçeyi gönül rahatlığıyla katleden işveren telaffuzunu unutamaz.
Bu hastanenin hemen karşı çaprazında, Balta Limanı Çayır Caddesi’ne komşu parselde, genelde gözden kaçan bir mekân var. Ama bu gözden kaçırma bize işlemiyor. Çünkü üç dört hadiseden sonra ‘Fındık’ lakabı taktığımız kahverengi renkli sokak köpeği bizi kovalamazsa içi rahat etmiyor. Burası 2006 yılında İBB ile kardeş şehir Shimonoseki Belediyesi işbirliğiyle yapılmış çok enteresan, göze muhteşem hitap eden bir Japon Bahçesi. Valla fırsat bulup ne zaman kapısından içeri girsem, kendimi bir anda Tokyo’da filan hissediyorum. Bahçenin o kendine has Uzak Doğu huzuru ve dingin ortamında gezinmek ruhumu tazeliyor sanki.
Emirgan Korusu’nu geçiyorum. Bu ayın başında yaptığım “Korular İçinde 1 Pire” İstanbul turlarımın başlangıç noktasıydı Emirgan. Derin bir nefes alıyorum o artık lalelerden eser kalmamış sırtlara binmiş yokuşlara bakarken. Mevsimi çoktan geçti onların çünkü. Oysa nasıl da batıp batıp çıkmıştım “hiking & piknik” yaptığım bir gün.
Tokmakburnu İETT durağının oralarda muazzam bir vapur görüyorum. Bana çocukken hediye edilen, 70’lerdeki oyuncak ahşap vapurlarımdan birine benziyor. Neredeyse tıpkısının aynısı. Fotoğraflıyorum tabii. Az ileride İstinye İskelesi görünüyor.Hemen alt katta, duvar dibinde eski bir tekneyi onarmaya çalışan bir aile ile burun buruna geldiğimi az sonra fark ediyorum. Ne meraklı taze, diye söylenmişlerdir eminim. Şahsen ben fotoğraf çekerken etrafımla pek ilgilenmem, hatta o anda kadraja kim girmiş, kim girmemiş umursamam. Çekerim. Hoşuma gidenleri paylaşırım. Hoşuma gitmeyenleri arşivlerim. (Zaten bunları çektiğim fotoğraflardan görüyorsunuzdur.)
Buradan trafik lambalarının bulunduğu kavşağa, İstinye-Çubuklu feribot iskelesinin bulunduğu sapağa kadar öyle bir tırmanış yapacağım ki bana diğer taraftaki İstinye Bayırı’nı aratmayacak. Anlaşılan Sabancı abi bu yolun eğimini vakti zamanında iyi ayarlayamamış. Şaka tabii. Abartıyorum biraz. İstersem biraz efor harcayarak velespitim üzerinde çıkabilirim. Kilitlerim maşayı, atarım küçük vitese, yallah... Ama ne gerek var. Canım ayaklarım açılsın, popom biraz dinlensin diyor. Alıyorum Pire🚲’yi elime, itekleyerek çıkıyoruz birlikte.Yani bu yazı sayesinde Kayserili işadamını belleğime kazıyorum ya, aferin bana... Kimi sosyalist yoldaşlarım kızacaklar bana, ne anıyorsun bu adamın adını diye; ama hiç öyle değil işte. Kabahat bende değil ki. Herhalde en fazla bizim memlekette meraklıyız sokaklara, bahçelere, yapılara birilerin adını vermeyi. Daha geçen gün benim yakada pedallamamış mıydım o hiç sevmediğim zat-ı muhteremin adının yakıştırıldığı cadde kıyısında... Tabi ki de Turgut Özal’ı kastediyorum...
Oysa doğanın nice tonları var; grinin elli tonu gibi... Koy... koy... koy...
Tanju Okan mı çalıyor kulaklarımda?.. “Değişmez sorumuz.. Nedir ki sonumuz?.. Toprak değil mi erkeni geçi.. Aldırma sen doldur be meyhaneci.. Koy koy koy koy koy.. Koy koy koy koy koy.. Doldur bak efkarlandım yine bu gece.. Koy koy koy koy koy.. Koy koy koy koy koy.. Dostlar gitmeden gizlice.. Çok ülkeler gördüm.. Çok diyarlar gezdim.. Öğrendim âlemin sırrı nedir.. Dünyanın merkezi bu meyhanedir..”
Ne yapalım yani?
Önce kan basıncımı dengeleyerek, kalp ve nabız atışlarımı kontrol altında tutarak yokuşu tırmanıyorum. Sonra da pupa yelkenlerimi açıp basıp geçiyorum, bayır aşağı, sağa dönemeçleme ve tenha kaldırımdan İstinye İskelesi’ne...
“Uzay Çağı”ndayız ya, ille de yerin dibine geçme telaşı içinde bazı insanlar. Hani o kadar yol var, kaldırım genişliği, maddi bütünlük var, fakat yine de kenara çekilmek hiç kimsenin aklına gelmiyor. Karşımdan gelen sürüyse üstüme çıkacaklar bir kamyon gibi. Destuuuurrr!! Bu hayvansal içgüdü, bu hayvani davranış sokak hayvanlarında bile yok! İster istemez şu soruyu sorduruyor insana beyaz ekran üstünde: “E, kardeş, nereye varmak ve kimlerin saltanatına gübre olmak için bu koşturmacanız?”
Neyse. Kimseyle kavga edecek değilim. İçimden tükürüyorum böyle şahsiyetsiz şahsiyetlere. Ve bir dirhem solukluk için mola veriyorum. Üstelik İstinye’nin manzarasını da arşivleme zamanı...
Mola sonrası Köybaşı Caddesi’nden Yeniköy’e devam etmek üzere asfalt yola çıkıyorum. Jilet gibi sıyırırcasına bisikletli genç bir kız geçiyor yanımdan. Öyle bir gidişi var ki, minibüs şoförlerini aratmayan türden. Üstelik kaskı da yok. Gözüm onun üstünde. Aman bir şey olmadan şu daralan yolu atlatsın da... Fakat o ne? Fırtına gibi gidiyor. Şu seyyah, göçebe yollarımızda hiç böylesine rastlamamıştım. Rüzgâr kız. Vışşş. Az sonra da gözden kayboluyor. İzi kalmıyor. Bense daha yokuşu tırmanmakla meşgulüm. Offf, yaş almış dizlerim.
Yerde otomobil gibi giden, denizde tekne gibi yüzen ve havada da uçak gibi uçan bir bisiklet yapmayı gerçekleştirmek, daha yararlı değil mi? Öyle bir araca sahip olunduğunda, ne kentlerin trafik sorunu kalır, ne de -zaten bireyler için çok da uzun olmayan- zamanı boşuna yitirme sorunu.
Bir de kendini çok beğenmiş bir kitle ile karşılaşıyorum. Onlar laf atma ustalığını beceriyle gerçekleştirecek kadar cibilliyetsizler. Evet, sıradan insanmış görüntüsü arkasında lacivert suların bile yıkayıp paklayamadığı Darvin türlerinden bir başka örnek... Onlar hep, cennetten alelacele kovulanların duyduğu yoksunluk ve sahipsizlik hissiyle dolu ve öyle de kalacaklar. Ve bu his bir azizle bir orospu arasındaki tek ve en müthiş benzerlik. Aklı, çok nadiren akıllıca işler yapabilen küçük bir özelliği ise es geçmeyelim. Kendinden başka hiçbir canlıda olmadığını sanacak kadar aptal, bütün diğer akılları küçük görecek kadar kibirli olma hali.
Hiç kuşku yok bu türün merhum ataları tarihleri boyunca rahatça öldürmüş, katletmiş, yok etmiştir. Yani en azından ben ve Pire🚲 böyle düşünüyoruz. Bir gıdım şüphemiz yok mesela. Normal insanın en çok korktuğu ve kaçtığı tek yaratık, bu nedenle, yine ‘cins’ insan olmuştur işte. Şatafat gördüğü her katliamını kutsallarla süslemiş, kutsallarla üzerini örtmüştür.
Erkek cinsi böğürmektedir. Yanındaki kızlar ise fingirdeyerek kıkırdamakta onun tavrını doğru bulmaktadır. Bu benimseyici bakış açısı bile bu türlerin karşı cinslerini bir poligonda birleştirebilmeyi başarmıştır. Umursamıyorum tabi ve yanıt dahi vermiyorum. Biliyoruz ki hayvan, onlar için ötekidir, ağaç ötekidir, ‘insansı görüntü’ olarak yaptığı her gösterişli çaba kendi ahlaksız vicdanlarını rahatlatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Filmlerde de görüyoruz bu türleri...
İnsan cesedi yemese de, hayvan cesetlerini süsleyerek ve soslayarak, ağzını şapırdata şapırdata yemeyi öğrenmiş bir kütleden bahsediyorum elbette. Yalan değil, kendi koyduğu bütün sıralamalarda hayvandan yukarıdadır ancak yine kendi koyduğu bütün ahlaki ve etik ölçütlerde en vahşi hayvandan bile aşağıdadır ve hatta yerlerde sürünmektedir.
Tamam, bendenize bulaşmanıza gerek yok. Kendi aranızda hesaplaşın, ne hesabınız varsa... Erotizmi ölüme duyduğu korkudan; pornografiyi baş edemediği gündelik kaygılardan yaratmış sefil künye...
İtaati, objektif akla yeğleyen mevki sahipleri, kafaları da kırma vandalizmine düştüklerinde; daralan ufuklar, çalkantılara doğru itiyor toplumları, ne yapacaksınız?
Ancak çıkışta çekebildiğim kadarıyla. Gerçekten çok sevimliler ve bir o kadar da neşeliler...
Hemen bitiminde Mısır Caddesi’nde yol kenarında midye ayıklayan ve balık ağlarını temizleyen balıkçıları görüyorum. Müthiş bir tablo bu.
Roman İstanbul Parkı’nda muazzam bir insan ordusu var. Parkın içinden devam eden bisikletlere uygun yol da hiç fena değil hani. Pire🚲 ile tutmuşuz yolu salkım saçak gidiyoruz. Elinde telsiz olan biri oturduğu banktan kalkıyor, bize doğru koşturuyor ve elleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kulaklarımda Shakatak bangır bangır “Street Life”ı çalıyor. Delikanlının ne söylemeye çalıştığını anlamak için kulaklıklarımdan birini serbest bırakıyorum.
“Asfalta çıkar mısınız?” Diyor...
İyi de neden?
Ulan etraf hıca hınç kalabalık. Yoksa bomba, momba filan olmasın. Ama halkta öyle dramatik tedirgin haller yok. Bayağı gevşekler yani. Enteresan bir şekilde büyükçe bir çembere almışlar film izler gibi izliyorlar olay meydanını.
Aaaa, hakikaten de film çekiyorlarmış...
Muhteşem!!!
Frenlere basıp, ben de biraz takılıyorum. Simalar pek tanıdık gelmiyor. Ama muhtemelen dizi çekimi. İyi bir TV izleyicisi olmadığımdan hangi dizinin mensubudurlar anlayamıyorum. Vanlarına da bakmak gelmiyor aklıma. Yoluma devam ediyorum.
Bir süre sonra set sınırı bitiyor, ben de yine parkın içine dalıyor, kıyı kıyı ilerliyorum.
Rüzgâr bu kesimde şiddetini artırıyor. Esintiye karşı kürek çekmek gibi zorlayıcı. Hava da sabahtan bu yana onculayın bir açıyor bir kapıyor. Buna rağmen denize girmek isteyenleri engellemiş değil. Ne zaman dursak ve ben fotoğraf çekmek için señorita Pire🚲’yi manzaranın içine yerleştirmeye gayret etsem, yârenimin ayaklığı tutmuyor, sarhoş gibi yalpalıyor. Düştü düşecek.
Bir keresinde olanlar oluyor... Düşmekten kurtulamıyor. Canı fena halde yanmış olmalı, bir daha beni doğru dürüst park et dercesine bakıyor ağlamaklı gözleri... Bilakis O düşünce benim de içimden bir parça kopartıyor. Bu münasebetle her seferinde daha ihtiyatlı davranıyor, durduğu yere özel itina gösteriyorum...
Ancak önüne park etmiş araçlardan anlıyorum ki kalabalık bir ortama doğru adımlıyoruz. Tahmin ettiğim gibi mekânın kaldırım üstü masaları işgal edilmiş durumda. Hah, şansa bakın yahu. Bir aile kalkıyor. Atla oğlum Şeref, bu fırsat kaçmaz. Üstelik iyi bir noktada. Kapı ağzına yakın. Dememe ve o köşeye yönelmemize ramak kala bir beyefendi de o masaya gözünü dikmesin mi? Valla oralı değilim tabii. Gidiyorum, pat küt sandalyenin birinin üstüne koyuyorum gezenti sırt çantamı. Sonra Pire🚲’yi de güzelce duvarın kenarına ayakaltından uzak bir şekilde park ediyorum.
Ancak yine de kibarlığım tutuyor işte. İçim bir türlü el vermiyor yani. Biz ne de olsa eski İstanbullu beyefendilerindeniz. Öyle modernizeye adapte olmuş hayvani işgaliyelerimiz yoktur yani.
“Şey, pardon, bir mahsuru yoksa ben de şuracıkta oturabilir miyim? Bisikletime yakın olmak istiyorum da. Ne olur ne olmaz. Gözüm üstünde olsun.”
Tabii, diyor adamcağız. Sadece oğlu ile gelmiş. Ne olacak canım koca masada üç kişiyiz işte. Birbirimize asla rahatsızlık vermeyiz. Onlar kendilerine börek söylüyorlar. Ben de kazandibi siparişimi veriyorum. Yanında bir de çay olsun, diye ilave ediyorum.
Siparişlerimiz geliyor. Hımmm. İşte beklediğim lezzet bu! Ne kadar çok özlemişim buranın kazandibini. Gelir gelmez hemen bir kaşık çalıyorum içine, hop doğru damak tadıma... Yanımda oturan beyefendinin ziyadesiyle dikkatini çekiyor, kara yüzlü süt tatlısı. Bu bilmemne tatlısı mı diye sorma ihtiyacını duyuyor, garsona. O saniyede hem garson hem bendeniz sanki anlaşmışız gibi bir koro halinde “kazandibi” diye yanıt veriyoruz meraklı abime.
Onlar böreklerini yiyor, ben kazandibini seyrediyorum. İnsanın yemeye kıyası gelmiyor. Gıdım gıdım yiyeceğim. Sonra üstüne bir tane daha... Belki bu defa tavukgöğsü...
Börekleri bitince meraklı abim kendisine bir kazandibi söylüyor. Ben de bu kez tavukgöğsü. Ama bu kez ne olduğunu sormuyor, öğrenmek istemiyor komşum. Yine de hevesi kursağında kalmasın diye, ben söylüyorum: “Tavukgöğsü”.
Başını ‘evet’ der gibi sallıyor.
Adam ve oğlu bir yandan çaylarını yudumlarken diğer yandan Çatalca’ya gitmenin planını yapıyorlar. Laf olsun balkabağı işte, hiç benzemedikleri halde, sırf diyalog yapalım diye soruyorum:
“Trakyalı mısınız?”
“Yok, Malatyalıyız.”
Tabii oranın insanı bu kardeşler. Hiç gitmedim ama güzeldir herhalde diyorum. Öve öve bitiremiyorlar Malatya’yı. Kayısı üreticileriymiş. Çatalca’da çok yakın bir akrabalarını ziyaret edeceklermiş. Aslında İstanbul’da da Eyüp taraflarında yerleri varmış. Arada sırada gelip gidiyorlarmış. Bu sene kayısılar pek istedikleri fiyata erişememiş ama ‘çok şükür’ geçinip gidiyorlarmış. Buradan Çatalca’ya nasıl çıkabilirlermiş, TEM girişi neredeymiş?
İşte on dakikada yazdığımız hayat hikâyeleri bunlar. Yol masalları harikalar diyarı. İnsan insana ne çok benziyor. Bir kere konuşma dilinin kilidi açılmasın... Ama nedense hep o kilidi açan bendeniz oluyor. Ne yapayım? Rahmetli anamın ve babamın genetik mirası.
Ama, diye ekliyorum, Çatalca muhteşem yerdir, sizin amca bey alsın sizi Karadeniz kıyılarına kadar götürsün, gezdirsin, muhteşemdir Trakya.
E, tabii bir yüzde elli Trakyalı olarak övünçle dile getiriyorum ana topraklarımı. Yani beş dakikada turizm bürosu gibi üstüme görev ediniyor, ihtiyaçları olacak kadar bilgiyi önlerine seriyorum.
Hayran kalıyorlar.
Motorla mı geziyorsun abi, diye soruyor delikanlı. Elimle Pire🚲’yi işaret ediyorum. Motorsuz velespitimle, diye cevap veriyorum. Dudağını büküyor genç. Hemen yaşımı merak ediyor. 54 diyince babası hemen lafa giriyor. Ben senden 2 yaş büyüğüm. Hadi bakalım bu yaş muhabbeti nereye gidecek? Yani asıl merak ettikleri şey bu yaşta bisikletin beni yorup yormadığı. Valla, diyorum, 70’e kadar yolu var. Yeter ki tuhaf sağlık sorunları zıp diye önüme zıplamasın.
Yine hayran kalıyorlar. Ya da ben öyle bir izlenim elde ediyorum.
“Biz arabadan inmiyoruz,” diyorlar.
Evet, hiç kuşku yok araba ile gezmenin de keyfi başkadır. Otuz yılın üzerinde Türkiye genelinde çıktığımız araba seyahatlerimiz yüzünden bisikletimi özlemiştim. Şimdi bunun acısını çıkarıyorum. Ben böyle söyleyince gülüşüyorlar. Yan masadaki gençler de kulak misafiri olmuş durumdalar. Onlar da en çok, 70 yaşına kadar yolu var dememe tebessüm ediyorlar... Şaka gibi...
Gelen hesabı ödeyip bahşişi de bıraktıktan sonra birbirimize ‘iyi yolculuklar’ diyerek ayrılıyoruz.
“Ne o hayırdır, bir
problem mi var?”
“Lastiğim patladı.”
“Yok mu takım
taklavatın?”
“Maalesef.”
Bak Hızır geldi, şimdi kurtaracak seni bu ıstıraptan. Hemen señorita Pire🚲’yi park ediyor ve bagaj çantamdan lastik tamir setini çıkartıyorum. Koca bir parçayı kendisine ayrıca hediye ediyorum. Yüzü gülmeye başlıyor, haliyle. Bir çırpıda tamir ediyoruz patlağı. Şişiriyoruz. Eskisi gibi görünüyor. Ancak iç lastik darbe yemiş. En yakın zamanda değiştirmesi gerekiyor. Zaten pahalı bir şey de değil meret.
Neyse ki çocuğun yolu fazla uzun boylu değil. İstinye’de teyzesinin yanına gidiyormuş. Oraya kadar sorunsuz götürecektir kendisini.
Teşekkür ediyor; vedalaşıyoruz. Tam ayrılacağımız sırada, “Bak burası İstanbul. Kasksız girme trafiğin içine. Ve mutlaka lastik bakım setini yanından eksik etme. Her yan cam kırığı, tel parçası, çivi, vida dolu. Yollara kasten atıyorlar sanki. Tedbirli olmakta fayda var.”
Bu nasihatin ne kadarını kale alır bilemiyorum ama hemen hemen bütün gençliğin sorunu bu: “Bana bişi olmaz abi” anlayışı...
Derken İstinye Bayırı... Ve işte gök de gürlemeye başlıyor... Ne olur yağma... Şimdi değil... Sakın yapma bunu bana... Sığınacak doğru dürüst yer yok şu yolda... Havanın mağdur insana acıdığına çok kere şahitliğim vardır. Benim başıma gelenlerden biliyorum. Bu sefer de öyle oluyor. Maslak’a varana kadar çisentiden başka bir sıkıntı yaşamıyorum. Derken Katar Caddesi’ni Eski Büyükdere Caddesi’ne bağlayan köprüye yaklaştığımda iri iri yağmur damlaları düşmeye başlıyor. Hemen kendimi spagetti köprü girişindeki benzinciye atıyorum. Aniden bir de fırtına çıkıyor.
“Hıh,” diyorum “Tamam, bu kez hava ile anlaşamayacağız galiba!” Biraz zaman geçtikten sonra bir çırpıda yola koyuluyor ve hiç olmazsa Ayazağa Kavşağı’na kadar gideyim diyen yiğitlik dolusu bir görüş hükmediyor beynime. Ama tam köprünün üstünde sağanağa öyle bir yakalanıyorum ki sorma gitsin. Arkamdan gelen motorlu sabırsız zibidi, yol ver bana diye korna çalıp duruyor. Oralı bile olmuyorum. Zaten 50 cm’den daha az bir emniyet şeridindeyim ve ıslak zeminde telaş yapacak durumum yok. Aşağıdaki kavşağa kadar bekleyecek aceleci âdemoğlu. Ulan, diye söyleniyorum kendi kendime, bazen Charles Bronson gibi duygusuz bir ‘vigilante’ olmalı ve memleketi bu mikroplardan arındırmalı...
İyi ki benzincide yağmurluğumu giymişim. Hani altı kaval üstü şişhane misali giydiğim mavi şort kahverengi yağmurluğa pek uymasa da en azından vücudumu korumuş durumdayım. Zaten demek istediğim renk harmonisinin düğümlü yanı değil, alt üst uyumsuzluğu. Neyse. Zor atıyorum kendimi Ayazağa Yolu İETT durağının berisindeki Garanti Bankasının saçaklı sığınağına. Mesai çıkışı olduğundan ben gibi bir yığın insan varlığı ani yakalandıkları yağmurdan korunmaya çalışıyorlar. Burada epeyce bekledikten sonra tekrar yola koyulma zamanı. Trafik kilit. Aralardan sızmaya çalışıyorum. Hafiflediğini düşündüğüm yağmur damlaları tekrar hızlanıyor, bir sağanak daha iniyor tepemden aşağıya. Sucuk gibi oluyorum deyimi bu resme çok yakışıyor. Kolordu’ya kadar hızla pedal çeviriyorum. Pire🚲 sağ olsun hiç zorluk çıkarmıyor. Kolordu’nun önünde bir otobüs ile servis aracı birbirine girmiş, otobüsün camı mamı dağılmış. Servis aracını ise kenara çekmişler. Hurdaya dönmüş. Askeriyenin girişindeki çam ağaçlarının altında korunmaya çalışıyoruz. Otobüs yolcuları da beklemede. Hayır, bu seyrek ağaç dallarının bizi korumasına imkânı yok. Ah, bizim eski bahçenin fıstık ağaçları olacaktı ki, ne yağmur damlası geçerdi ne başka bir şey. Ancak düşse düşse fıstık kozalakları düşerdi kafamıza. Bakıyorum aşağıda MEF Üniversitesi öncesinde yer alan bir üst köprü gibi bir şey var. Orası daha korunaklı gibi. Hemen altına doğru pedallara basıyorum. Eveeet. Daha sağlıklı. Gerçi yanlardan epeyce havadar ama yapacak bir şey yok. Biraz burada bekledikten sonra hafifleyen yağmurun öngörüsüyle Beykent Üniversitesi’ne kadar durmaksızın sürüyorum Pire🚲’yi... Artık bundan sonrası dik yokuşlar. Çıkacak mecalim yok. İteceğim çaresiz. Öyle de yapıyorum. Zaten tam üniversitenin önünde şıp diye kesiliyor yağmur. Al, diyorum sana, hava yine senden yana döndü gezenti Şeref’çiğim.
Evet, tıpkı Londra’daki şemsiyeli günlerim gibi... Güneşle başlayan gün, bulutların çökmesiyle rüzgâra ve sonrasında yağışlı havaya bırakıyor kendisini, sonra tekrar cılız güneş ve gök kuşağının altından geçen gün batımı.
Yaz yağmurlarını çok severim ama bu başkaydı yahu!..
Bir kar yağmadığı kalıyor...
Yakışıklı bilader Gezenti Şeref
İstinye sularında… |
Rota: Sarıyer Turu
Tur Tarihi: 29.08.2017;
Salı
ROTA: Beşiktaş >> Bebek >> İstinye >> SARIYER >> İstinye (D) >> Maslak >> Ayazağa (V)
Güzergâh Seyri: BBeşiktaş >> Çırağan Cad. >> Ortaköy >> M. Naci Cad. & Kuruçeşme Cad. >> Arnavutköy >> Cevdet Paşa Cad. >> Bebek >> Rumeli Hisarı >> Baltalimanı Hisar Cad. >> Emirgan >> Sakıp Sabancı Cad. >> İstinye >> Köybaşı Cad. >> Yeniköy >> Yeniköy ~ Tarabya Cad. >> Tarabya >> Haydar Aliyev Cad. >> Büyükdere >> Piyasa Cad. >> SARIYER >> Tarihi Sarıyer Muhallebicisi >> İstinye (D) >> Tokmak Burnu >> İstinye Park >> Maslak >> Ayazağa (V)...
Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları
Toplam Tur Mesafesi: 51 km
Toplam Bisiklet Mesafesi: 40 km
Toplam Araç Mesafesi: 11 km
Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs
Toplam Tur Zamanı: 9 saat (09.00~18:00)
Toplam Bisiklet Zamanı: 8 saat (10:00~18:00) Molalar: 4 saat
Hava Sıcaklığı: 25 °C (Parçalı Bulutlu, rüzgârlı ve sağanak yağışlı)
Ortalama Hız: 10,60 km
Maksimum Hız: 27,13 km
YAPILAN
HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 2,60 TL
Konaklama: 0,00 TL
Yeme-içme: 20,00 TL
Diğer: 2,00 TL
Toplam Masraf: 24,60 TL
***…***
(*) Önceki
Makale: Kadıköy Pendik Gittik Geldik
(*) Sonraki Makale: Beylerbeyi'nde Midye Tava Yiyip Göksu'da Çay İçmeye
Bir sonraki “Anadolu Yakası, Beylerbeyi & Göksu” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Bisiklet
***…***
[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ]
>>> [iÇERİKdİZİNİ]
***…***