Salı sabahı saat 10:00 sularında Maslak’ta iniyorum... Son iki ay içinde ne kadar çok kullanmış olduğumu fark ettiğim bu spagetti kavşak bende çok değişik duygular uyandırıyor... Kendimi havadan Birmingham’a inmiş gibi hissediyorum. Yanımda Pire🚲 dün arap sabunuyla banyosunu yapmış, gıcır gıcır parlıyor. Anlaşılan büyüleyici seksapelliğiyle ortalığı yakacak yine.
Maslak’ı en fazla kullandığım yıllar doksanların sonu, ikibinlerin başları. O tarihlerde çalıştığım şirketin Hollandalı patronlarıyla İstanbul buluşmalarımızı Mövenpick Oteli’nde kalmayı tercih ettiklerinden bu bölgede gerçekleştiriyoruz. Ben Antalya’dan kalkar gelir, onlar De Lier’den burada toplaşır, toplantılarımızı yapar, ziyaret edeceğimiz iş görüşmelerine katılır, akşam yemekleri yenir, içkiler içilir, sonra da dağılırız, evli evine köylü köyüne...
O tarihlerde Maslak bugünkü gibi olmasa da yine trafiğin en yoğun olduğu bölgelerden biri. Yüreğim bu anıların ağırlığının altında; ben yine Maslak’a iniyorum... Göğe yükselen gökdelenlerin esaretinde tamamen iş merkezi haline dönüştürülmüş bu kavşak nedense pek hüzünlü... Maslak yaratılan yapılaşma teröründen paralize... Tıpkı İstanbul şehrimin geneli gibi. Bitkin, dımdızlak ve yalnız...
Benimse hayatım; 1 yıl öncesinin doğum gününden başlayan çelişkili ve çatışmalı bir kısırdöngüye inat ütopik hayallerin kafatasımı dolduruşa getirdiği; ve ancak iki ay kadar önce hayatıma reel giren Pire🚲’yle çoğalıyor, birlikte yaptığımız seyyah tohumlarla, filizleniyor, önümüze güller seren yollarla serpiliyor, cana katılan çiftteker cananla tazeleniyor...
Doğayı ve doğal yaşantıyı öne çıkartan meçhul seyahatlerin maceraperest turcuları öldüremediğini... Bunaltılı kentsel hayatlardan, ağır şartlarda geçen mesleki yaşantılardan yeniden doğduklarını... Her doğan turnelerden yeniden çoğaldıklarını... Hayat bana bu son birkaç hafta içinde teker teker gösteriyor...
Ve bu şehir... İstanbul... Bu gidip gelmeler... Her türlü isyana ve küfre rağmen bir türlü kopamamalar... Oysa her gelişimde her şeyin değiştiğini fark ediyorum İstanbul’da... Şehir cıvıltısını, fıkırtısını, kıkırtısı kaybediyor... Yaşam enerjisi gidiyor... Birbirine diş bileyen insan kütlelerin ürediği görülüyor. İstanbul’un yedi tepesinin ağaçlarına, taşlarına yazılı ihtişamlı enternasyonalitesi, çağdışı bir Orta Doğu şehrinin gizemli siluetine dönüşüyor...
İstanbul ile ilgili hiç tasvir etmek istemediğim bir metaforu, şehrin muhtelif yollarında gezerken aklımdan uzaklaştıramıyorum...
İstanbul; bu haliyle Riyad, Bağdat, Şam, Tel Aviv geçmiş zamanlarda Doğu Berlin, Belgrad ve Bükreş’te gördüğüm o sisli, puslu ve gizemli havayı çağrıştırıyor...
İnsanlar azaldıkça, binalar ve taşlar heybet kazanıyor... Yaşamın somut enerjisi kayboldukça, tarih ve taşların soyut enerjisi galebe çalıyor... İstanbul ellilerin, altmışların ve yetmişlerin günün bitmek bilmez yaşam cıvıltısını, mimarinin insansız tarihi heybetine terk ediyor... Kimlerine göre kötü değil... Ama çok farklı...
İzlediğim kadarıyla yaşam enerjisi sokaklara taşmıyor artık bu şehirde... Evet, her yerde kalabalıklar var... Ama Beyoğlu’nda da görmüştüm, Bağdat Caddesi’nde de... Geniş bulvarlarda yürüyen insanlar içlerindeki kalabalıklara rağmen ‘tek tükler’ ve kahkaha atarak yanınızdan geçip gitmiyorlar...
Boğaz’ın kıyıları, yalnız ve buruk akan Volga nehrini anımsatıyor...
İstanbul’da; ne İtalyan, ne Amerikan, ne doğru dürüst İngiliz, Alman, Rus, Japon, Kanadalı ve Avustralyalı turist göze çarpıyor... Hadi Latin Amerika’yı geçtim, ne İspanyol, ne Portekizli. Hatta ne Yunan, ne Fransız, ne Avusturyalı, ne İsveçli, İsviçreli... Varsa yoksa Orta Doğulu ‘hemşerilerimiz’... Bunlar numune niyetine bir iki Avrupa vatandaşının yanı sıra yeni turizm haritasının aktör ve aktrisleri...
Burnundan kıl aldırmayan, caféleri, şefleri, restoranları, otelleri, taksileri, markaları, şoförleri, gişelerdeki memurları, memureleri ne alemde?
Onların öykülerini yazmakla bitmez... Belki bir başka romansı “Gaza Geldim🚶: İstanbul” dizisinde ele alabilirim. O portrelere nameler düşen gezi turnelerini yürüyerek gerçekleştirdiğimde, yavaş yavaş, azar azar ve usul usul... İtalyanların deyimiyle; “Piano; piano...”
İETT otobüsünden iner inmez, üst geçidin altında kuytu bir köşede eşofmanımı çıkartıyor, altındaki mavi renkli ve bisiklet sürüşüme engel olmayacak denli yeleken şortumla kalıyorum. Üstümde kısa kollu B’Twin bisiklet forması. Ayrıca bu da mavi. Sentetik kumaşın verdiği rahatlıkla teri hemen emiyor ve çarçabuk kuruyor. Sırt kısmında iki cebi bulunuyor ama ben şahsen henüz kullanma ihtiyacı duymadığımdan nasıl bir işleve sahiptir yorum yapamayacağım.
Bol şort ve geniş kesim imalatından bir forma... Hiçbir giysi bunlar kadar rahat ve çok amaçlı olmamıştır herhalde. Hiçbir giysi bir gezenti adamın genlerine bu kadar iyi uyum sağlamamıştır. Ve hiçbir giysi beni benden bu kadar almıyor!
İşte bu perşembe günü her zamanki gibi, mavi şortumu, mavi formamı, fosforlu çoraplarımı, Quechua Forclaz ‘waterproof’ hiking ayakkabılarımı giymiş, İTÜ Maslak kampüsünün önünden geçiyor, Büyükdere Caddesi’nden Katar Caddesi yönüne sapıyorum. Hedefim Tokmak Burnu’na kadar gidip İstinye-Çubuklu feribotu ile karşı kıyıya geçmek.
Bisiklet sürerken çok özel bisiklet ayakkabıları giymiyorum. Çünkü benim tarzım sırf pedal basmak olmadığından ve yolculuklarımda en fazla “sırt çantalı bisiklet” tutumunu benimsediğimden, SPD ayakkabı modellerini tercih etmiyorum.
%50 Pire🚲 üstünde, %50 Pire🚲 yanında...
Yürüyüşü, tırmanmayı çok seviyorum... Offroad kesimlerde, şose, toprak, çakıllı, kumlu güzergâhlarda, bakir orman yollarında doğa yürüyüşü yapmak daha çok işime geldiğinden sportif rahat hiking ayakkabılarımı giyiyorum.
Bir günlük kapalı hava, şimşekli, gök gürültülü yağmur ve sağanak dinlencesinden sonra bugün kendimi çok daha enerjik hissediyorum. Hem bayır aşağı gitmemden hem de yolun tenha oluşundan dolayı bir çırpıda varıyorum İstinye iskelesine. Feribot hazırda bekliyor. Üç beş araba ile birlikte dalıyoruz içine.
Feribot hareket ederken, señorita Pire🚲 dayadığım yerde zamk yemiş gibi sapasağlam ayakta duruyor. Bense açık pencerelerden karşı kıyılara bakıyor, bugünkü rotanın bilmecesini çözüyorum. Ne tarafa gideceğime ve kendime nasıl bir yörünge çizeceğime henüz karar vermiş değilim. Kısaca, yol nereye götürürse misali. Aslında aklımdan geçen Anadolu Kavağı ya da Anadolu Feneri turnesi. Bak, Riva da olabilir.
Yol bilmeceleri gazete bulmacaları benzeri çok yüksek zekâ isteyen şeyler olduğundan üzerime bir “akademisyen ciddiyeti” gelmiş, kare kare boşluk dolduruyorum. Soru: Gezinme hali... Cevap: Yedi kare. “G-e-z-i-n-m-e-k”.
Doğal olarak sözcüğü tarif eden başka bir sözcük arayışına giren her “bulmaca sever gezgin şahıs” cevabın manasızlığı yüzünden şoklanır. Ama ben bu hallerime alıştım. O bulmacaları hazırlayan beyin arkadaşın maaşından yana mutlu olmadığını ve sırf bu yüzden benimle inatlaşıp zekâm ile kafa bulmayı hobi edindiğini biliyorum.
Çubuklu’ya vardığımızda iskelenin tam ortasında durmuş portakalı soydum oyununu oynuyorum. Pire🚲’nin ayaklarının altındaki beton zemine yansıyan sümbüli gölgede yazlık sinema perdesi heybetindeki Üsküdar’ın mübarek yüzü görünüyor ansızın. İyi de Üsküdar niye? Eğiliyorum, garip şekillerden mütevellit karaltıların bulmacasını çözmeye çalışıyorum. Hoppalaaa... Resmen “midye tava” bu...
“Vay be!” diye sadece kendimin duyabileceği kadar bir çığlık atıyor, gidonun yönünü Piri Reis Caddesi’ne çeviriyorum...
Huy edinmişim. Hangi rotayı rehberime koyuyorsam, o yörünge gölgeler eşliğinde görünmeye başladığında, herhangi bir yüzeyde beliren kocaman portresinden gideceğim güzergâhın tespitini yapabiliyorum. Biraz antik bir uygulama ama benim hayat tarzım bu... İstediğim kadar müsvedde kâğıtlara karaladığım belirlenmiş yollar olsun, onları saptırmakta, sapıtmalarını sağlamada üstüme yok. Bir anda karar değiştirebiliyor ve hükmü önceden verilmiş planlı yollardan bambaşka ilave rotalar çıkartıyorum.
Kararlıyım. Üsküdar’a kadar hiç fotoğraf çekmeyeceğim. Durmak yok. Dursam da uzun süreli dinlenme molası vermeyeceğim. Bu düşüncelerle 15 kilometrelik yolu şapadanak pedallayıp Üsküdar meydanına varıyorum.
Bir tek tüneli geçtikten hemen sonra patika yolda usulca yürürken askeri bölgenin içindeki salyaları akan sert bakışlı kurt köpeklerin hırlamalarından tırsıyorum. Kaldırım taşlarına yansıyan hayalet gölgelerinden şöyle bir irkiliyorum. Hani padişah sadaret mührünü geri almak için Bostancısını Sadrazam’a gönderir de o da adamı görmesiyle irkilir ya! İyi ki aramızda tel örgüler var. Yoksa kesin parçalar bu itler beni. Parçalarımı da kimse bulamaz şu ıssız yolda.
Ben çeşmeyi, camiyi ve meydanı fotoğraflamak için Pire🚲’yi park etmiş, sırt çantamı yere dayamış, makineyi yerinden çıkarmaya çalışırken iki adet özel tim elemanı üzerime doğru geliyorlar. Yok, bayağı bayağı hızlı adımlarla koşturuyorlar sanki... Canlı bomba ihtimali... Tam yanıma vardıklarında, sert bakışmalar, elimde fotoğraf makinem, çatık kaşlarına doğrulttuğum enformel tebessümler, hani hırpalanmayacağımı bilsem resimlerini de çekeceğim, sonra sanki bir şey yaşanmamış gibi yanımdan tırıs geçmeler ve başları gövdelerinden geride Mihrimah Sultan’ın kapısına doğru gitmeler...
Paranoyak bir memleket olduğumuzun canlı bir tablosu... Herkes herkesten şüphe ediyor... Ha Paris, ha İstanbul... Ha Londra, ha İstanbul... Ne günlere kaldık tanrım!!
Hayır, heriflerin ellerinde bilmem hangi modernizasyonunun imalatı makineli tüfekleriyle o halde üzerime doğru pergelleri açmaları, benim bünyede “kellem gitti gidecek sadrazam” etkisi yaratıyor. Orta Doğulaşmış şehir derken bunu da ilave edebilirim. Tel Aviv’de rastlıyordum ruhsal çöküntüye sahip böyle tipolojiye. Ellerinde tuhaf silahlar, herkes potansiyel FKÖ mensubu sanki. Ah bir de kara derili Filistinliysen yandı gülüm keten helva. Ha bir de eski Doğu Avrupa ülkeleri böyleydi. Sanki 2. Dünya Savaşı bitmemiş gibi bir ruh haliydi Soğuk Savaş’ın kalıtımsal periyodu.
Bunların tümünün sebebi de seçip rehberime eklediğim fotoğraflar. Kabahat bende değil Google Dede’de.
Silahlı güçlerin bir tane gülen portresi yok. Oradaki karelerin tamamında kaşı çatık, suratı asık, arkalarında 3 hilal ellerde kurt işareti. Zaten bütün emniyet teşkilatı afetzede fetullahçılardan sonra bunların pazarına dönüştü. O bet yüzler ise hiç değişmedi. Ne zaman birileri yüzlerine objektifi tutsa “sünnetçisine kızan uslu kaymakam çocukları gibi” bakmaktalar.
Sanırım bir tek 80’li yıllarda tek savunma silahı kıytırık bir cop olan Britanyalı polisler az buçuk güler yüzlüydü. 70’li yılların şiddetinden çıkmış bendeniz adamlara alışabilmek ve üstümdeki ‘fruko’ tedirginliğini atmak için sıkça adres sorma bahanesiyle yaklaşımlarda bulunduğumda kendilerine, şaşırıyordum tabii, alıp elimden tutup bizzat adrese teslim götüreceklerdi beni sanki. O kadar cana yakın(!) Ama onların da esas silahlı güçlerinin gerçek yüzünü büyük madenciler grevi zamanında yaşamıştım.
Ne günlermiş...
Kozmopolit ve terörize edilmiş bir kent üzerinden üniformalılarla göz göze gelmem, her seferinde bünyemde “kelebek etkisi” yaratıyorsa, sebebi bu bakışlardır.
1967-1972 yılları arası... Ama tabiatıyla bu gudubet yapılaşma yok o yıllarda... Gazozun nişasta bazlı glikoz tadı bile bir başka...
Ayı oynatan çalgıcılar da mahallelerde çoktu ama zurnacının karşısında limon yemezdik; saygımızdan ötürü.
Baba-oğul işbirliği... Muazzam bir girişimdir. Benim de hayatımda babamla bir zamanlar birlikte bulunduğumuz çok güçlü işbirliği örnekleri vardır. Ben evlendikten, o da ikinciye yuva kurduktan sonra bir sinerji kaybı yaşadığımız doğrudur. Hayata gözlerini yumduğu tarihe kadar da o geçmiş baskın sinerjiyi bir daha geri döndürememiş, yeniden kazanma çabasını ne o, ne ben yeterince yerine getirememişizdir.
Şimdi, zaman zaman o geçmişte kendi babamla yaşadığım ortak görevdeşlik duyguları kendi oğlumdan beklemekteyim. Haklı bir bekleyiş midir bilemiyorum ama teknoloji ve uzay çağının gençliği ve zamanın şartları, ortamı bir başka türlü çalışıyor sanki. Boşu boşuna beklemenin âlemi yok sanki.Üsküdar’a gider iken yağmurla değil ama tünel çıkışı patika yolda bir turist ile karşılaşmıştım. Adam gayet masumane bir şekilde fotoğraflıyordu köşkü. Ne olur, ne olmaz diyerek adamı uyarmak istedim. Zira tam da askeri bölgenin önündeydik o ara. Ve tellere asılmış kocaman işaret levhalarını göstererek, “Be careful with the camera...” deyiverdim adama. Gülümsedi, OK dedi, geçti gitti...
Dün gibi aklımda... Babaeski’de askeri bölgenin hemen dışında patlayan lastiklerini değiştirmek için durduklarında, yaptıkları uyarı ateşinden sonra Bulgar plakalı turistleri taramıştı askerler...
Gerçi Kuzguncuk’tan Beylerbeyi’ne çıkarken, tünele girmeden sağ tarafımızda yükselen ve bugün içinde ikinciye gördüğümüz bu beyaz köşk özel mülkiyetin sınırlarında ve bu kurumun genel merkezi olarak kullanılmakta. Özel mülkiyet derken büyük müteahhitlik şirketi Mesa’dan söz ediyorum elbette. Kapsamlı bir restorasyon geçiren bu kuleli tarihi köşkü Osmanlı devrinde Danıştay Başkanlığı ve Adalet Bakanlığı yapan Üryanizade Cemil Molla kendisi sadece 21-22 yaşında iken, 1886 yılında İtalyan mimar, Sinyor Alberti’ye yaptırmış. 1941 yılında ölünce Cemil Molla, ailesinin yüklü borçları nedeniyle Emniyet Sandığı köşke haciz koymuş ve satmış.
Severek okuduğum korku romanlarını ve “Perili Ev” film serisini aratmayacak bir efsaneye göre, satın alan aile ise bu yapının içerisinde bir türlü mutluluğu bulamamış. Önce ailenin oğlu bir trafik kazasına kurban gitmiş. Ardınca da ailenin reisi bilinmeyen, şüpheli bir ölümle noktalamış hayatını. Geride kalanlar epeyce huzursuz olmuşlar bu yaşananlardan. Köşkü terk edip çok uzun yıllar boyunca bahçedeki müştemilatta yaşamaya devam etmişler. Kuzguncuk halkı tarafından ermiş, derviş olarak itibar gören Cemil Molla’nın tarihi köşkü sahibine felaket getirdiği endişesiyle 1950’lerin başından 1980’lerin ilk yarısının sonuna kadar boş kalmış.
Boş kalmış kalmasına da rivayet aynı hızda devam ediyor yine... Bu dönem zarfında köşke birçok hevesli alıcı talip olmuş. Ancak Kuzguncuk halkının diline pelesenk yaptığı hurafeleri duyanlar kuleli köşkün içini dahi gezip görmeden kaçmışlar. Bakımsızlıktan gebermeye aday yapıyı 1986’da bir müteahhitlik şirketi satın alınca aile burada oturmaya başlıyor. Ne var ki, o hız kesmeyen söylentiye göre köşk bu aileye de huzur getirmiyor. Aile içi sorunlar, sağlık sorunları baş gösterince birlikte çalışan baba-oğul çok iyi gitmekte olan işlerini ayırma noktasına getiriyorlar. Bundan sonra da aile köşkte oturmaktan vazgeçiyor.
2004-2005’te tamamen yenilenen köşk bugün bu yüklenici firmanın İstanbul Bölge Müdürlüğü Ofisi olarak kullanılmaya devam ediyor. Ancak merakımdan parkın içinde yakaladığım çok yaşlı bir amca ile sohbet ettiğimde bana yıllardır bu köşkün perili hikâyeleriyle yaşadıklarını anlatınca yutkunmaktan geri kalmıyorum. “Kuzguncuk halkı buraya gitmez, bahçesine bile girmez. Arkası mezarlık. Orada köşkün asıl sahipleri, Üryanizadeler yatıyor.”
Aman diyorum Pire🚲’ye sakın lastiğine tecavüz edeyim deme...
Sanki Nakkaştepe Mezarlığı’na komşu olan bu beyaz “Perili Köşk”ten ben de ağlama seslerini duyar gibi oluyorum. Eminim, onlar köşke değil İstanbul’un bugünkü haline ağlıyorlardır...
Evet, doğrudur. Kuzguncuk tarihi kültürüyle çok özel semtlerden biri. Boğaz’ın hemen kıyısında kilise, cami ve sinagogun yan yana yükseldiği, bağrında 19. yüzyıl İstanbul’unun kozmopolitliğini, hoşgörü ortamını barındıran şipşirin bir semt. Burada tıpkı Ortaköy, Arnavutköy, Balat, Fener’de olduğu gibi mahalle kültürünün devam ettiğinin izlerine rastlıyorum.
“Gaza Geldim🚶: İstanbul” maceraları için Kuzguncuk’un sokaklarında kaybolmaya tekrar geleceğim. Kim bilir belki o zaman da beklenmedik sürprizlerle karşılaşabilirim!
Daha önce yazmıştım ama yinelemekten zarar görmüyorum. Evliya Çelebi’ye göre Kuzguncuk bugünkü adını 15. yüzyılda burada yaşayan Evliya Kuzgun Baba’dan almış. Paşa Limanı ile Abdullahağa parkları arasında kalan ve Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne giderken Paşa Limanı Caddesi’nin sağ kolunda yer alan büyükçe Fethi Paşa Korusu’nu geçtikten sonra Kuzguncuk İETT durağının hemen yanındaki İcadiye’den semte giriliyor.
Hemen solda Beth Ya’akov Sinagogu, yanında da Ayios Yeorgios Rum Ortodoks Kilisesi var. Biraz ileride sağda Ayios Panteleimon Rum Kilisesi bulunuyor. Boğaz yolu üzerindeki Ermeni Kilisesi Surp Krikor Lusavoriç’le yan yana yer alan Kuzguncuk Camisi için Ermeni cemaati bahçelerinden yer vermiş. İki ibadet mekânı aynı yükseklikte kubbeye sahip.
Az önce yukarıda baba-oğul amatör balıkçıları fotoğrafladığım deniz kıyısındaki Üryanizade Camisi 1860 yılında II. Abdülhamid’in şeyhülislamlarından Üryanizade Ömer Efendi tarafından yaptırılmış. Sadece tarzının en güzel örnekleri arasında sayılan saçaklı ahşap minaresiyle değil, sevimli bir yalıya benzeyen görüntüsüyle de dikkat çekiyor.
Şimdi hatırlıyorum da bu tünelden babamın ambulansıyla az geçmiyorduk; bazen hasta taşımaya, bazen de pikap aracıyla Paşabahçe alkol fabrikasından hastaneye alkol almaya. O kokuyu nedense çok severdim. Rakı gibi kokardı. İspirto kokusuna da benziyordu. Daha virajlara gelmeden alırdık kokuyu. Eve de taşırdı babam. Sanki alkol banyosu yapacağız. Lakin bahçede ne zaman düşüp yaralayıp berelesek kendimizi bu alkol imdadımıza yetişirdi.
Karanlıkları yara yara aydınlığa çıkmanın kıvancını yaşıyorum... Belki ellerimde güneş dolu bakır tasları yok ama hakikaten ürpertici şu patika yol. Gece asla yalnız geçemem ben. Pire🚲 olursa belki. Bir hışırtı, bir ses duyacak olsam hemen sarılırım ona.
Kurt köpekleri bu kez yüksek sesle hırlamıyorlar... Acaba zarar vermeyeceğimi bildikleri kokumu mu tanıdılar?
Önümden geçen adamlara Çamlıca’nın sivri bir külah gibi yükselen boş direklerini gösterip “Bunlar nedir?” diye soruyorum. Öyle imtihan eder gibi değil, meraklı ‘gezgin’ gibi. Sınavda çalışmadıkları yerden soru gelmiş gibi kilitleniyorlar. Ve ilk kez akıllarına gelmiş gibi Çamlıca’nın siluetine merakla bakıyorlar. Belki de ‘ne gerzek gezmen’ diye de düşünmüş olabilirler...
Boş veeeeer, diyorum kendi kendime. Ben hiç olmazsa bu şehrin en yalın, en sade ve en doğal zamanlarını gördüm ve yaşadım. Bugün benim sorunum değil. Bu şehirde inatla yaşamayı sürdüren eski ahaliler düşünsün.
Beylerbeyi Sarayı’nın bulunduğu noktadaki keskin virajı dönüyor, biraz yol aldıktan sonra Beylerbeyi İskele Caddesi’ne girmek için uygun bir noktada trafiği ikiye yarıp karşıdan karşıya geçiyorum. Kafelerin ve restoranların yer aldığı bu daracık sokakta yürümeyi seçiyorum. Üsküdar’dan bu yana 4 km yol yapıyorum, toplasan yarım saatte gelebilir insan ama oraya sap, buraya gir, fotoğraf fotoğraf, sonra arada bir sıcakkanlı muhabbetler için dur, mola ver, falan filan derken iki saatte yolculuk etmiş oluyorum.
Valla dudak kıpırtılarım bile fotoğrafımdan dışarı taşmış; eee ne yapayım ben bu herifçioğlunu şimdi?
Bir anda sanki sözleşmişler gibi, hem o hem de onun muhabbetine eşkâl olan diğerleri toz oluyorlar. Oh be, şurada birkaç fotoğraf karesi alacağım, burnumdan getirmeyin bari.Meymenetsiz patron kalıbı kapıda, tipime bakıyor. Biraz cinsçe bakış bu. Hoş karşılamıyorum tabii. Garson da sağa sola koşturur gibi yapıyor ama kara gözleriyle baştan aşağıya beni süzüyor. Beğenemediler galiba. Ha tamam biz seferiyiz. Üstelik altımızda 4*4 cipimiz yok ama ondan pek de kalır yeri olmayan bir Pire🚲’miz var. Yok, ben anladım, üstüm başım terli ya... E, kılık kıyafet de saftirikten burjuvalaşmış eğreti çatıya pek uyum sağlamıyor. Ulan dışarıda oturacağım. Üstelik etrafta aile erkanı da görünmüyor. Hani olsa ne yazar? Kıllı güzel bacaklarımdan mı rahatsız olacaklar? “N’olur gelin şu yakışıklı tüylü bacaklarıma âşık olun!” diye yalvaracak halim yok...
Camlı vitrin önünde gözüme kestirdiğim çift sandalyeli küçük masaya ilişiyorum. Patron yarım ağzıyla “Hoş geldiniz,” diyor. Hani gel mi diyor, git mi, pek anlaşılamıyor doğrusu. Pek hoş bulmuyorum fakat çöküyorum sandalyeye. Zorunlu olarak soracak ne istediğimi. Duble midye tava yanında, söğüş roka ve bir de soda siparişimi veriyorum.
Tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme. İkinci defa tekrarı zorla sevdirecekler bana!!! Nakarat sevdalıları...
Üç dört masa dolu. Sadece arkamdaki masada gençten bir çift sevgili var diğer hepimiz erkek egemenler olarak yumulmuşuz soframıza. Bir süre sonra siparişim geliyor. Ana, o da nesi? Midye tavalara bakıyorum, onlar bana... Hangi ara küçülmüş, fındık leblebi gibi olmuş bunlar diye hüzünleniyorum? Vah vaaah... Harbiden bu yer tüm niteliğini kaybetmiş. Üstelik Antalya’da iken arkadaşlarıma hep buraya gelmelerini önerirdim. Eğer gelen olduysa ve şu rezaletle karşılaştılarsa yanlış adresten dolayı herhalde beni ömürlerinde unutmayacaklardır. Bu ne kardeşim yaaa! Çubuklardan birini alıyorum, özellikle havada bir tur attırıyorum. Sağ gözüm çubukta, sol gözüm kasanın başına geçmiş meşum patronda. N’apalım artık. Çıkış yok. Yiyeceğim garibanları...
Bekle allah bekle, ne roka yolda ne de soda... Sanki menem bir hizmet yapmışlar gibi koydukları küçük su şişesi tek tesellim.
Gözlerini benden ayırmayan tuhaf patronla göz göze geliyoruz ama adam oralı bile değil. Yanında duran küçük delikanlıyı çağırıyorum. Meseleyi tüm ciddiyetimle yeniden ele alıyorum. Kendisine roka ile sodam vardı diye ufak bir hatırlatmada bulunuyorum.
Ne bu şimdi? Hangi ara mızıkçı oldunuz siz? Biz halk evladı değil miyiz? Ne o öyle tepe göz, kırık burun filan? Eminim içinden küfür de etmiştir bu şimdi; havaya çıkan kükre dumanlardan anlarım ben.
Patron eliyle zoraki gelen bir ufaklık roka tabağı... İyi ki bendeniz arsız bir talepte bulunmadan bir dilim limoncuğu ilave etmişler; boy-pos gösteren yeşillerin arasında zar zor seçebiliyorum.
Ve ardından garson kardeşin getirdiği soda şişesi... Meğer sodaları yokmuş, yan bakkaldan alıp getiriyor küçümen...
Artık üçlü tamam... Yavaş yavaş sindire sindire yiyorum fındık tanelerini... Sodamdan da usulcacık damak ıslatacak kadar ağzıma değdirmeler falan... İstersem on dakikada yiyebileceğim menüyü kırk beş dakikaya yayıyorum. Besbelli rahatsız oluyor acınacak halli patron. Bu bir zamanlar sıcakkanlı, şirin yer kimlerin eline düşmüş böyle diye harbiden merhamet duygularımı çalıştırıyorum.
Siz kaşındınız. Yeminle, bu son olur. Asla ve kat’a, yani katiyetle, uğramam sizin mekâna bir daha. Alın bakiiim tarifenizi, nah alırsınız bahşişinizi, hadi bana eyvallah!
On üzerinden lezzet biiir, hizmet sıfır, güler yüzlülük sıfırın altında on üç... Neden on üç? Uğurlu rakamı uğursuz arz-ı endam ettikleri için...
Bak bak bak, herif kara şopar gözlerini hâlâ üstümde gezindiriyor. Şortlu bisikletli görmemiş diyeceğim, ama İstanbul’da bisiklet sevdalıları şortsuz dolaşmıyorlar ki! Yok, anladım benim kendime göre rahat bulduğum havai giysilere taktı bu kapçık ağızlı.
“Hayırlı işler” dilemeden oradan çıkar çıkmaz kıyıya yöneliyor birkaç kare fotoğraf çekimi daha yapıyorum. Pire🚲 durmadan gaz çıkartıyor. Sanki midye tavalarını o yedi, sodayı o dikti kafaya. Ama anlıyorum; onun gazı yiyeceklerden değil. Besbelli onun da midesi bulanmış mekânın hizmet erbabından.
Genelde sinirlerime hâkim olurum ve serinkanlılığımı korurum. Ancak içime oturan mesele İstanbul kültürünün nereden nereye geldiği, nasıl ayaklar altına alındığı... Hani eskiden bir söz vardı: “Paramızla değil mi kardeşim...” Evet, aynen öyle. İşte bu iki binlerin küstah ‘yukarıdakiler, aşağıdakiler’ anlayışı toplumu fena halde bölmüş. Bu gergin asabiyetle Yalı Caddesi’nden nasıl uçarak Çengelköy’e gelmişim hiç farkında bile değilim.
Evet, bundan sonra midye tava yiyeceksem, giderim Beşiktaş’ta Midyeci Ahmet’te yerim, giderim Kadıköy’de Mercan’da yerim, giderim Sarıyer’de Mavi Balık’ta yerim, giderim Bakırköy’de Ogün’de yerim, giderim Rumeli Hisarı’nda İskele Restoran’da yerim, giderim Ortaköy’de Aksu’da yerim... Giderim de giderim yani... Üstelik yanında büyük pint Lager ile!! Beylerbeyi de sizin olsun, ismi lazım değil işletmeniz de sizin olsun... Gelmem ki gelmem anacağım size bir daha...
Kuleli’yi, Vaniköy’ü denizden esen bir lodos süratiyle geçiyorum. Vaniköy bayırında maşayı kilitlemiş dümdüz tırmanırken solumda yalılar başka dünyaya aitlermiş gibi içlerine kapanmışlar. Sağda ise yine o yüksekten bakış sürdürme eğilimine sahip insanların oturdukları yapılar. İstanbul’un eğreti burjuvaları...Boş veriyorum zaten. Hiç işim olmaz el âlemle.
Aşkı aldatan bir şehrin
sancısındayım
denizinde bir terkediş bir hüzün
maviye nasıl kıydıysa yüreğin, nasıl kıydıysa
yapma n’olur
…topla kendini şehr-i İstanbul
vururum seni İstanbul
vururum boynundaki gerdanlıktan
vururum seni en sarı sonbaharından
topla kendini…
sana yalvaran kaçıncı şair
kaçıncı şiir bu
yarım kalan sevişmelerden geldik sana
şiirimiz öksüz kalsın diye mi?
dilim yetmiyorsa kalbimi dinle
sevda de buna
ekmek parası de
aşk de
ar, namus de
töre de
cefa de, vefa de
topla kendini topla
vururum seni İstanbul
vururum en yeşil baharından
Kızkulenden Aşiyan’dan Bebek’den
denizinden vururum seni masmavi kanarsın
masmavi ağlarım sana
kendimi vurdurma bana
topla kendini
topla kendini şehr-i İstanbul
Sonra Göksu’da oturup çay içiyorum. Bu kez çay bahçesi kıyamet gibi kalabalık. Ama burada karşılama merasimi aşağılayıcı değil. Hem kibarlar hem de en güzel köşeyi bize veriyorlar sağ olsunlar. Üstelik Pire🚲’ye ‘hayvansı’ laf eden de yok. Bisiklet giremez filan demiyorlar...
Bu muamele, bu hoş görü... Başımıza sanki ay ışığı vuruyor, sersemlemişimiz derenin ortasında. Güneşten şapka takarak, gözlük takarak korunabiliriz; ama ay ışığı öyle değil. Ben oturduğum, Pire🚲 ise yanı başımda dikildiği masada yalnızız, hatta koca derede... Üşümesini sabırsızlıkla bekliyormuşum gibi, “Üşüdüm...” demesiyle sarılıyorum.
Terimiz soğuyunca üşüme duygusu çok normal...
“Balıklarla ilgili bir şey anlat,” diyor.
“Tamam,” diyorum, “Kanlıca’ya geçelim, bir çay da orada içerken anlatırım.”
Kalkıyoruz.
“Bak, Pire🚲’ciğim,” diyerek dikkatini bana çevirmesini istiyorum. “‘Arizona Dream’ filmindeki balıklar düşünmez, çünkü her şeyi bilir,” sözünü söylüyorum.
“Herkesin bildiği bir şey,” deyince, o sözün Platonov’un ‘Çevengur’ romanında da geçtiğinden bahsediyorum.
“Bunu da duymuştum,” diyerek dalga geçer gibi sırıtıyor. İyi ki dişleri yok bu velespitlerin. Yoksa 32 tanesini çıkartmaktan geri durmayacak.
“Mutevolu balıkçı, Zahar Pavloviç’e şöyle diyor: <<Bak akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez, o her şeyi zaten bilir.>>”
Romandan o kısmı ezbere söylememden etkilendiğini belli etmemeye çalışıyor, ama faydasız. “Aslında balıklarla ilgili o söz, Budizm’den gelme, balık kutsal onlar için,” diyorum.
“Peki, balıklar her şeyi bilir mi?” diyerek soruyu bana yöneltiyor bu defa.
“İnsanlar dışında bütün canlılar ve cansızlar her şeyi bilirler,” diyorum. Gülüyor ama dikkatlice de bakıyor yüzüme.
Dalga çıkıyor o sırada, gece mehtabı andıran güneş ışığı kesiliyor, bulut kümeleri hızla kapatıyor suyun şavkını. Karaya doğru tekneyi sürerken motorun biri arızalanıyor sanki. Ya da bana öyle geliyor. Kala kalıyor denizin ortasında, dalgalar tekneyi ceviz kabuğu gibi sallarken. Sonra birden güçlü bir yağmur başlıyor. “Biri Hızır’ın keçisini kesti galiba,” diyorum, “Yaşar Kemal’in ‘Karıncaların Su İçtiği’ romanında vardı, gemiciler kayalıklarda Hazreti Hızır’ın başı boş dolaşan keçilerinden birisini yakalayıp kesince korkunç bir fırtına çıkıyordu.”
Yağmur filan yağdığı yok. Uyduruyorum. Pire🚲 de mavi suları görür görmez benim edebiyata daldığımı artık biliyor.
“Sen hep böyle romanlarda mı yaşarsın?” diye soruyor.
“Bilmem, romanlar, öyküler, şiirler olmasaydı ne sen burada olurdun ne ben; ikimiz de olmazdık.”
“Niyeymiş o?”
“Mış gibi yaşayacağımız herhangi bir yerde olurduk anca,” diyorum.
Sonunda beni yakalamış olmanın çığırtkan sevinciyle Emile Ajar’ın romanının adını haykırıyor: “Yalan Roman!”
Kanlıca’dan sonra Çubuklu İskelesi’ne sahil kenarındaki bisiklet yolundan gidiyoruz. Rüzgâr karşı yönümüzden üstümüze doğru estiğinden küreklere, pardon pedallara asılmak fayda etmiyor, dalgalar sürüklüyor beni ve bisikletimi. Ne tuhaf, gerçekte burun kıran hava koşullarıyla burun burunayken bile eğlenebiliyoruz, birbirimizle dalga geçerek...
Bugünün hınzır Mönüsü |
Rota: Beylerbeyi & Göksu Turu
Tur Tarihi: 31.08.2017; Perşembe
ROTA: Maslak >> İstinye >> Çubuklu >> Üsküdar >> BEYLERBEYİ >> Çengelköy >> GÖKSU >> İstinye (D) >> Maslak >> Ayazağa (V)
Güzergâh Seyri: Maslak >> Katar Cad. >> İstinye >> {İstinye ~ Çubuklu ŞH Feribot} >> Çubuklu >> ÜSKÜDAR >> Paşa Limanı Cad. >> Kuzguncuk >> Abdullağa Cad. >> Tünel >> BEYLERBEYİ >> Yakamoz Balık Lokantası >> Yalıboyu Cad. >> Çengelköy >> Kuleli Cad. >> Kuleli >> Vaniköy Cad. >> Vaniköy >> Kandilli Cad. >> Kandilli İskelesi >> Kandilli ~ Göksu Cad. >> Küçüksu Kasrı >> Anadolu Hisarı >> GÖKSU >> Göksu Park Kafe >> Körfez Cad. >> Körfez >> Barış Manço Cad. >> Kanlıca >> Halide Edip Adıvar Cad. >> Piri Reis Cad. >> Çubuklu (D) >> {Çubuklu ~ İstinye ŞH Feribot} >> İstinye (D) >> Tokmak Burnu >> İstinye Park >> Maslak >> Ayazağa (V)...
Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları
Toplam Tur Mesafesi: 48 km
Toplam Bisiklet Mesafesi: 42 km
Toplam Araç Mesafesi: 6 km
Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs & ŞH Feribot
Toplam Tur Zamanı: 10 saat (09.30~19:30)
Toplam Bisiklet Zamanı: 9 saat (10:00~19:00) Molalar: 5 Saat
Hava Sıcaklığı: 25°C (Parçalı Bulutlu)
Ortalama Hız: 10,40 km
Maksimum Hız: 23,08 km
YAPILAN
HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 7,10 TL
Konaklama: 0,00 TL
Yeme-içme: 30,00 TL
Diğer: 3,00 TL
Toplam Masraf: 40,10 TL
***…***
(*) Önceki
Makale: Sarıyer Muhallebicisi'ne Kazandibi Yemeye
(*) Sonraki Makale: Aydos Zirvesinde Bir Pire🚲 ile Bir Azize🎒
Bir sonraki “Aydos Tepesi & Ormanı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Bisiklet
***…***
[ÖNCEKİ] << [🚲TURNE] >> [SONRAKİ]
>>> [iÇERİKdİZİNİ]
***…***